Merd-i Kıptî!

YORUM | M. NEDİM HAZAR

Sosyal medya çöplüğünde artık anonimleşmiştir ama esasen 18. yüzyıl Osmanlı sadrazamlarından Koca Mehmet Ragıp Paşa’nın gazelinde yer alan bu mısra-i bercestesidir ve Mısır beylerbeyliği esnasında Osmanlı’nın tepesine çöken beylikler hakkında söylenmiş en ağır eleştirilerdendir.

Şöyledir:

“Meyan-ı güft ü gûda bed-meniş îhâm eder kubhun,

Şecaat arz ederken merd-i kıptî sirkatin söyler!”

Günümüz için sadeleştirdiğimizde şöyle bir anlam çıkıyor:

“Mayası bozuk olanlar, söz esnasında farkında olmadan kabahatlerini ima ederler. Nitekim Kıptî Beyi de, kahramanlığını anlatmak için hırsızlıklarını örnek verir.”

Kıpti bugün genel olarak “Çingene” anlamında kullanılsa da, gazelin yazıldığı dönem Mısırlılar için kullanılan bir terimdir.

Çok uzak olmayan bir geçmişte “Dilediğinizi yapın” başlıklı bir yazı kaleme almıştım. Ve yine aynı minvalde “Utanç” başlıklı bir yazı daha…

Şöyle bir alıntı yapabilirim oradan:

“İnsanlar yanılıyorlar, utanmak zaaf değil meziyet, yenilgi değil zafer, erdemin en sarih göstergesi. “Utanmıyorsan dilediğini yap” diyor Kainatın Efendisi. Utanç hissi, insan olmanın fay hattı, çatladı mı yakındır depremler, sarsıntılar, çöküşler.”

Koca Ragıp Paşa - Biyografya

Bakan Nebati’nin konuşmasını izlerken, “Bugün de başkası adına utandık çok şükür” diyebildim ancak.

Şöyle konuşmuş karikatür Bakan:

“Yabancı bir bakanla konuşuyordum, bana enflasyonumuzun yüksekliğinden bahsetti. Ona “ben bu enflasyonla sokağa çıkabiliyorum, siz yüzde 10’la çıkamıyorsunuz” dedim.”

İşin “Hangi sokak?” faslı bir yana, en dandik ilçe teşkilatı başkanını bile onlarca araçlık konvoyla geçtiği yerleri sokağa çıkmak olarak görmeleri ayrı bir fasıl.

En vahimi de pişkinlik.

Utanmıyor Bakan Nebati!

Yazık ki utanmıyor, sıkılmıyor.

Hatta Ragıp Paşa’nın dediği gibi sirkatini serdeylerken şecaat arz ediyor bir de.

Böbürleniyor, bunu bir övgü olarak görüyor.

Utanmazlık ne zamandan beri bir gurur vesilesi oldu bu toplumda?

Halbuki örneğini verdiği yabancı bakan gibi utanmalıydı, sıkılmalıydı, haya etmeliydi başarısızlıklarından, yalanlarından, rakamlarla oynamalarından, sürekli geleceğe vaatte bulunup, milleti oyalamalarından…

Utanmıyor ama gurur duyuyor.

Son derece rahat hem de gülümsüyor, sırıtıyor.

Yabancı bakanın on katı enflasyonla kendi halkını ateşe atarken bir de elin adamına “Ben utanmazım” demesi bir yana, bunu ekranda söyleyebiliyor.

Hakkaten çok acayip çok…

Her neyse tüm yazıyı Nebati Bakan ile zayi etmeyip isterseniz Mehmet Ragıp Paşa’nın enfes gazeliyle devam edelim, hiç olmazsa faydalı bir kısmı olsun yazının.

Koca Ragıp Paşa - Sadrazamlar - Şairler - Osmanlı Devleti - Bilgipedia

Yazının bundan sonraki kısmı ağır edebiyat içerir…

1: Harâbâtı görenler her biri bir hâletin söyler

Safâsın nakleder rindân u zâhid sıkletin söyler

2: Ser-âgâz eyledikçe bahse bülbül revnak-ı gülden

Bezimde kulkul-i mînâ mülin keyfiyyetin söyler

3: Tecellî neş’esin ehl-i şikem idrâke kâbil mi

Behişt andıkça zâhid ekl ü şürbün lezzetin söyler

4: Ne zabt-ı hâkim-i şer’î ne hükm-i zâbit-i aklî

Cünûn iklîmini seyr eyleyenler râhatın söyler

5: Miyân-ı güft ü gûda bed-meniş îhâm eder kubhın

Şecâat arz ederken merd-i kıbtî sirkatin söyler

6: Muvâfıkdır yine elbet mizâca şîve-i hikmet

Tabîbin olsa da kizbi marîzin sıhhatin söyler

7: Perîşân hâtırımda nükte-i serbeste-veş kaldı

Ne kimse hikmetin anlar ne Râgıb illetin söyler

Koca Rağıp Paşa Hayatı ve Edebi Kişiliği | YORUMLAR | ESA

Hadi sevabına günümüz Türkçesine yakınlaştıralım:

1: Meyhaneyi görenlerin her biri bir başka hâlini söyler; rintler hoşluğunu nakleder, zahitler ağırlığından bahseder.

2: Bülbül gülün güzelliğinden bahsetmeye başladıkça, mecliste cam sürahinin kulkul [sesi] şarabın keyfiyetini söyler.

3: Mide ehli kimselerin tecelli neşesini idrak etmeleri mümkün mü? Zahit cenneti andıkça yeme ve içmenin lezzetinden bahseder.

4: Ne akıl hâkiminin tutanağı ne şeriat zabitinin hükmü [var]… Cinnet ülkesini gezenler, oranın rahatlığından bahsederler.

5: Kötü huylu kimse dedikodu arasında kabahatini hatırlatır. Mısırlının yiğidi kahramanlığını anlatırken [farkında olmadan] hırsızlığını söyler.

6: Elbet yine de hikmetin şivesi mizaca uygun gelmektedir. Hekimin yalanı da olsa [hastanın] sıhhatini söyler.

7: Gönlün perişanlığı ucu bağlı nükte gibi kaldı. Ne kimse hikmetini anlar ne de Ragıb illetini söyler.

Divan Şiirinden Seçmeler | KitapKalbi Yayıncılık

Hala ilginizi çekiyorsa bir de “şerh” ekleyelim gazele ki tam olsun*:

1: Eski şiirin vazgeçilmez unsurlarından biri olan “hârâbat” [= meyhane] ehli için; riya kirinden uzak, içi dışı bir, saf meşrepli rintlerin saf şarabı içip mest oldukları mekân olarak terennüm edilir. Şaraba müptelâlar buraya uğramadan yapamazlar, hatta buradan hiç ayrılmak istemezler. Onlar için meyhane dünyanın en latif köşesidir. Bugünün aksine eskiden meyhaneler ulu orta yerlerde değil, binaların zemin katlarında, izbelerde, gözden uzak loş mekânlarda, dehlizlerden geçilerek ulaşılabilecek yerlerde faaliyetlerini icra ederlerdi. Ve adabıyla içmek zorundaydı tiryakiler.

Loş, şarap kokan bu havasız mekânlar, ömründe daha önce hiç buralara girmeyen bir zahitler için kasvet ve “sıklet” [= ağır] yüklü mekânlardır.

Lakin kanaati acizanemce, Galip Paşa’nın meyhanesi bambaşka bir metafor içermektedir. Gazelde geçen bütün bu ibarelerin edebî sembolleri göz önünde bulundurulduğunda, metnin tamamen farklı bir anlamı ortaya çıkmaktadır.

Şöyle ki, bilindiği üzere şarap edebiyatta gerçek yani ilâhî aşkı, bunun bulunduğu yer olan meyhane de gönlü sembolize eder. “Rind” ise Allah’a samimiyetle bağlanıp tevekkül eden, başkaları görüp takdir etsin diye değil tamamıyla ona olan sevgisinden dolayı itaat eden, bundan zevk alan samimî âşığı temsil eder. Onun için Allah’ı ve onun yarattığı her şeyi sevip sürekli onu anmak, şaraba müptelâ olan bir ayyaşın bir an olsun şaraptan ayrı kalmaması gibi bir hâldir, bundan neşe duyar. Softa ise menfaatçidir. Allah’a başkaları kendisini takdir etsinler diye yani riya için ibadet eder, ibadet etse dahi bunu tamamıyla cennette alacağı nimetleri düşünerek yapar, ibadetin zevkini gönlünde hissetmez, zoraki davranır üstelik Allah’ın yarattığı güzellikleri görüp tefekkür etme ve onları sevme kabiliyetinden çok uzaktır. Dolayısı ile gönlü kasvet içindedir.

2: Şair burada muazzam bir inşirah neşidesinde bulunmaktadır. Baharın gelmesi ile güller açılmaya ve bülbüller ötmeye başlar. Şairler bu hâli bülbülün güle olan aşkı ile izah eder ve hakkında türlü yorumlar geliştirirler. Eskiler baharın gelmesi ile kapalı mekânlardan bahçelere çıkarlar yahut kırlara ve gözden uzak mesire yerlerine giderek işretlerini oralarda sürdürürlermiş. Ve lakin bu beyitte şair yine böyle bir bahar mevsiminde güle karşı öten bülbül ile şarap kadehine boşalırken “kul kul” diye ses çıkartan sürahi arasında bir ilişki oluşturmaktadır. Tasvire göre bülbül, kırmızı gülün “revnak” yani göz kamaştırıcı güzellik ve tazeliğini gördükçe bunu terennüme “ser-âgâz” [= başlama] eyler, o sırada bahçede işret edilirken sakinin elindeki “mînâ” [= cam] sürahiden boşalan “mül” [= şarap] de “kul kul” diye ses çıkartır. Eski sürahiler yuvarlak gövdeli ve ince uzun dar boğazlı olduğu için, içindeki sıvı boşalırken bu şekilde ses çıkartırlarmış. Şairler Arapçada ‘söyle-mek’ demek olan bu “kul-kaale” sesiyle türlü yorumlar geliştirmişlerdir. Günümüzde daha çok bir şeyin nasıl olduğu ciheti için kullanılan “keyfiyet” [= nitelik] aslında lügatlerde bu anlamıyla pek geçmemesine rağmen, edebiyatta özellikle şarapla birlikte kullanıldığında “keyif verici özellik” anlamını çağrıştıracak bir biçimde kullanılır.

3: Bu gazelin matla beytinin izahında ifade edildiği gibi “softa” [= ham sofu] Allah’a menfaati için kulluk eden, ibadeti karşılığında cennette göreceği nimetleri anarak vakit geçiren, Allah’a gerçek anlamda sevgi ve bağlılık zevkinden mahrum, menfaatperest bir tipi temsil eder. Şarap ve domuz eti dışında her şey helâl diye ne bulduysa midesini dolduran bu gibi kaba sofulara şair ilk mısrada “ehl-i şikem” [= mide ehli] demektedir. Gerçek anlamda sufi telâkkisine göre çok yemek, çok gülmek, çok uyumak, haram işlemek vb. bütün bunlar ruhu karartan, gönle ilâhî tecellinin zuhur etmesini engelleyen şeyledir. Bu gibilerin gönlüne Allah’ın nurları tecelli etmez, böyleleri için cennet yeme içme ve zevk alma yeridir. Gerçek âşıklar için ise cennet, cemâl-i ilâhî’nin yani Allah’ın cemalinin bütün güzelliği ile seyredileceği bir mekândır. Onlar cenneti bunun için isterler, tek gayeleri bir şekilde Allah’a yakın olmaktır.

4: Aslında kısaca “Delilerde akıl olmadığı için onlara kadı bir şey yapamaz, rahattırlar” demek olan bu beyitte Râgıb Paşa, “hâkim” [= mahkeme reisi] ile “hükm” [= hüküm] ve “zabt” [= zabıt, tutanak] ile de “zabit” [= zabıta, kaide] gibi aynı kökten gelen kelimeleri fevkalâde ustalıkla kullanmaktadır (iştikak). Beyitte akıl bir hâkim, onun hayat tecrübesi ile elde ettiği iyi ve kötüyü ayırma, yerinde davranma, doğru olanı tercih etme vb. hâlleri de akim zabıtları olarak ifade edilmektedir. Bilindiği üzere “şer”‘ [= şeriat] dinî kanunlar demektir. Bu bakımdan İlk beyitteki “zâbit-i şer’î” [= şeriat zabiti] terkibi dünyada yapılması gereken işlerin şeriata uygun olup olmadığını gözleyen gücü temsil etmek üzere kullanılmış bir kavramdır, insanlar şeriata uygun olmayan bir iş yapınca şeriatın zabıtası yahut hükmü gelip gereğini yapar. Bununla birlikte “cünûn iklimi” [= cinnet ülkesi] yani aklını yitirmişlik hâlinde yaşayanlar için bunların hiçbiri geçerli değildir. Yani bunlar akıl arşivlerindeki tutanaklara bakarak onu mu yapsam bunu mu diye düşünme derdinden uzaktırlar, üstelik şeriatın kolluk kuvvetleri yahut hükümleri de onlara bir şey yapamaz, çünkü cezaî ehliyetleri yoktur.

5: “Miyân” ara demek olup buradaki “miyân-ı güft ü gû” terkibi, ‘boş sözler arasında, dedikodu ederken’ demektir. Bu beyit cahil ve “bed-meniş” [= kötü karakterli] kimselerin, ne dediğini bilmezlerin, söz arasında “kubh” yani kabahatlerini söyleyivermelerine işaret etmektedir. Nice insan vardır ki görgü ve bilgisi olmadığı için birçok şeyi tabii imiş gibi anlatır yahut bazıları da sözün nereye vardığını dahi fark etmeden işlediği fenalıklardan bahsediverir. Bu ilk mısradaki “iyhâm” ve “kubh” kelimelerinin birlikte zikredilmeleri, aynı zamanda edebiyattaki ‘Bir ibareyi uzak ve çirkin anlamını ima edecek şekilde kullanma’ demek olan ‘îhâm-ı kabîh’ tabirini hatırlatacak şekilde özellikle kullanılmıştır (iham), ikinci mısrada ise şair ilk mısradaki ifadeye uygun bir örnek vermektedir (irsalimesel). Edebiyatta her millet bir karakterin sembolü hâline gelmiştir. O devirde dünyanın birçok yerinde yaygın olarak hırsızlığı meslek hâline getiren çingenelere işaret eden şair, bir çingene yiğidinin “şecaat”ini [= kahramanlık] anlatırken övünmek için ‘Şöyle yaptım böyle ettim’ derken farkında obuadan hırsızlığını söylemesini örnek göstermektedir.

6: Eskiler dünyanın yaratılış sebebi ve varlığın gerçek mahiyeti gibi hususları inceleyip araştırma işine “hikmet”, bu işle uğraşanlara da filozof anlamında ‘hakîm’ derlerdi. Bunlar bütün bilimlerle uğraştıkları gibi tıp ile de ilgilendiklerinden, günümüzdeki ‘hekim’ kelimesinin aslı bu ibareye dayanmaktadır. Bu bakımdan ilk mısradaki “şîve-i hikmet” ibaresi ‘hekimlik tarzı’ anlamına geldiği gibi “felsefe, maddenin hakikatini araştırma yolu’ vb. geniş anlamlara gelebilecek bir yapıda kullanılmıştır. Beyitte eski tıbba göre vücuttaki dört elemanın birbiri ile karışım oranları demek olan “mizâc” [= tabiat, huy], “hikmet”, “tabîb”, “mariz” [= hasta] ve “sıhhat” [= sağlık] gibi kelimelerin tamamı tıp ile ilgili tabirler olduklarından özellikle bir araya getirilerek kullanılmışlardır (müraatinazir). Doktorlar çoğu zaman, hayat güçlerini kırmama düşüncesiyle en kötü hastalara dahi durumlarının vahametini haber vermeyip hemen daima iyi olduklarını söylerler. Bu yalan olmakla birlikte hastanın mizacına iyi gelir. Bütün bu bilgiler ışığında beyte şöyle bir yorum getirilebilir: Hikmet yani tıp veya felsefe, aslında ilâhî gerçekler ve büyük bilgi kaynağının ilmi karşısında çok zayıf ve âciz olup bizim sorularımıza ve dertlerimize cevap vermezler. Bununla beraber hikmet bizim tabiatımıza uygun düşmektedir. Bu durum hasta iyi olmasa da doktorun ona yalandan iyi olduğunu söylemesine benzer. “Hikmet”in bir manası da ‘hikmet dolu sözlerle yazılmış edebî eser’ demek olduğundan, “hikmetin mizaca uygun olması” ibaresi aynı zamanda Râgıb Paşa’nın şiir üslûbu ile ilgili bir ipucu da taşımaktadır.

7: “Nükte” kapalı bir ifadeden çıkartılan ince mana yahut remizlerle ifade edilen bir mana demektir. Öyle anlaşılıyor ki paşa bu ifadesiyle gönlünü, karmakarışık olmuş ve “ser-beste” [= ucu bağlı, düğümlü] kalmış bir iplik yumağı gibi düşünmektedir. Yani çözülmesi mümkün değil gibidir. Bunun hikmetini ne bir kimse anlamakta ne de Râgıb Paşa söylemektedir. Ancak beyitte yer alan kelimelerden gerek “hikmet” kelimesinin kök itibarıyla hekimlik ile olan ilişkisinden gerekse “illet” [= hastalık] kelimesinin yine aynı konuyla bağlantılı oluşundan, şairin bir hastalığa imada bulunmağa çalıştığı tahmin edilebilir. Günümüzde devlet büyüklerinin ciddî hastalıklarının sürekli halktan ve siyasî rakiplerden saklanması gibi, burada da muhtemelen sadrazamın bildiği, fakat hekimlerin deva bulmakta âciz kaldığı ve kimsenin hakkında konuşamadığı bir hastalık söz konusu olabilir…

*NOT: Şerh için Osman Koca’nın Beyan Yayınları’ndan çıkan “Divan Şiirlerinden Seçmeler” kitabından yararlandım.

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin