Türkiye’nin PYD ısrarına dair aşırı bir yorum [Kemal Ay, yazdı]

Mike Flynn’le ilgili son skandalı duymuşsunuzdur. Türkiye lehine lobi yapmak için AKP hükümetine yakın Hollanda merkezli bir şirketten para alan emekli General Flynn, Trump’ın Ulusal Güvenlik Danışmanı olarak çalıştığı dönemde, IŞİD’e yönelik Rakka operasyonunu veto etmiş. Donald Trump’ın henüz koltuğa oturmadığı ama seçimi kazandığı o günlerde, Obama yönetiminin onaylayıp Trump ekibine gönderdiği operasyon detaylarında, Rakka’ya Suriye’deki Kürt militanlar (PYD) işbirliği ile bir atak tasarlandığı görülüyor. Ancak Flynn, kendisine, para musluğunu açan (belli ki 530 bin dolarlık anlaşma, ilk etaptı) AKP hükümetinin PYD hassasiyetine ters olacağı için bu konuda inisiyatif almış.

Aradan geçen zaman içerisinde Pentagon’un Rakka Operasyonu konusunda görüşleri netleşmiş olacak ki, geçenlerde Trump, Türkiye’ye rağmen PYD’ye ağır silahlar verilmesini onayladı. Bu hikâyede iki temel soru var: (1) ABD neden Türkiye’ye rağmen PYD’yi kullanmak istiyor? (2) Türkiye’nin, PYD ısrarının sınırları neler?

CIA-PENTAGON ÇEKİŞMESİ

Amerika’da özellikle Suriye konusunda istihbarat topluluğu (CIA) ile ordu (Pentagon) arasında görüş ayrılıkları olduğu uzunca zamandır biliniyor. Beşşar Esad’ın eninde sonunda devrileceğini ve bugünün ‘muhalifleri’ olarak bilinen Özgür Suriye Ordusu’nun (ÖSO) Suriye’de önemli bir ‘güç’ olacağını kestiren CIA, bütün Suriye dış politikasını ÖSO ve ona bağlı olarak da Türkiye üzerinden götürmeyi tavsiye ediyordu. Barack Obama bu tavsiyeyi uzunca bir süre dinledi. Ancak Türkiye ile birlikte başlayan eğit-donat gibi projeler ÖSO’nun sahada ne kadar zayıf ve elemanlarının da ‘radikalizme’ ne kadar yakın olduğunu gösterdi. Hele ki ABD’nin önceliği Esad’ı devirmekten IŞİD’le mücadeleye dönünce, ÖSO’yla hareket edilemeyeceği görülmüş oldu.

Bu arada Türkiye’nin Fırat Kalkanı Operasyonu, o amaçla başlamamış olsa bile, Türk ordusunun ‘kabiliyetini’ test etme imkânı sundu Amerika’ya. Hem Rusya’yla hem de ABD’yle koordineli çalışan Türk ordusunun, maalesef, IŞİD’e karşı o kadar da başarılı olamadığı tespit edildi. Üstelik Türkiye’nin sahada aktif olmasını Rusya ve İran istemiyordu. Eğer Suriye konusunda ABD’nin Rusya ve İran’ı da ikna edeceği bir ‘planı’ olacaksa, Türkiye’den ziyade PYD ile çalışması gerekliydi. Dahası, PYD coğrafyayı daha iyi bilen bir silahlı güce sahipti ve IŞİD’e karşı Kobani’deki savaşı, dünya kamuoyunda da daha ‘ikna edici’ görülüyordu.

İHALEYİ PYD KAZANDI AMA

Trump yönetimi devralınca, Rakka Operasyonu konusunda bir çeşit ‘ihale’ açıldı. Artık inisiyatif Pentagon’daydı ve uzun zamandır sahada müdahale etmek isteyen Amerikan ordusu, işbirliği yapacağı aktörle ilgili kesin tercihini yapmak istiyordu. Bu ihaleye PYD, ‘hepsine varım’ (all-in) diyerek katıldı. Türkiye ise ÖSO’yu da masaya çekmek için ağırlığını ÖSO’nun oluşturacağı bir ‘askerî operasyon’ önerdi. Pentagon başından beri sahada PYD ile birlikte olunması gerektiğini savunduğu için Trump’ı muhtemelen PYD’li opsiyona ikna etti.

Erdoğan, ABD seyahatinden tamamen eli boş mu döndü? Pek değil. Evet, meşruiyeti için o fotoğrafı vermesi önemliydi ama Trump’ın bile meşruiyetinin hayli tartışmalı olduğu bir Batı ekseninde, o fotoğrafın da çok önemi yok. Gelgelelim, AKP dış politikası şu sıralar, PYD ile PKK arasındaki iletişimi denetleyebilmek ve PYD’ye verilen ABD desteğinin PKK’nın işine yaramasını engellemek için Irak’ın Sincar bölgesinde etkinlik peşinde. Muhtemelen önümüzdeki süreçte Sincar bölgesine yönelik göstermelik operasyonlara ABD pek ses etmeyecektir. Ne zamana kadar? PYD eğer sahada etkinliğini ispatlar ve IŞİD’e karşı savaşta kendi propaganda araçlarıyla dünya kamuoyu desteğini alabilirse, bu durumda Türkiye’nin Suriye ve Irak’ın kuzeyindeki etkinliğini ciddi şekilde baltalama imkânı bulacaktır. Uzun vadeli bir politika gibi görünebilir ama ABD desteğinin PYD için ölüm-kalım meselesi olduğunu unutmamak gerekir.

IŞİD, TÜRKİYE’NİN MESELESİ Mİ?

Gelelim ikinci soruya. Türkiye gerçekten de PYD’nin güçlenmesinden, uluslararası meşruiyet kazanmasından PKK ilişkisi sebebiyle mi karşı çıkıyor? Evet, görünürde hayli makul bir senaryo. Suriye’nin kuzeyinde PKK’yla doğrudan ilişkili bir örgütün otonom bölge elde etmesi, silahlı güçlerini ‘meşru’ kıyafete büründürmesi, 30 küsur yıldır Güneydoğu’da PKK ile çarpışan Türkiye için ‘tehlikeli’ olabilir.

Ancak bu ‘tehlike’ aniden anlaşılmış değil muhtemelen. PKK ile yürütülen müzakereler sırasında PYD lideri Salih Müslim’le Ankara’da defalarca görüşen AKP’nin Kürt milletvekilleri, istihbarat ekibi, o sıralarda PYD’nin PKK ile ilişkili olduğunu biliyordu. Hatta çok büyük ihtimal Abdullah Öcalan’la da müzakere edilen bir plan dâhilinde görüşülüyordu PYD lideriyle. Beşşar Esad, ülkenin kuzeyini Kürtlere bırakırken Türkiye’nin bundan ‘memnun olmayacağını’ düşünmüştü ancak ilginç bir şekilde PYD’nin politikaları Ankara’da şekillenmeye başlamıştı.

Sonra o acayip şey oldu. Çözüm süreci bitti, yani fiilen PKK’ya yakın Kürt hareketinin (ya da içinden bir grubun) AKP’ye verdiği politik destek (bu anlaşılır bir şeydir ve meşrudur) sona erdi. Ardından Türkiye bir anda PYD’den ‘büyük tehlike’ olarak bahsetmeye başladı. Hatta bu uğurda, ABD ile ilişkiler sınırlandırıldı. ‘Nokta koymaya’ filan yeltenildi. Bunun dengesi olarak da Irak’ta Mesut Barzani’yle kurulan ‘yakın dostluk ilişkisi’ konuldu. Yani mesele ‘Kürt düşmanlığı’ değil Türkiye’nin ‘çıkarlarıydı’.

Buraya kadar bile makul bir hikâye. Ancak gerek Kobani savunması sırasında Kürtlere takınılan tavırda, gerekse Türkiye içindeki IŞİD yapılanmalarına karşı gösterilen müsamahada görülen bir detay var ki, kafamı en çok kurcalayan da o. Yazının başındaki Flynn hikâyesinde de aynı şey var. Türkiye bölgede IŞİD’e yönelik büyük çaplı operasyonların çoğunda ‘engelleyici’ konumunda görünüyor.

SURİYE İÇ SAVAŞI NEDEN BİTMİYOR?

Bir aşırı tahminde bulunayım: Suudi Arabistan ve Katar’la kurduğu işbirliğinin konularından birisi de Suriye’deki radikal terör örgütlerinin (Sünni İslamcılar) ‘geleceği’ ve bu geleceğin ABD ya da Rusya gibi ‘dış aktörlere’ değil Suudi Arabistan, Katar ve Türkiye gibi ‘yerli aktörlere’ bağlı olması arzu ediliyor. Bu ‘yerli aktörler’ ne kadar yerli? Orası tartışmalı elbette. ABD ve İngiltere’nin ‘muhafazakârlarının’ ısrarla Suudi Arabistan ve Türkiye’yi ‘koltuk altında’ tutma çabalarının Rusya-Çin eksenine karşı bir hamle olduğunu bile düşünebilirsiniz. Yani doğrudan IŞİD’e göz yummuyorlar ancak Körfez ülkelerinin IŞİD gibi örgütleri desteklemesi hususunda ‘şimdilik’ susuyorlar. (Tarihten biliyoruz ki bu türlü riski yüksek siyasî yatırımlar, feci sonuçlara gebe.)

Nitekim 19. yüzyılın sonlarında da İngiliz muhafazakârları Osmanlı’nın bölünmesinden değil ilelebet payidar olmasından yanaydı. Rusya’ya karşı Osmanlı’yı kolluyorlardı. Hatta II. Abdülhamit dönemindeki Ermeni meselesinde bu sebeple kısmen sessiz kalmışlardı. Ancak şanssızlık o ki, Birinci Dünya Savaşı yıllarında Liberaller iktidardaydı.

MUHAFAZAKÂRLARIN DÜNYASI

Bugün de benzer şekilde İngiliz ve Amerikan muhafazakârları bölgede bir denge oluşturmak üzere AKP Türkiye’sini desteklemeyi sürdürüyor (Trump’ı neden canhıraş destekledi AKP?). Rusya ve İran’ın hatta Çin’in bölgede hâkimiyet kurmasını, engellemeye çalışıyor. Diyeceksiniz ki o zaman Erdoğan, nasıl oluyor da Rusya’ya yanaşabiliyor? Birincisi, nabız yokluyor, sınırlarını öğrenmeye çalışıyor. İkincisi, bu ‘muhafazakâr’ Batı paktı, Türkiye’nin uzun vadede kendilerinin kontrolünde olduğunu düşünerek, karşı tarafın ‘niyetlerini’ öğrenmek üzere Türkiye’yi bir nevi deneme tahtası olarak kullanıyor.

‘Jeopolitik önemimiz’ tatlı görünen acı bir meyve. II. Abdülhamit dönemini diriltmek isteyenler, o dönemde Avrupalı güçler arasındaki siyasî manevralarda Osmanlı’nın neler kaybettiğine de bir bakar umarım.

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin