Yürürlükte olan hukuk ile fetva ilişkisi

YORUM | AHMET KURUCAN

(Fetva Sorunu Yazıları-2) 

Bir önceki yazımda “İslam dünyasının en büyük problemlerinden biri fetva sorunudur” demiş, kısaca bu başladığı taşıyan yazıyı neden şimdi kaleme aldığıma dair açıklamalardan sonra bir cümle ile fetva tarifini vermiştim. Şöyle dedim fetvanın tarifini verirken fetva, hayatta karşılaştığımız herhangi bir problemin dini değerlere, ilkelere, kurallara uygun bir şekilde müftüler tarafından getirilmiş çözüm şekline denir.

Bu tarif ile klasik yaklaşımların dışına çıktığımın farkındayım. Zira literatürde “fakih bir kişinin fıkhi bir meseleye yazılı veya sözlü”, örfte ise “müftünün verdiği yazılı cevap.” diye tarif edilir. Böylesi bir tanım “bir zamanlar” diye ifade edebileceğim ve genelde Müslümanların çoğunluk, Müslüman olmayanların azınlık olarak yaşadığı, siyasi yapılanmanın odağında din ve dini değerlerin olduğu, imam, müezzin, müftü, vaiz, molla, müderris, kadı ve şeyhülislam gibi vasıflara sahip olan din adamlarının hayatın merkezinde adeta yegane rehber olarak bulunduğu bir dönem için vakıaya mutabıktır.

Ama bugün? İşte asıl cevaplandırılması gerekli olan soru bu; bugün? Bugün biz aynı hukuki bir zeminde mi yaşıyoruz? Sosyal, siyasal, kültürel, ekonomik, askeri vb. hayat şartlarımız aynı mı? Kur’an ve sünnet başta dini değerlerimiz, o değerler etrafında oluşan geleneklerimiz üzerinden asırlar geçmiş ve özellikle Kur’an-sünnet asli değerlerini hiç kaybetmemesine rağmen bizim gözümüzde aynı kıymete haiz midir? Farklı pencerelerden bakarak çok daha farklı sorular sorabilirim ama hepsinin cevabı gayet açık ve net: Hayır. O zaman…

O zaman bugün fetvayı anlamlandırırken dün ve bugün ayırımı yapmak zorundayız. Aşağıdaki satırlarda bunu yapmaya çalışacağım fakat fetvanın hem teorik muhtevası hem de Efendimiz dönemi başta erken dönemlerde pratik hayatta icra etmiş olduğu fonksiyonları teker teker ele alıp anlatacak değilim. Böylesi bir şey okumakta olduğunuz makalenin sınırlarını aşar. Geniş bilgi edinmek isteyenler konu ile alakalı yazılmış müstakil kitapları ya da en azından İslam Ansiklopedisinin fetva maddesini okuyabilirler.

Fetvada dün bugün ayrımını farklı yönleri ile ele alabiliriz.  Ben sonraki yazılarda vereceğim cevaplara altyapı olması açısından sadece bir yönünü  ön plana çıkartacağım; o da yürürlükte olan hukukla fetvanın ilişkisi. Yalnız ben bu ayrımı aşağıda satırlara dökerken sizlerin de zihni bir soyutlama içine girip belki zaman tünelinde maziye doğru bir yolculuk yapıp İslami değerlerin siyasi ve hukuki hayatın belirlenmesinde başat rol oynadığı bir döneme hayalen ve fikren gitmeniz gerekir. Başlıkla irtibatlandırarak daha net ifade edeyim, yürürlükte olan hukuk bizim bugün Hanefi, Şafi, Hanbeli, Maliki mezhebi deyip geçtiğimiz hukuk ekollerine ait fıkıh kitaplarının devletlerin kabulüne bağlı olarak kanun kitapları olarak mahkemelerde hakimlerin/kâdıların elinde bulunduğu ve karşılarına çıkan meselelere bu kanunlara göre hüküm veriyordu. Kanunlara diyorum, zira söz konusu olan fıkıhçıların yani hukukçuların yapmış oldukları farazi bir meseleye ya da toplumsal hayatta karşılığı olan bir soruna yönelik yaptığı içtihatlar kanun olarak uygulanıyordu. Evet, biz buna bugün “Hanefi mezhebinin içtihadı” diyoruz, “İmam Azam’ın veya İmam Muhammedin görüşü” diyoruz, “Müfta bih yani farklı görüşler de var ama genel kabul gören ve kendisi ile hüküm verilen görüş bu” diyoruz ama bu içtihatların yer aldığı kitabın kanun kitabı, bu içtihatların da mahkemelerde kâdı-hakimlerin kendisi ile hüküm verdiği kanunlar olduğunu unutuyoruz.

Pekala böylesi bir dönemde fetva ne işe yarıyordu? Madem hukukçuların yapmış olduğu içtihatlar kanun olarak yürürlükteydi, fetvanın ve müftülerin işlevi neydi? Neden böyle bir mekanizmaya ihtiyaç duyuldu. Öyle ya madem ki kâdı da müftü de aynı kitaplardan hareketle hükümler veriyordu, ne gerek vardı müftüye ve fetvaya?

Malum olduğu üzere İslam dininin ameli hükümleri erken dönemlerden günümüze kadar kabul edilen görüşe göre Müslümanın hayatının tümünü içine alan hükümler ve değerler manzumesinin üç önemli parçasından birini oluşturur. Diğer ikisi itikadi ve ahlaki değerlerdir. İslam’a inanan bir insan kalbinde taşıdığı inancının ve hayatının her anında yapageldiği eylemlerinin söz konusu manzumedeki değerlere uygun olmasını gözetir. Gözetir zira Allah’ın rızasını ancak bununla kazanacak, imtihan dünyasını bununla geçecek ve cennete bununla ulaşacaktır. Fakat hayatın tabii akışı içinde yer alan davranışların bazıları söz gelimi yeme içmeden yatıp uyumaya kadar hukukun kapsamı içine girmeyebilir. Ama şuurlu ve duyarlı mümin bu davranışlarının da İslamî değerlere uygunluk vasfı taşıyıp taşımadığını araştırmak zorundadır. Ya da günümüzde olduğu gibi değişen ve gelişen siyasi, ekonomik, kültürel arka plan şartları çok yeni meseleleri Müslümanın karşısına çıkartmış ve daha önceden örneği olmadığı için de mevcut kitaplarda bunların birebir cevabını bulamamıştır. Bu durumda yapılacak şey Kur’an ve sünnete müracaatla Allah ve Resulünün ortaya koyduğu emir ve yasaklara, hedeflemiş olduğu gayelere bakarak İlahi maksad ve beşeri maslahat ekseninde yeni hükümler üretmektir.

Evet, bir Müslüman için değişen ve gelişen şartlara bağlı olarak karşımıza çıkan hükmü bilinmeyen meselelerin Kur’an ve sünnete uygun olarak çözümlenmesi gerektiği bir sorundur ama bunun için Kur’an ve sünnete müracaat etmeye durduğumuzda karşımıza daha büyük bir sorun çıkmaktadır; kim yapacaktır bunu? Herkes Kur’an’ı eline alıp ayetlerden hüküm çıkartacak, halkımızın çok sevdiği ve severek kullandığı bir kavramla ahkam kesebilecek midir? Bunun için bilgi, tecrübe, metot olmalı değil midir? İşte yürürlükte olan hukukun kapsama alanı içine girmeyen, kanunlarda yeri olmayan meselelerde davranışlarının Allah’ın rızasına uygunluğunu arayan fert bu noktada yetkin ve uzman kişilere müracaat etmiştir ki bunun literatürdeki karşılığı müftü, müftüden aldığı cevap da fetvadır.

Farklı bir perspektiften yaklaşarak şunu da ilave etmeliyim; bu siyasi ve hukuki zeminin var olduğu toplumda içtihadî yetkiye sahip hakim-kâdı ile müftü arasında yetkinlik bakımından fark yoktur. Her ikisi de hayata dair karşılarına çıkan meselelere Kur’an ve sünnet merkezli belli bir düşünce sistematiğine bağlı kalarak hüküm üretecek kapasitede olan insanlardır. Bunun içindir ki literatürde kâdı-hakim nasıl müçtehit olmak zorunda ise müftünün de müçtehid olması şartı aranır. Bu durum hukukun gelişimine büyük katkılar sağlamıştır. Kâdılar müftülerin verdikleri fetvalardan istifade etmişler, yeni meselelere hüküm arayışı esnasında karşılıklı istişarelerde bulunarak hüküm ve fetvalar arasında tutarlılığın sağlanmasına da vesile olmuşlardır.

Ama bu demek değildir ki aynı muhtevayı yansıtsa bile hüküm ile fetva arasında fark yoktur. Hayır vardır ve ikisi arasındaki en büyük fark bağlayıcılıktır. Şöyle ki, kâdı-hakim devletin resmi makamında kamu otoritesi namına oturan ve kamu düzenini sağlama adına içtihatlar yapar, yaptıkları içtihatlar bağlayıcıdır, devletin yaptırım gücünü arkasına alır ve muhatabına uygulatır. Fakat müftünün yapmış olduğu içtihat sadece sorusunu soran kişiyi bağlar, aldığı cevabı ister uygular ister uygulamaz ve devletin yaptırım gücü buna karışamaz. Bunu ifade için literatürde iki kavram vardır: diyani ve kazai. Basit bir misal içinde; bir alacak verecek davasında müftünün verdiği cevap ile kâdının vereceği cevap muhtemelen aynı olacaktır. Ama müftünün cevabı kişinin vicdanına hitap edecek kâdının vereceği cevap ise hukuki sonuçlar doğuran bir hüküm olacaktır.

İkinci önemli fark ise bu satırları okuyan hemen herkesin çıkarımını yapabileceği bir şeydir ki o da fetva konusu olan meselelerle kazai hükme yani yargıya konu olan meselelerin farklı oluşudur. Fetva ibadetler başta olmak üzere kişi ile Allah arasında kalan ya da kişinin özel hayatını alakadar eden ve yargının kapsama alanına girmeyen şeylerde, diğeri ise yargıya taşınan ya da kanunlaştırmanın söz konusu olduğu meselelerde geçerlidir.

Dün hukuk sisteminin İslami değerlerle adeta bütünleştiği bir zeminde fetvanın toplumsal karşılığı ve fonksiyonu bu idi. Ya bugün? Devam edeceğim.

Yazının uzadığının farkındayım. Ama dünü anlamadan, bir önceki cümlede ifade ettiğim gibi fetvanın dünkü fonksiyonunu kavramadan bugün fetva hakkında konuşamam. Zira günümüz dünyası düne nispetle çok ama çok farklı yerde. İşte bu farklılık fetvanın hem tarifi hem mahiyeti hem işlevi hakkında farklı şeyler söylenilmesini zaruri kılıyor. Değişen bu arka plan şartlarını nazara almadan fetvaya yukarıda kısaca çerçevesini sunduğumuz zeminde olduğu üzere aynı görevi verir, aynı fonksiyonu eda edecek nazarıyla bakarsak fetva bana göre çözümün değil sorunun bir parçası olur. Nitekim bana “İslam dünyasının en büyük sorunlarından biri fetvadır” dedirten temel dayanak noktası da burasıdır.

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

2 YORUMLAR

  1. Değerli hocam,

    Yazınızın devamı gelecek mi bilmiyorum, kendi zaviyemden meram anlaşılmıştır gibi geldi. Elbette, daha da genişletirseniz okuyucu olarak keyifle devam ederiz bizde okumaya.

    Hocam, fetvayı konu alan daha önceki ilk yazınızın altına yorumcu-yorumcu etkileşimi çerçevesinde bir takım gözlemlerimi yapmıştım.

    En büyük sorun FETVA deyince, onunla atbaşı nitelikte bir durumu ifade etmiştim.

    Bu çerçeve de, ilahiyat dünyasının hem dikkatini çekmek muradım hem de bir farkındalık başlangıcı oluşturmak.

    İslam aleminde en vizyoner ülke Türkiye diyebilirsek eğer, anlatacaklarım da sanırım şumüle ilişkin dolayısıyla.

    İddiam, tezim şu: İslam ülkelerinde, dini anlatma ve onun üzerine bir yaşantı inşa etme modeli, anlatımı, İslam alemini geriletmektedir.

    Dikkat ediniz, dinin gerilettiğini söylemiyorum, din anlatımının veriliş tarzını gerilettiğini, bir çeşit Ortaçağ ruhunun şu an İslam coğrafyasında hakim olduğunu söylüyorum.

    BU yazı; amacı Allahı anlatmak niyetinde olan insanları kapsam dışında tutuyor. Zira, Havari misali, tek derdi, öncelemesi farklı olan insanları, misyonları gereği açıklamalarında makul görmek, anlayışla karşılamak şart.

    Bununla birlikte, büyümeyle birlikte, çekirdekten çınara doğru büyümeye başlayan her tür böyle idealist yapılarda, zamanla toplumu etkilediği için, en azından, insanlara dini mesajı iletmede iletişim kaynaklarının mülkiyetine sahip olduğu için eleştirimden nasibini de muhakkak alıcaktır.

    Kısaca, her ne kadar dışında tutayım desemde, Cemaat, tarikat adıyla basitçe tanımlayacağım yapılar, medya sahiplikleriyle, insan kaynaklarıyla topluma hitap etme, bir çeşit dini konularda otorite olma görüntüleriyle aslında eleştirilerimden de paylarını almakta ve belki de ilgilerine göre eleştirilerimin odağı dahi olmaktadırlar.

    Şimdi, tekrar olmaması için, daha önce yorumcu-yorumcu etkileşiminde belirttiğim o hususu burada tekrardan naklediyorum. Bu bağlamda yazılarınızı görmekten de mutluluk duyacağım belirtmek istiyorum.

    Buyurun naklediyorum aşağıda..

    “Hepimiz birer yıldız tozuyuz”

    …. O noktaya gelmek bir çeşit hayal gibi mevcut durumda, bari hiç yoktan İlahiyat dünyasının ve ilahiyatçının reflekslerini değiştirebilsek. Dikkat ederseniz, İlahiyat dünyasını bir çeşit eğitilmeye hazır bir vaka olarak ele alıp, reflekslerini değiştirebilsek diyorum. O nedenle de, yukarıya “Hepimiz birer yıldız tozuyuz” başlığnı kullandım. Bu sözü ilk duyduğunda içinden tepki veren herkes aslında eğitilmeye ihtiyacı var demek. Bir çeşit turnusol kağıdı bu kelime.

    “Hepimiz birer yıldız tozuyuz” sözünü, genellikle astrofizikçiler söyler. Bu cümleyi ilk duyduğumda, o birkaç saniye içinde içimden inancıma saldırı olduğunu düşünmüştüm. Yani, lafı ilk kendime söylüyorum.

    Bir bilim adamının, konumunu bilgisini kullanarak bir çeşit manipüle etmesi olarak aklıma gelmiş, içimden rahatsız olmuştum. Ancak, ardından açıklamaları dinlecekte, aslında bunun dine aykırı bir söylem olmadığını, özünde hepimizin birer yıldız tozu olduğumuzu da öğrenmiş oldum. Bu kendimden verdiğim ölçüden yola çıkarak, işte benzer önyargı refleksleriyle İlahiyat dünyasının dolu olduğunu düşünüyorum. Tek kanatlı olunmasının handikapları da var kısaca.

    Kısaca söylemek gerekirse, (ruha dair bilgimiz çok sınırlı, ruh-can denen olguyu kenara koymak şartıyla elbette), bedenimizi oluşturan tüm elementler, BİG-BANG sonrası süreçlerin ürünü. Başlangıçta varolaN madde-anti madde arasındaki o o bilmem 10 üzeri – kaç yüz oranındaki küçücük farkın, maddenin anti maddeye fazla gelmesi nedeniyle maddenin var olduğunu, ilk başta var olan hidrojenle başlayan, yüksek sıcaklık, basınç, radyasyon vb ile devam eden süreçler neticesinde, diğer atomların ortaya çıktığını, ardından elementlere dönüşümü, onlardan da cansız varlıkların yapısının, canlıların da ruh hariç bedenlerinin oluştuğunu öğrendiğimde,

    Hepimiz birer yıldız tozuyuz.. sözünü yadırgamamdaki ilkelliği düşünmüş, kızmıştım kendime.

    Eğer yıldızlar olmasaydı, gezegenler olamazdı da.. evrendeki hemen hemen tüm elementler insan vücudunda da var, ve ruhumuzun içine girdiği kalıp oralardan geliyor.

    Hepimiz birer yıldız tozuyuz.. sözüyle başlayan çığır açıcı cümleyi astrofizikçilerde alıştık, ama bir ilahiyatçının koşarak bunu kullandığını görmedim. Nedeni de açık sanırım. İçselleştirememiz. İlahiyat dünyasının entelektüelleri dahi bilimsel konulara hep korkarak yaklaşmış, bunu kabul edersem, erkenden davranırsam, aceba bir şekilde evrimcilere, şuna buna hizmet eder miyim kaygısını güdüyor. Bu kaygıya saygı duymakla birlikte, bu kaygının onları yarım bıraktığını, bir çeşit skolastik dönem ruhuna soktuğunu düşünmeden de edemiyorum.

    Aslında, tekvin kanunu da demek olan, yani Allah bilgisinin farklı bir yansıması olan bilim, İlahiyat dünyasının ilgisini çekmiyor. Övünmekle yetiniliyor, müslüman bilim adamlarını öne çıkararak okadar. Geçmişi analiz etme yetisine çok sahip değilim bu dönemde, elbette Ali Kuşçular vardı bu topraklarda, Biruniler, Farabiler, Sinalar da, onlar çıktığına göre, bir zamanlar ilahiyat ile bilim ruhu birbiriyle örtüşüyordu. ama günümüzde ben bir çeşit DUALİTE görüyorum. Bu bir olgu.

    Bilim adamı olmalarını beklemiyoruz elbette İlahiyatçıların. Ama diğer taraftan farkına varmadan köstek oldukları durumu fark edebilseler.

    Nedir o köstek olma? Yukarı da en entelektüelleri demiştim, birde öyle olmayanları var ki, kulaklarımla duyduğum örneğin, bir çeşit örnek nevinden olduğu için veriyorum,

    Cübbeli Ahmedin, gök taşına bir uyduyu indirmek ve incelemek için yıllarını veren bir bilim adamı grubunun bu emeğini küçümseyerek başladığı sohbetine,

    “Ne gerek vardı yıllarınızı vermeye, bana sorsaydınız söylerdim orada gidince bulacağınızı,… deyip ardından bir ayet söylemesi aklıma gelince, bazıları için bu teyakkuzda bekleyiş yok bile. Şakayla karışık anlatımlarında aslında, bilimle donatılmış bir insan modelini ideal olarak ele almıyorlar. Onun için bile zaten bilim-ilim kavramı ayrı kullanılıyor artık.

    Ben, kendi adıma, gerçek anlamda, günümüzdeki İlahiyat dünyasının tutumunun, gerçekten de ilerlemenin önünde bir engel olduğunu düşünüyorum demiştim. Elbette yüce dinimiz değil, ancak, onu anladığını sanan insanların yorumlama biçimleriyle, etki altındaki insanları etkilemeleri. Bunu özellikle genç yaşlardakine yapınca, onun önündeki modeli de değiştiriyorsunuz. (Tekrarlarsam, hizmet, üstad, HE bakış açısı konumuz dışı).

    İsmi lazım değil, bir tarikat lideri kalp ehli olduğunu düşündüğüm vefat etmiş birinin, ki çok da severek dinlerdim sohbetlerini zaman zaman, İlim den bahis açılınca, İngilizce öğreniyorlar kurslar vs, tamam öğrensinlerde, farz olanları öncelemek lazım deyip, sürekli, tefsir üzerinde durması aklıma gelince, teknik olarak mantıklı bu yaklaşımın, uygulama da bizi felakete sürüklediğini düşünüyorum. Bardakda durduğu gibi durmuyor.. sözü dini sohbetler için birebir.

    Örnekle gidersem; bir Tul-i emel kavramını, ergenlik çağında bir çocuğa çok dikkatli anlatmalı, gence farklı, orta yaşa farklı. Yetişen bir sürgüne fidan muamelesi, fidana da ağaç muamelesi yapılmamalı. Bir yetişen ergene, kendine gel, topar

    Günümüzde, dini hassasiyeti olan yapıların dikkat etmediği bu hususun çok büyük etkileri oluyor sırf bu örnek kalıp üzerinden, tuli emel kavramı üzerinden. Dünya hayatının faniliği, hayatın geçiciliği, bir çeşit bir lokma hırkanın kutsanması vb üzerinden aslında fark etmeden, tertemiz bir çocuğa farklı bilinç altı göndermelerde yapıyoruz. Bunu bilerek yapmıyoruz, ama bunun o çocuğun zihninde neler oluşturacağını bilmiyoruz. Aslında biliyoruz ortaya çıkan sonuçlar üzerinden.

    Bu konu kapsamlı, derin, elbette çok yönü var. Dünyadaki eğitim, kariyer, bilim planlı. yılları alan bir süreç. Bu bir yaşam tarzı artık.

    Doktora yapın, postdoktora yapın, gece gündüz bilime yönelin, alanınız neyse onun en iyisi olun diyen bir İlahiyat dünyası yok, varsa da ucundan kıyısından. Konuşunca hayır biz teşvikte ediyoruz diyorlar ama diğer taraftan bir bakıyorsun o kadar çok dünya hayatı kötüleniyor ki,yetişme çağında olan bir dimağ bunlardan etkilenir, demek istediğim bu. İş işten geçip o eğitim zamanları geçtikten sonra bunları idrak etse de, artık kütüğe dönüşmüş oluyor.

    İlahiyat dünyası fark etmese de, bu sonucu doğruyor. Bir çeşit Orta Çağ Kilisesi mantığı hüküm sürüyor.

    Bu yönüyle, sürgünler, fidanlar, yani çoçuk ve gençler çok önemli. Hangi hadisi, hangi ayeti o çocuğun ruhuna gelişimi için daha gerekli olduğu da düşünülmeli. Daha dünyaya bulaşmamış, tertemiz bir çocuğa, kırk yıllık günahkar gibi, yahut şehvetle, malayani ile uğraşan insanlar gibi düşünüp, onlara sürekli, dünya hayatının kötülüğünden bahsetmek iyi de, bunun handikapı da işte onların kendi içlerine kapanmalarına, içsel dönüş yaparken aslında bir çeşit kapanmaya da sebep olduğuna bunun inanmamız, kabul etmemiz gerekiyor. İlgisini kaybediyor gençler, çocuklar.

    Zengin olmak, işini büyütmek, yaşamında buna ilişkin plan kurmak, ardından istihdam oluşturmak, vergisini verip ülkesine katkı sağlamak, yeterince büyürse, zenginleşirse araştırma fonları oluşturmak, burslarla gençlerini fonlamak, dev laboratuvarlar kurmak da günümüzde dev bir hizmet. Hizmet ama benim bu satırlarımı okuyan pek çok dini hassasiyeti olanın dahi, bunları birer hizmet olarak gördüğünü sanmıyorum, (hizmet insanı müstesna). Dindarlaştıkça insanları varlıktan, ekonomik, sosyal hayatın içinden çekmeye çalışan bir anlatım dili var bugün ilahiyatçıların, tarikatların, cemaatlerin. Bu nedenle dünya hayatını levmetmenin yeri ve zamanı önemli işte. Bir fidana, sürgüne, gence bu yapılmamalı.

    Sırf tuli emel üzerinden bunlar aklıma geliyor bir çırpıda.

    İlahiyat dünyasının yaptığı akademik çalışmalar içinde bunlarda olmalı bence bu nedenle. Bizim anlattıklarımız nasıl algılanıyor. Algı çalışması yapılmalı. Biz konuşuyoruz, tavsiye ediyoruz ama bu nasıl bir etki oluşturuyor. Neye faydalı oluyoruz, neye bilerek-bilmeyerek zararlı oluyoruz.

    Bu yazdıklarım bağlamında hizmetin konumunu girmiyorum. Konumuz o değil. o spesifik bir konu. O konu ayrı. Ama özetle, İslam medeniyetinin ilerlemesinin önündeki en büyük engellerden biri malesef ki İlahiyat dünyası.

  2. Bizler bugün modernizmin nimetlerinden bahsediyoruz Müslüman dünya olarak. Bu bakis acisi bircok insani fikhi acidan aslinda bir adaptasyon, modernizm icinde evcillesme fikrine yaklastiriyor. Cogumuz Müslümanligin temel ögretilerinin modernizm ile celistigini görüyor ve Islamin aslinda modernizm karsisinda bir aktör olarak ortaya cikmasi gerektigini anliyor. Fakat fikhi uygulamalara bakinca psikolojik üstünlügü bin sene de gecse devralamayacagimiz ortada. Bu uygulamalarla modernizmin cikmazlarin tespit edip yeni bir dünya fikri sunmak da kolaz görünmüyor.
    Bana göre tek cözüm, bu konuyu daha iyi tartisabilecek insanlarin yetismesine öncelik vermek. Su an Müslüman bir ilahiyatci veya dindar bir Müslüman biyologun evrim konusunda, escinsellik konusunda bilim dünyasina acacagi bir pencere yok. Bu pencereyi acabilmek donanim gerektiriyor. Donanim da bizim anladigimizdan cok daha farkli bir egitimi zorunlu kiliyor. Bizim bu gercek karsisindaki tepkimiz ise Mehdi beklentisi. Gerek yok yani kafa patlatmaya, nasisa kiyamet yakinda kopacak ve cennet de bizim. Nabza göre serbet veren bulvar gazetesi zihniyeti sürüp gidiyor ilahiyatcilarda da: Biz Müslümanlar iyi insanlariz. Hadi hepimiz iyi olalim, cennet bize yakisir.

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin