Ulemanın tekfire bakışı [Ehl-i kıble tekfir edilebilir mi?-2]

YORUM | Dr. YÜKSEL ÇAYIROĞLU

İslâm âlimleri, Kur’ân ve Sünnet’in vaz ettiği disiplinlere uygun olarak bir yandan “elfaz-ı küfür” bahisleri altında hangi söz ve fiillerin insanı iman dairesinin dışına çıkaracağı üzerinde durmuş, diğer yandan da ısrarla ehl-i kıblenin tekfir edilemeyeceğini vurgulamışlardır. İmam Ebu Hanife tarafından sistemleştirilen bu ilke, zamanla bütün Sünnî âlimler tarafından benimsenmiştir. Onlar, işlenen günahlardan veya usulüne uygun yapılan farklı tevil ve tefsirlerden ötürü hiçbir Müslümanın tekfir edilemeyeceğini söylemiştir.

İmam Ebu Hanife’nin, “Kişi İslâm’a hangi kapıdan girmişse, ancak o kapıdan çıkar.” şeklindeki sözü, kimin kâfir olup olmadığını tespit etme adına oldukça önemli bir ilkedir. Bu ilke daha sonraki ulema tarafından da şöyle ifade edilmiştir: “Bir kimseyi iman dairesinden ancak kendisini mü’min yapan değerleri inkâr etmesi çıkarır.” Bunun anlamı şudur: Bir insan kelime-i şahadet getirmekle, yani Allah’ın varlığını ve Hz. Muhammed’in nübüvvetini ikrar etmekle İslâm’a girer (Şahadet kelimesini söyleyen bir kimse diğer iman esaslarını da zımnen kabul etmiş olur). Onun İslâm’dan çıkması için de bunlardan birinin varlığını inkâr etmesi gerekir. Bu temel prensibin görmezden gelinerek bir kısım görüş ve amellerinden ötürü insanları küfürle itham etmek dinin ruhuna zıttır. Efendimiz’in (s.a.s) beyanıyla bunun öncelikli zararı da tekfircilere döner.

Ulemaya göre ilzamî (dolaylı) yöntemlerle mü’minler tekfir edilemez. Yani biz, açıkça benimsediği inancı ortaya koymadığı sürece, bir insanın söz ve fiillerini yorumlayarak onun hakkında hüküm veremeyiz. Kelam uleması bunu “Luzûm-ı küfür değil, iltizam-ı küfür, küfrü gerektirir.” prensibine bağlamışlardır. Yani bir kimsenin kâfir olması için, küfrü bilerek ve isteyerek benimsemiş olması gerekir. Farklı bir tabirle bir kişinin bazı söz ve fiilleri küfrü gerektirse bile o, bu söz ve fiillerin sonucunu amaçlamadığı sürece tekfir edilemez. Bediüzzaman’ın, “Bazen kelam küfür görünür; fakat sahibi kafir olmaz.” vecizesi de aynı noktaya işaret eder. (Bediüzzaman, Lem’alar, s. 334)

Ulemanın tekfirin önüne geçme adına aldığı diğer bir önlem de, amel ve imanın çerçevesini ve bunlar arasındaki ilişkiyi net olarak ortaya koymalarıdır. Sünnî âlimler, imanın, kalbin tasdiki ve dilin ikrarından ibaret olduğunu beyan etmiş (bazıları dille ikrarı dahi şart koşmaz) ve amelleri imanın bir cüzü olarak görmemiştir. Dolayısıyla ne kadar önemli olursa olsun farzların terk edilmesi veya ne kadar ağır olursa olsun haramların irtikâp edilmesi bir insanı dinden çıkarmaz; onu günahkâr (fasık) yapar. 

İmam Tahavî konuyla ilgili Ehl-i Sünnet’in bakış açısını şöyle özetlemiştir: “Biz, herhangi bir günahtan ötürü, bu günahı helâl saymadığı sürece, ehl-i kıbleden hiçbir kimseyi tekfir etmeyiz.” (İbn Ebi’l-İzz el-Hanefi, Şerhu’l-Akîdeti’t-Tahaviyye, s. 187)

Âlimler, tekfirde daima ihtiyatlı olunması gerektiğini ifade etmiş, bir Müslümanı kâfir kabul etmedeki yanılgının, bir kâfiri Müslüman kabul etmedeki yanılgıdan çok daha ağır olduğunu ifade etmişlerdir. Aynı şekilde ulemanın ortaya koyduğu ölçülere göre bir Müslümanın kanını dökmektense, bir kâfiri cezasız bırakmak daha iyidir. İmam Gazzalî, şöyle demiştir: “Hata ile bir Müslümanın kanını dökmektense, hata ile bin kâfiri cezasız bırakmak daha evladır”. (Gazzâlî, el-İktisad fi’l-i’tikâd, s. 176)

Bu konuda ortaya konulan diğer bir ölçü ise şudur: 100 ihtimalden 99’u bir insanın kâfir olduğuna delalet etse bile, kalan bir ihtimal onun Müslümanlığına delalet ettiği sürece bu kişi tekfir edilmemelidir. (DİA, “Tekfir”)

Ulemayı bu ölçüde titiz davranma sevk eden faktör, insanların iç dünyalarını bilmenin, duygu ve düşüncelerine muttali olmanın, içinde yaşadıkları şartları ihata etmenin imkânsızlığıdır. Daha açık bir ifadeyle kelam âlimleri her ne kadar bir mü’mini imandan çıkarıp küfre sokacak söz ve fiillerin sıralamasına önem vermiş olsalar da, bu söz ve fiillerin küfür sonucunu doğurmasını bir kısım şartlara bağlamışlardır. Failin akıllı ve ergen olması, küfür fiilini kasıtlı ve hür iradeyle işlemesi, söz veya fiilin küfre delaletinin kesin olması, ortada ikrar veya şahitlik gibi kesin ispat vasıtalarının bulunması, hata, cehalet ve tevil gibi bir maniin bulunmaması bu şartlardan bazılarıdır. Bu şartlar dikkate alınmadan elfaz-ı küfür bahislerinde listelenen söz veya fiillerin kendisinden sadır olduğu her mü’mini tekfir etmeye kalkışmak, telafisi imkânsız zararlara sebep olacaktır.

Kaldı ki bütün bu şartların mevcut olduğu ve ortada herhangi bir maniin bulunmadığı durumlarda dahi, mü’minlerin tekfir ve tadlile sarılmalarını emreden bir nas yoktur. Bediüzzaman Hazretleri’nin şu ifadeleri meseleyi çok güzel özetlemektedir: “Madem zemmetmemek ve tekfir etmemekte bir emr-i şer’î yok, fakat zemde ve tekfirde hükm-ü şer’î var. Zem ve tekfir, eğer haksız olsa, büyük zararı var; eğer haklı ise, hiç hayır ve sevap yok. Çünkü tekfire ve zemme müstehak hadsizdir. Fakat zemmetmemek, tekfir etmemekte hiçbir hükm-ü şer’î yok, hiç zararı da yok.” (Bediüzzaman, Emirdağ Lahikası, s. 194)

Demek ki bir insan, haklı yere olsa dahi birilerini zemmettiğinde veya tekfir ettiğinde sevap kazanamayacaktır. Fakat bu zem ve tekfirinin yerinde olup olmadığı hakkında hesaba çekilecek ve eğer ortada bir haksızlık söz konusu ise günah kazanmış ve ağır bir vebale girmiş olacaktır.

Tek bir kişinin tekfir edilmesinin dahi Allah katında bir hesabı varsa; bir grubun, cemaatin veya hareketin tekfir veya tadlil edilmesinin hesabı çok daha ağır olacaktır. Bunu yapan bir kişi, Allah huzurunda söz konusu grubun bütün üyeleriyle tek tek hesaplaşacak, eğer söylediği sözlerde haksız ise altından kalkılması mümkün olmayan ağır kul haklarıyla karşı karşıya kalacaktır. Ulema tek bir şahsın tekfirinde dahi ince ve dakik ölçüler getirmeye çalışmış ve mü’minleri tekfirden uzak durmaya çağırmışken, toptan yapılan tekfirlerin dinden cevaz alabilmesi mümkün değildir.

Netice

Selef âlimleri, işin ciddiyetini gösterme adına kelam kitaplarında açtıkları müstakil başlıklarda veya elfaz-ı küfürle ilgili yazdıkları eserlerde önemli hükümler tespit etmişlerdir. Onlar tevatürle sabit olmuş veya üzerinde icma edilmiş dinî bir esasın inkâr edilmesini tekfir için temel ölçü almış olsalar da, konunun detayları hakkında önemli ihtilafların bulunduğu da bir gerçektir. Teorik olarak tespit edilen bu hükümlerin vakıaya taşınmasının ise kendine has zorlukları vardır. Dolayısıyla bu konudaki en salim yol, tekfiri gerektirecek söz ve fiilleri belirlemekle yetinip, insanları tekfir etmekten uzak durmaktır. Yani meselenin kişi değil, ilke temelinde ele alınmasıdır.

Yapılması gereken, tekfircilik yerine, insanları tekfire götüren sebeplerin tespit edilerek bunlarla mücadele edilmesidir. Özellikle mü’minler arasındaki çatışma ve ihtilafların önünün alınamadığı günümüz dünyasında, ihtiyacımız olan tekfir ve tadlil gibi bu ihtilafları büyütecek vesileler değildir. Bilakis hoşgörü, sulh ve barışı öne çıkarmak suretiyle birlik ortamını tesis edebilmektir. 

Yine Bediüzzaman’a ait bir sözle ifade edecek olursak, din, dahilde menfi tarzda kullanılmamalıdır. Ulema, zorba yönetimlerin muhalifleri yola getirme ve cezalandırma adına dini suiistimal etmelerine, toplum fertleri arasında fitne tohumları ekmelerine müsaade etmemelidir. Gayrimüslimlerin yüzüne dahi “kafir” denilmesini hoş görmeyen bir dinin mensuplarının, din kardeşleri hakkında ağır hakaretlerde bulunmaları, en başta mensup oldukları dine zarar verecektir. 

Ayrıca bu tür tekfirci söylemlerin ulemaya güveni sarsacağında, tekfir ettikleri insanlar kadar kendilerini de itibarsızlaştıracağında şüphe yoktur. Özellikle politik ve ideolojik bir silaha dönüştürüldüğü takdirde, tekfir ve tadlilin yıkıcı etkisi son derece geniş ve derin olacaktır. 

Hasıl-ı kelam tekfir kültürünün, İslam’ın ruhuna aykırılığında şüphe olmayan, toplum dokusunu derinden tehdit eden, Müslüman saflarını bölüp parçalayan hastalıklı bir zihin yapısının ürünü ve zorba yönetimlerin önemli bir silahı olduğu unutulmamalıdır. Eğer Müslümanların fayda ve maslahatı düşünülüyorsa, katılık ve taassubun ortaya çıkardığı dışlayıcı ve ötekileştirici tavırlar bir kenara bırakılarak, kapsayıcı ve kucaklayıcı bir dinî söylem tercih edilmelidir. 

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin