Umut yazısı yazmak neden zor?

YORUM | Prof. Dr. MEHMET EFE ÇAMAN

Ömrünün en güzel zamanlarında, hayatta en verimli olabilecekleri bir dönemde, toplumlarına en yüksek katkıyı verebilecekleri yıllarında hapishane, tecrit, takibat, sosyal soykırım gibi korkunç muamelelere tabi oldu insanlar. Birkaç neslin önemli yüzdelik dilimlerinden bahsediyorum; üç-beş kişi değil! Tam sayısı bilinmemekle beraber yüz binlerce insan hapiste, yüz binlercesi – özellikle kamuda görevli olanlar – işlerini Kanun Hükmünde Kararname’lerle yitirdiler.

Bu insanların alınlarına “hain” ve “terörist” damgası vuruldu. Var olan anayasa maddeleri ve kanunlar işletilmeden, çoğunun hayatı kişisel şahsiyetsizliklerin ve husumetlerin ürettiği rivayetler üzerine karartıldı. Aileleriyle beraber milyonlarca insan! Aile bireylerinden birinin bu dramın kurbanı olması, anne-babaların, eşlerin, çocukların, kardeşlerin de benzer dramlarla karşılaşmalarına neden oldu. Bir zincirleme kaza gibi, hiç sorumlusu olmadığınız kazanın kurbanı oldunuz aniden. 

BU YAZIYI YOUTUBE’TA İZLEYEBİLİRSİNİZ ⤵️

Bu insanların büyük çoğunluğu toplumun okur-yazar kesimi. Hapse atılan veya KHK’lık olan insanların büyük bir bölümü üniversite mezunu veya üstü eğitim düzeyinde insanlar. Şimdi bazıları ülke dışında kendilerine yeni bir yaşam kurmaya çalışıyor. Bazılarıysa Türkiye’de, hayata tutunma gayretinde. İnşaatlarda işçilik yapan, pazarda limon satan, ürettiği ev yapımı gıda maddelerini internetten pazarlayan, akrabalarının yardımıyla ayakta kalmaya çalışan öyle çok insan var ki! Bu insanların emeklilik primlerini, sosyal güvencelerini, maaşlarını gasp eden rejim, birçoğunun da taşınır-taşınmaz özel mülküne, evine, arsasına, arabasına, hatta bilgisayarına ve cep telefonuna el koydu. Yılların birikimini, maddi ve manevi olarak ne varsa, tümden kaybeden insanlar hala umutla yaşam savaşı vermekteler. 

Birçokları hasta oldu. Öyle çok insan kronik ve akut ciddi hastalıklarla boğuşuyor ki! Aileler bölündü. Bunu rejim aparatları bilinçli olarak yapıyor. Anne veya baba, bazen her iki ebeveyn de hapse atılıyor. Çocuklar eğer şanslılarsa, büyükanne veya büyükbabaları sahip çıkıyor. Küçük olanları anneleriyle beraber hapse giriyor. Hapiste doğum yapan anneler var. Sayamayacağımız kadar çok – yüzlerce emziren anne, bebekleriyle beraber demir parmaklıklar ardında, çocuklarının kaderinden ayriyeten ıstırap duyarak, hem dışarıdaki çocuklarına hem içerideki bebeklerine üzülüyor. Birçok kronik hastanın tedavisine izin verilmiyor. Adeta hastalıkları ilerlesin, ölümcül seviyeye gelsin stratejisi izleniyor. İdam cezası sözde anayasaya göre yok. Ama fiilen insanlar infaz ediliyor. Bu bahsettiklerim tek tük münferit olaylar değil. Herkes her gün görüyor ki bunlar artık sistematik rejim uygulamalarıdır. 

O kadar çok anayasa maddesiyle çelişkili uygulamalardır ki bunlar, bir gün normale dönülürse eğer, on yıllarca sürecek ve yine de bitmeyecek yargı süreçleri göreceğiz. Mağdurlar haklarını belki de yaşadıkları süre içinde asla alamayacaklar. 

Geçenlerde sosyal bilimci bir profesör arkadaşımla telefonda konuşurken bu konulara değindik. Arkadaşım, yıllardır ödenmeyen KHK’lı maaşlarının muhtemelen hiçbir zaman ödenmeyeceğini, şanslıysak belki emeklilik primlerimizin işletilmesiyle emekli olabileceğimizi söyledi. Her ne kadar Türk zulüm tarihinde zulme uğramış olanlar – mesela 1402’likler – maaşları da dâhil tüm özlük haklarını kuruşu kuruşuna ve yasal faizleriyle beraber almış da olsalar, bugünkü uygulamalar Cumhuriyet dönemi zulüm tarihi standartlarının çok üzerinde bir zulüm seviyesine ulaşmış ve hiç olmadığı kadar kitleselleşmiş durumda. Darbe dönemleri dâhil yürütmeyi durdurma (idari yargı) süreçleri işlemiş olan Türkiye hukuk ve kamu yönetimi tarihi, son dört yıldır ciddi istisnai uygulamalar yaptı ve yapmaya devam ediyor. Muhtemelen hiçbir zaman haklarımızı tümüyle alamayacağız. 

Hayat bir taraftan devam ediyor. Yaşlanıyoruz. Benim ara rejim süresi hesaplarımı bilirsiniz; birçok kez yazdım. 1980 askeri darbesi sonrasında normalleşme on yıldan fazla sürdü. Yine de 1990’lara gelindiğinde tam olarak normalleşme sağlanamamıştı. Oysa normalleşme için düğmeye 1982 anayasası referandumu ile basılmıştı. Normalleşme için ciddi bir toplumsal uzlaşı ve beklenti mevcuttu. Avrupa Birliği (o zamanki adıyla Avrupa Topluluğu) dâhil, uluslararası toplum son derece etkili bir baskı politikası uygulamakta ve normalleşmeyi talep etmekteydi. Daha da önemlisi, zamanın ruhu, 1991’de çöken Sovyetler Birliği sonrasında, liberal demokrasilerin ve piyasa ekonomilerinin tüm dünyada tırmanışa geçtiği bir dönemdi. 

Oysa bugün tüm dünyada liberal demokrasiler kan kaybediyor. ABD de dahil, birçok ülkede popülist liderler iktidara geldi. Suriye iç savaşı ve sonrasında kurulan İslamcı IŞİD belası nedeniyle milyonlar Avrupa kapılarına dayanınca, liberal ve sol toplumsal ve siyasal kitleler güç kaybına uğradı. Rusya ve bazı doğu Avrupa ülkelerinde, Orta Asya’da ve Asya-Pasifik bölgesinde liberal demokratik reformların başarısızlığa uğradığı birçok ülke var. Kafkasya ve Ortadoğu’da da renkli devrimler başarısız oldu. Her yerde otoriterleşme eğilimleri var. 

Kısacası 1980’lerden 1990’lara giderken gözlemlediğimiz olumlu demokratikleşme ve liberalleşme atmosferi bugün mevcut değil. Dahası, Türkiye’de gerek toplumsal gerekse politik düzlemlerde insanların normalleşme için bir uzlaşı ve beklenti de yok. 1980’lerden önce her türlü politik bölünmeye karşın bugünkü kadar derinleşmiş bir kutuplaşma da yoktu. Bugün, 1990’ların başlarında ideolojilerin küçüldüğü dönemlerde, MHP ve MSP gibi partilerin bile daha merkeze kaydığı bir zamanın ruhu bugün yerini en köşeli ve rijit ideolojik pozisyonlara terk etti. 1990’lardan 2000’lere doğru, daha fazla evrensel değerlerle uyumlu olmaya gayret eden bir Türkiye siyaseti vardı. Mükemmeldi ve tozpembeydi demiyorum kesinlikle. Ama Avrupa Birliği ve refah seviyesinin arttırılması gibi somut havuçlar (motivasyonlar) nedeniyle, gerek elitler arasında gerekse de tabanda evrenseli yakalamak ve ilerlemek düşüncesi baskındı. Bugün bu yok.

Düzelme hayali her şeye karşın herkesin yüreğinde bir yerlerde, usulca yerinde duruyor. 

Hiç olmadığı kadar dibe vurdu ülke. Bu, sadece politik sistem meselesi değil. Her türlü toplumsal veri olumsuz geliyor. Eğitim kalitesi, cinsiyetler arası eşitlik, genç işsizliği, içe kapanık ülke ve bunu ağır psikolojisi, Rusya ve İran gibi aktörlerle aynı kulüpte Batı karşıtlığını pompalayan anlayış, irredantizmin ve şovenizmin patlama yapması, aydınları kendi aralarında bölünmesi ve mahalle amigoluğu seviyesine düşmüş olmaları hep olumsuzluklar. Dahası, Erdoğan’ın izlediği Kürt ve Gülen Cemaati politikaları dolayısıyla birleştirebildiği Milliyetçi ve Ulusalcı nasyonalistler ve böylece nasyonalizm ile İslamcılık arasında bir yerlerde alternatifsizliğe mahkûm olan bir toplum! 

Eleştirel düşünce vatan hainliği sayılıyor. Emin olun sadece bu satırları yazanın başına gelenler bile, bu konuda iyi bir kanıt sunuyor. Hapishaneler düzgün insan dolu. Geminin dümeni ise nerede yolsuz, hırsız, etik ölçütlerden yoksun kifayetsiz muhteris varsa onların kontrolünde. İşin kötüsü, bu rejime ve gidişata her şeyiyle beraber “dur!” diyen hiçbir siyasi parti ve lider yok. Kan kaybı devam ediyor. Ülke gittikçe fakirleşiyor ve radikalleşiyor. Kesimler arasındaki uçurum büyüyor. Fanatik ideolojik ayrışmalar derinden derine geniş fay hatlarıyla ülkeyi bir uçtan diğer uca bölüyor. Dinsel, etnik, coğrafi, ekonomik ve kültürel bölünmeler artık toplumu mikro parçalara bölüyor. Doğru bir diskurla doğru ilkeler bazında toplumu birleştirebilecek bir politik hareket ufukta görünmüyor. Davutoğlu, Babacan, İmamoğlu, İnce, Akşener vs. politik figürlerden medet umanlar çok fena yanılıyorlar. Demirtaş gibi sisteme meydan okuyan, geniş kitleleri kucaklayabilecek liderlerin eksikliği hissediliyor. CHP-HDP ve belki de İYİP’in birleşerek bir tür “dayanışma platformu” kurmaları gerekmez miydi? Bunun olmamasının nedeni, çok derin bir mevzu ve bu yazının hacmini aşar. Ama bu olmadan, klasik siyaset süreçleri içinde bugünkü rejimin çerçevesinde bir değişim beklemek, bana çölde gelişi güzel kuyu kazarak su arayan adamın dramını hatırlatıyor.

Evet, bu bir umut yazısı değil belki. Çünkü bu koşullar değişmeden umut yazısı yazmak dürüst olmaz! Çünkü ihtiyaç duyduğumuz şey, gerçekler! Çünkü olanı kabulle başlamak doğrusu! Çünkü goygoyculuk ve amigoluk zaten yeterince mevcut! Gerçeklerin reddi ve aşırı iyimserlik yerini realizme ve rasyonel akla terk etmeli. Değişim sancılı olacak. 

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin