Türkiye’nin serbest düşüşü

ANALİZ | Prof. Dr. MEHMET EFE ÇAMAN | @MehmetEfe_Caman

Türkiye’nin tarihi boyunca yaşadığı tüm politik travmalarda görülmedik ölçüde feci bir algı çöküşü yaşanıyor dünyada. NATO üyesi olan, devlet geleneği ve devlet sürekliliğine sahip, dinamik ekonomisi gelişen, uzun soluklu ama devamlılık arz eden bir demokratikleşme geleneğini yaşatabilmiş bir Türkiye vardı 1990’lara kadar. Askeri müdahalelere, bürokratik vesayete, irrasyonel ideolojik mücadelelere ve bitmek tükenmek bilmeyen şiddet ve terörizme rağmen, devletini ve devletinin kurumlarını yaşatan ve geliştiren bir ülke görünümündeydi Türkiye. Her şeye rağmen bardağın yarısı doluydu yani.

1990’ların sonunda Avrupa Birliği (AB) tam üyelik perspektifi, yukarıdaki bardağın boş kısmını da doldurmaya başlayacak bir dinamizm kazandırdı Türkiye’ye. Makûs talihi tarihe gömecektik. Yunanistan, Portekiz, İspanya ve doğu Avrupa gibi biz de AB yolunda demokratikleşecek ve zenginleşecektik. Çocuklarımıza ve gençlerimize müreffeh ve özgür bir ülke bırakacaktık. Etnik, mezhepsel, ideolojik ve ekonomik farklılıklarımıza rağmen bütünleşecek, farklılıkların zenginlik olarak kabul edildiği rengârenk bir bahçe yapacaktık ülkemizi. İlk defa böylesi bir önemli konuda ciddi bir toplumsal mutabakat vardı demokratikleşme konusunda.

ÜMİTLENDİĞİMİZ YILLAR

2000’li yıllar başladığında bu süreç meyvelerini vermeğe başladı. İdam cezasının kalkması, Kürtlere çeşitli kültürel hakların verilmesi, basın özgürlüğünün ve insan haklarının gelişmiş ülkeler seviyesinde uygulanmaya başlanması, hukuk mevzuatımızın yapılan anayasa reformlarına paralel şekilde demokratikleştirilmesi, üretim standartlarının yükseltilmesi gibi birçok son derece olumlu gelişmeye tanık olduk. Bir Batı yönetim biçimi olup olmadığı tartışılan demokrasinin doğudaki kalesi konumuna yükseldi Türkiye. Kopenhag Kriterlerini büyük ölçüde yerine getirdiğimizde, 200 yıllık demokrasi maceramızda yeni bir evreye girmiştik artık. Dahası, kendi içerisinde çok ciddi siyasi, ekonomik ve sosyolojik sorunlar yaşamakta olan İslam dünyasına model olarak gösterilmeye başlanmıştı yıldızı parlamakta olan ülkemiz.

Kendi siyasi sistemine en sonunda İslamcıları ve Kürtleri – Kemalist devletin iki tanımlanmış ve dolayısıyla sistemden dışlanmış öğesini – dâhil etmeyi öğreniyordu Devlet. Ve bu olağanüstüydü, çünkü belki de Tanzimat’tan beri bu topraklarda ilk defa kapsayıcı bir toplumsal mutabakat doğmaktaydı. Evet, doğru, belki yolun henüz başındaydık. Ama korkmuyorduk, umutluyduk, ülkemizin güzel geleceğine, mutlu ve huzurlu günlere, müreffeh ve güvenli yarınlara büyük bir motivasyonla koşmaya hazırdık. AB bu süreçte bir kaldıraç etkisi yapmıştı şüphesiz, ancak en sonunda anlamıştık ki, yapılan reformlar AB üyeliği için değil, kendi ülkemiz ve halkımız içindi. Özgürlüğü hak ettiğimiz içindi. Çocuklarımızın geleceği içindi.

NE HAYALLERİMİZ VARDI

Tüm tarihimizde ilk kez sivil toplum denilen sihirli şeyle tanıştık bu tozpembe ortamda. Kadın hareketi, dini cemaatler, sendikalar, araştırma kurumları, dernekler ve vakıflar çığ gibi çoğaldı. Şeffaflıkla tanıştık bir de. Devlet dairelerinde ve karakollarda eli yüzü düzgün, güler yüzlü, profesyonel memurlar ve görevliler, size eziyet değil hizmet eden bir bürokrasi doğdu. Sağlık ve eğitim çiçek açmaya ve üniversiteler dünya ile rekabet etmeye başladı. Binlerce yurtdışı doktoralı beyin Türkiye’ye akıyordu. Biri de bendim. Akın! Güneşin zaptı yakın! Güneşi zapt edecek idealizmle tarihimizin en büyük tersine beyin göçü yaşandı ve bunun şahidiyim ben, çok ama çok büyük bir umut ve vatanseverlik vardı. Tek motivasyon buydu.

Kültürel bir sıçrayış yaşanıyordu. Ve bunu biz yapıyorduk. Yapabiliyorduk. Öğrencilerimden biliyorum, inanılmaz hayaller vardı. Ve bu hayalleri gerçekleştirmeye yönelik inanç. Ne zaman yerli çip üretilecek, ne zaman ilk Türk astronot yörüngede dönen Uluslararası Uzay İstasyonu’na gidecekti? Neden kendi aşımızı yapmayalım, neden yerli tohum üretmeyelim, neden Oscar alan bir Türk filmi olmasın, neden Nobel alan yazarlarımız ve bilim insanlarımız olmasın gibi sorular sorabilir olmuştuk. Ve sonra, hayallerimizin gerçekleştiğini görmeye başladık. Heybeliada Firkateyni denize indiğinde, Orhan Pamuk Nobel edebiyat ödülü aldığında, Türkiye ile AB tam üyelik müzakerelerini başlatma kararı aldığında, Ermenistan’la futbol diplomasisi başladığında, hep gurur duyduk, daha fazlasını, daha iyisini istemeye başladık. Orta Anadolu’da sanayileşme hamlesi başladığında, gurur duyduk, Max Weber’in Protestan etiği ile Kapitalist gelişme arasında kurduğu bağlantıyı kendi muhafazakâr insanımızla modernleşme arasında kurduk. Göstergeler çok olumluydu.

BUGÜN GÖRDÜKLERİM

Bu satırları yazmamın nedeni, bugün gördüklerim. Çünkü bu yazdıklarımın hiçbiri artık yok. Bunun yerine yüzlerce yazarı, gazetecisi, akademisyeni hapishanede olan, on binlerce kamu çalışanının hukuksuz kanun hükmünde kararnamelerle işinden atıldığı, binlerce profesörün üniversitelerden ve kamu görevinden çıkartıldığı, bebeklerin anneleriyle hapse atıldığı bir hukuksuzluk cehennemi oldu Türkiye. İnsanların mülkiyet hakkı bile hukuk güvencesinde değil. AB’nin üyelik müzakerelerini dondurmak üzere olduğu, NATO’nun stratejik bilgi paylaşımı yapmaktan imtina ettiği, insan hakları örgütlerinin ve Birleşmiş Milletler’in basın özgürlüğü bakımından dünyanın en tehlikeli ülkesi ilan ettiği, bölgesinde Rusya’nın oyuncağı olan, tüm dış politikasını baştaki diktatörün menfaatlerine indirgeyen bir Türkiye var. Anayasasız ve hukuksuz yönetimin kanıksandığı bir rejime dönüşmüş olan bir ülke.

İlkokul eğitiminde 200 ülke arasında 105’inci sırada, demokrasi endekslerinde artık demokratik bir rejime sahip olmadığı genel kabul gören, dünya basını tarafından diktatörlük olarak nitelenen bir ülkeden bahsediyoruz artık. İnsan hakları ihlallerinin kitleselleşmesi karşısında eski müttefiklerinden silah ve yedek parça alımında sorunlar ve engellemelerle karşılaşan Türkiye’nin, artık o yıldızı parlayan ve güzel bir geleceği olduğuna inandığımız ülke olmadığı, yaşanan tersine demokratikleşme dediğimiz süreçte tanınmayacak hale geldiği aşikâr.

ÖRNEKLER HER ŞEYİ ANLATIYOR

İmajı özetlemek yerine birkaç bildiğimiz örnek vereyim. Sonra düşüşün irtifasına siz kendiniz karar verin. Bugün Türkiye’nin eski ekonomi bakanı için ABD’de tutuklama kararı var. Erdoğan’ın yakın koruma memurları, Red Kit’ten tanıdık gelen “WANTED” broşürleriyle aranmakta. Almanya’ya sığınma başvurusunda bulunan kırmızı pasaportlu diplomatlar ve NATO tesislerinde görevli yüksek rütbeli askerler aileleriyle birlikte iltica talebinde bulunuyor, iltica başvuruları kabul ediliyor. On binlerce genç öğrenci, Türkiye dışına adeta kaçıyor. Hakkında saçma sapan ve hukuksuz atama kararı olan insanlar Meriç nehrini geçerken boğularak ölürken, polisin elinde olan ve yargılanacağı mahkeme salonuna giden insanlar “düşüp ölüyor”. Üçüncü dünya ülkelerinden Türk vatandaşları devletin istihbarat birimleri tarafından kaçırılarak uluslararası organize suç işleniyor.

Devletin başındaki zat ABD ile pazarlık yaparak konuşmasından korktuğu bir uluslararası suçluyu ne yapıp edip kendi ülkesine getirmeye çalışıyor. Ve bunu, ülkesinin kim bilir hangi ulusal çıkarlarını masaya yatırarak yapıyor. Türkiye Rusya’dan anti-füze sistemi alıyor ve NATO’nun ciddi bir şok yaşadığı konuşuluyor. Irak merkezi hükümetinin tüm uyarılarına karşın Kürt yönetiminden petrol ithal eden ve Ankara’da göndere Kürdistan bayrağı çektiren Türkiye, bugün Kürdistan referandumuna adeta parodi yapar gibi itiraz ediyor. Kendi çocuklarını yurtdışında okutan tek adam, ABD’de gençlerin yurtdışında okumasının onları ajan yaptığından dem vuruyor, canlı yayında Türkiye’de hapiste gazeteci olmadığını, içeridekilerin hırsız ve terörist olduğunu söylüyor.

Türkiye yalnızca irtifa kaybetmiyor. Serbest düşüşte.

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin