Uyuşturucu ve futbol!

İnsanlığın kirli tarihi ya da FIFA (10) 

YORUM | M. NEDİM HAZAR

Futbolun pek bilinmeyen kirli tarihini ele aldığımız bu seride artık sonlara yaklaşıyoruz. FIFA’nın kuruluşuyla beraber (1904) kurumsallaşan futbol, önce bir grup elitin kontrolündeydi. Ardından askerlerin, sonra diktatörlerin kullandığı bir aparata dönüştü. Halen de bu yönüyle kullanılmakta. 1974 yılında Brezilyalı tüccar Joao Havelange ile birlikte rüşvet ve yolsuzlukların da kurumsallaştığı FIFA, kapitalizmin futbol sektörünü keşfetmesiyle beraber benzersiz bir ürüne dönüştü. 

Futbolda dönen dolaplar, tarihte eşine nadir rastlanan saray entrikalarına benziyordu. 

Bir kere koltuğu kapan asla bırakmak istemiyordu. 

Bunların başında Havelange vardı. Ancak Havelange darbeyi en yakın adamından; Sepp Blatter’den yedi ve aldığı rüşvetlerden dolayı rezil olmamak için şantajla da olsa koltuğunu Blatter’e bıraktı. FIFA Başkanlığı öylesine yağlı ballı bir koltuktu ki, Blatter de asla kalkmak istemedi. 

Ancak devir değişiyor ve kötüler yolsuzluğun cirit attığı ortamlara adeta akıyordu. Bu sebeple Blatter’in karşısına en az kendisi kadar üçkağıtçı ve merhametsiz rakipler çıkacaktı. Bunların hepsi de kendi ekibinden, vaktiyle beraber pis işler çevirdiği insanlardı. 

 

Uyuşturucu parasıyla finansman!

Meşhur Narcos dizisinin birinci sezonunda şöyle bir diyalog geçer:

“Eğer büyük bir uyuşturucu baronuysan, mutlaka bir futbol kulübün olmalı!”

1980’lerde ünlü uyuşturucu patronu Escobar ve karteli ABD’ye her ay 70 tondan fazla kokain kaçırarak milyonlarca dolar kazanıyordu. Yetkililerin Escobar ve karteline savaş açması çok uzun sürmedi. Zirvede, Escobar’ın başkan adayı Luis Carlos Galan’a suikast düzenlemek amacıyla bir uçağın bombalanması emrini verdiği bildirildi.

Uçakta bulunan 110 kişi hayatını kaybetti. Galan sonunda 1990’da Soacha’da 10.000 kişiye konuşma yaparken öldürüldü.

Kısa süre sonra Escobar’ın, yetkililerin dikkatini çekmeden fonlarını transfer etmek için yeni yol ve yöntemlere ihtiyacı olduğu anlaşıldı. Bu seçeneklerden biri de bir futbol kulübü satın almaktı.

Adalet Bakanı Rodrigo Bonilla, futbolda kartel sahipliğine son vermek için bir kampanya başlattıktan sonra 1984 yılında suikasta kurban gitti ve bu, Kolombiya hükümetinin bir daha dokunmaya istekli olmadığı bir alandı.

Escobar, 1980’lerin sonlarında Medellin merkezli Atletico Nacional’i satın aldığında tam olarak polisin korktuğu şeyi yaptı.

Escobar çok geçmeden futbol kulübü aracılığıyla her yıl milyonlarca doları aklamaya başladı. İç saha maçlarına katılımların tahrif edilmesi, transferler için yanlış rakamlar verilmesi ve kulübe yapılan belirli yatırım türlerinin maliyeti hakkında yalan söylenmesi bunu mümkün kılıyordu.

Escobar’ın bugünlerde birçok futbol kulübü sahibinin yapmakta olduğunu yaptığı iddia edilebilir.

Kolombiya futbolu, kısa süreli de olsa bu artan mali destekten yararlandı. Atletico Nacional, 90 dakikası 2-2 berabere biten maçın ardından Paraguay ekibi Club Olimpia’yı penaltılarda 5-4 mağlup ederek 1989’da ilk Copa Libertadores kupasını kazandı.

Atletico Nacional ekibi, kaleci Rene Higuita ve geç dönem defans oyuncusu Andres Escobar gibi çok sayıda yerli oyuncudan oluşuyordu.

2 Aralık 1993’te Pablo Escobar, La Catedral hapishanesinden kaçtıktan sonra çıkan bir çatışmada vurularak öldürüldü.

Edindiği servet dudak uçuklatacak büyüklükteydi: 30 milyar dolar! Escobar’ın ölümüyle Kolombiya uyuşturucu ticaretinin kesilmese de en azından azalacağı tahmin ediliyordu. Ancak hiç de öyle olmadı. Aksine, yetkililer uyuşturucu tacirlerini kontrol altında tutan tek kişiyi ortadan kaldırmıştı. Ve kaos çıktı.

Escobar’ın ölümüne rağmen ülke, ABD’de düzenlenen 1994 Dünya Kupası’na büyük umutlarla girdi.

Yerli oyuna uyuşturucu baronlarının yoğun yatırımı sayesinde Kolombiya ulusal tarafı, Luis Carlos Perea, Faryd Mondragon, Freddy Rincon ve Faustino Asprilla dahil olmak üzere yetenekli bir kadroya sahipti.

Ne yazık ki, turnuva trajediyle sonuçlanacaktı.

Kolombiyalı milli futbol takımı, omuzlarında devasa bir ağırlık taşıyarak ABD’deki 1994 Dünya Kupası’na doğru yola çıkarken, Kolombiya uyuşturucu savaşları kıskacına girmişti. Kolombiyalı futbolseverler, rakip karteller için çalışan birçok ateşli mafya üyesi taraftar da dahil olmak üzere, onları yolcu etmek için büyük bir uğurlama töreni düzenledi.

Kolombiyalı futbolcular, rakiplerininkinden çok daha büyük bir baskı altında kaldılar; kupa döneminde, ülkedeki en ölümcül ve en dengesiz suçlulardan bazıları, kupa hakkındaki büyük beklentilerini dile getiriyorlardı. Ve bu beklentileri yerine getirmek, zavallı futbolcular için imkânsızın bile ötesindeydi.

Şimdi size hüzünlü bir yan öykü aktarayım…

Andrés Escobar Saldarriaga, 1970 ve 80’lerin uyuşturucu baronu Pablo Escobar gibi Medellin’de doğmuştu. Forbes dergisi tarafından dünyanın en zengin yedinci kişisi seçilen Pablo Escobar’ın aksine  Andrés Escobar Saldarriaga (13 Mart 1967 – 2 Temmuz 1994) “Beyefendi” lakabıyla tanınan bir futbolcuydu. Atlético Nacional, BSC Young Boys ve Kolombiya milli takımında defans oynayan Andrés Escobar, güzel oyun tarzı ve sahadaki sükûnetiyle tanınmıştı.

1994 Dünya Kupası’na kadar geçen dönemde Kolombiya, kısa bir süre için yıldızı parlasa dahi, iddialı bir takım olmamıştı. İlk beş eleme maçında yenilmedi ve bu maçlarda yalnızca iki gol attı. 

Kasım 1993’te Buenos Aires’te, Arjantin’e karşı tarihi bir zafer kazanarak, 5-0’lık skorla finallerdeki yerlerini garantilediler. Kolombiya’daki sözde kutlamalar sırasında onlarca insan öldürüldü ve yüzlercesi yaralandı. Başkent Medellin, uyuşturucu mafyaları olan Pablo Escobar’ın Medellin Karteli ve diğer uyuşturucu satıcılarının arasındaki savaşa teslim olmuş haldeydi.

1994 turnuvasını Kolombiya, eski Galatasaray’lı Hagi’nin fırtına gibi estiği 3-1’lik Romanya yenilgisiyle açtı. Söylentilere göre, uyuşturucu kartelleri takımın oyuncu tercihlerini etkilemeye çalışıyordu ve ABD’ye karşı oynayacakları ikinci maçtan önce, baş antrenör Francisco Maturana ve orta saha oyuncusu Gabriel Jaime Gomez’in otel odalarına ölüm tehditleri göndermişlerdi. 

Bu maç artık kesinlikle çok önemliydi; şüphesiz ki oyunculara, karşı karşıya oldukları tehlike konusunda her türlü uyarı yapılmıştı. Karşılaşma bir kupa maçından öteye geçmiş, gerçek bir yaşam mücadelesi haline gelmişti.

Neticede, üzerlerindeki baskı onlar için çok fazlaydı ve aklı maçtan çok daha büyük sorunlarla meşgul olan takım maçı 2-1 kaybetti. Karşılaşma esnasında (Pablo Escobar’ın takımı) Atletico Nacional’den ulusal takıma çağrılan Andrés  Escobar, kendi kalesine talihsiz bir gol attı ve maç kaybedilmiş oldu.

Son maçında İsviçre’yi 2-0 yenmesine karşın, Kolombiya kendi grubundan çıkmayı başaramadı.

Kolombiya turnuvadan elendikten sonra, Andrés Escobar’a ABD’de kalması teklif edilmişti. Escobar teklifi reddetti, aldığı tehditler ne kadar ağır olsa da Medellin şehrinde tekrar kabul göreceğinden emindi ve şehrine geri döndü. 

Kolombiya’nın Dünya Kupası’ndan elenmesinden beş gün sonra, turnuva henüz devam ederken, Escobar arkadaşlarıyla birlikte Medellin’deki El Indio adlı bir gece kulübüne gitti. Orada, Dünya Kupası’nda kendisinin rezil bir futbol oynadığını söyleyen bir grup adamla tartışmaya girdi ve gece kulübünden ayrılıp arabasına doğru ilerledi; sonrasındaysa, sırtından ve boynunda altı kurşunla vuruldu ve hayatını kaybetti.

Cinayetten kısa bir süre sonra Humberto Castro Munoz adında bir adam tutuklandı ve cinayeti işlemekle suçlandı; cinayetin azmettiricisi olarak da Kolombiyalı bir suç şebekesini yöneten Gallon Kardeşler’in adı zikredildi.

Aradan tam 24 yıl geçti…

19 Ocak 2018 günü, ajanslara bu eski ve iç burkucu cinayet hakkında yeni bir haber düştü. Kolombiya polisi yıllar sonra Andrés Escobar’ı öldürmekten sorumlu adamı tutukladığını duyurdu. Adamın ismi Santiago Gallon Henao idi ve kendisi bir uyuşturucu baronuydu.

Aslında ülkemize baktığımızda da bu geleneğin değişmediğini görürüz. M. Ali Yılmaz’dan Olgun Peker’e, Göksel Gümüşdağ’dan Murat Sancak’a kadar pek çok karanlık şahıs futbola hem meraklıydı, hem kulüpleri yönettiler. 

Normal; demokrasisi açık, hiçbir hukuk ülkesinde bu tiplerin böyle makamlara gelebilmesi imkansızdır!

Neyse, biz hikayemize devam edelim. 

FIFA’nın 2010 yılı toplantısı pek çok açıdan çok önemli bir kırılma eşiğiydi. 

Önündeki tüm engelleri kaldıran ve Orta-Kuzey Amerika futbol konfederasyonu başkanı Jack Warner ve Asya konfederasyonu (AFC) başkanı Muhammed Bin Hammam ile çıkarları gereği işbirliği yapan Sepp Blatter yolsuzluğun eşiğini yükselttikçe yükseltiyordu. 

Bu arada FIFA’da yaşanan tüm skandallar özenle halının altına süpürüyordu. 

Örneğin taciz skandalları.

2013 FIFA ödül töreninde, Hope Solo ve Joseph Blatter.

ABD’li kaleci Hope Solo, Portekizli Expresso gazetesine verdiği röportajda, Blatter’in kendisini taciz ettiğini açıkladı. Solo’nun açıklamasına göre olay, Zürih’teki 2013 Ballon d’Or galasında, o zamanın Yılın Kadın Futbolcusu Abby Wambach’a ödülü sunmak için Blatter ile sahneye çıkmadan önce meydana gelmişti. 

Elbette Blatter’in satın aldığı spor medyası olayı görmezden geldi ve FIFA üstünkörü bir açıklamayla bu olayları geçiştirdi. Keza Platini’nin 400 bin dolarlık buhar olan para olayı da -en azından şimdilik- kapatılmıştı!

Michel Platini, 1998 ile 2002 yılları arasında yıllık 300.000 İsviçre Frangı (306.742 $) maaşla teknik danışman olarak görev yapmıştı. Ancak resmi rakamlar bunun çok azıydı. Blatter, mahkemeye mali zorluklar nedeniyle FIFA’nın o sırada ödeyebileceği en yüksek tutarın bu olduğunu söyledi. Platini’nin maaşının geri kalanı daha sonraki bir tarihte ödeneceğini ileri sürdü. Oysa herkes Platini’nin bu paranın çok daha fazlasını kayıt dışı olarak aldığını biliyordu. 

İsviçre Mahkemeleri… Blatter, elbette buraları da etkisi altına almıştı. İsviçreli yargıçlar FIFA başkanı Sepp Blatter ve Fransız futbol efsanesi Michel Platini’yi yolsuzluk suçlamalarında suçsuz bulmuştu. 

Platini, beraat etmesi üzerine “Benim mücadelem adaletsizliğe karşı bir mücadeledir. İlk maçı kazandım” dedi. Savcılar, Blatter’i 2011’de eski bir Fransa milli takım kaptanı ve menajeri olan Platini’ye 2 milyon İsviçre frangı (2,06 milyon dolar) FIFA fonunu yasadışı bir şekilde akıttığı suçlamasıyla beraat ettirdiler.

Blatter “Yaşasın adalet!” diye haykırdı!

“Öldürmüyorsa güçlendirir” mottosu burada da geçerli oldu ve Blatter, o günden sonra adeta bir devlet başkanı gibi hareket etmeye, ülkelerin iç işlerine bile karışmaya başladı. Futbolun kurallarını istediği gibi değiştiriyor, ülkelerde oynayacak yabancı kontenjanı konusunda federasyonlara baskı yapıyordu. Elbette bütün bunları babasının hayrına değil, cebine ve kasasına daha çok para aksın diye yapıyordu. 

Ve nihayet, 2010 FIFA toplantısına gelinmişti. Dünya futbol tarihinin en karanlık ve en pis günleri yaşanacaktı. 

Bunun için bir yazı daha bekleyeceksiniz, üzgünüm. 

(Devam edeceğiz)

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin