Türkiye’nin güvenliğine kim ihanet etti?

ANALİZ | Prof. Dr. MEHMET EFE ÇAMAN

Türkiye 1990’lardan bu yana değişmekte olan uluslararası sistemin etkilerinden dolayı dış ve güvenlik politikalarında ciddi değişimlere gitmek durumunda kaldı. 1980’lerin sonlarında da demokratikleşme, insan hakları ve azınlık hakları başta olmak üzere hukuk devleti olmak yolunda ciddi sıkıntılar yaşayan Türkiye, 1990’lardan sonra AB’nin doğu Avrupa ülkelerini öncelemesi ve onları üyeliğe hazırlama stratejisi nedeniyle ikinci plana düştü. Kopenhag siyasi ölçütlerini AB’ye verilen tavizler olarak algılayan Türk derin devleti, başta Kürtlerin azınlık haklarına ilişkin konular olmak üzere, AB mevzuatına uyum sağlama hususunda hiçbir motivasyona sahip değildi.

NATO’nun SSCB’nin dağılmasını müteakip olarak işlevinin ne olacağı konusu belli olmadığından, Batı ile ilişkilerde Türkiye’nin Soğuk Savaş’taki fonksiyonunun sona ermesi, ilişkilerin temelleri konusunda Türk siyasi elitlerinde kaygı uyandırmaktaydı. Soğuk Savaş’ın bitmesi Türkiye’nin ittifak ilişkilerine olumlu yansımamıştı. Diğer taraftan, Sovyetler’in yıkılması ve Kafkasya’da ve Orta Asya’da Türkiye’nin etkisine açık bir kültürel bölgenin ortaya çıkması, Türkiye’yi yönetenlerce bir avantaj olarak algılanıyordu.

GÜVENLİK KÜLTÜRÜNÜN PARÇASI OLARAK DEMOKRASİ

Bu dönemde Batı’nın Türkiye ile ilişkilerinde giderek insan haklarını ön plana çıkardığını gözlemlemekteyiz. Oysa Soğuk Savaş’ın güvenlik odaklı atmosferinde Türkiye’nin demokrasi ve insan hakları karnesi hiçbir zaman Batı’nın birincil ilgi alanı olmamıştı. Soğuk Savaş’ın ardından demokratikleşme ve sistem dönüşümü konuları başta AB olmak üzere Batılı ülkelerin ajandasında aniden önem kazandı. Doğu Avrupa hızla bir taraftan ekonomik sistemini liberal piyasa ekonomisine dönüştürürken, diğer taraftan da demokrasi ve insan hakları seviyesini atak şekilde yükseltti. 1990’ların sonlarına gelindiğinde artık Türkiye gerek ekonomik liberalleşme gerekse de demokratikleşme bakımından doğu Avrupalıların gerisine düştü. 2000’lerde tüm doğu Avrupalı devletler ve Akdenizli Malta ile Kıbrıs Cumhuriyeti AB üyesi olmayı başardı. Akabinde kulübün en fakiri Romanya ve Bulgaristan da kervana katıldı. Bu bahsettiğim doğu Avrupalı eski komünist ülkeler AB süreçlerine paralel olarak NATO’ya da üye oldular. Türkiye ise gerek Soğuk Savaş sonrası güvenlik algılarının ve tehditlerin değişmesi nedeniyle, gerekse de kendi dönüşümünü gerçekleştirememesinden dolayı AB’ye katılma konusunda elini güçlendiremedi ve pazarlık masasında hep demokrasisi yarım yamalak, insan haklarında sınıfta kalan, Kürtlerin varlığını bile kabullenemeyen, atanmışların seçilmişlerin önünde belirleyici olduğu bir garabet olmaya devam etti.

Batı güvenlik topluluğu Yugoslavya ve onun parçalanma sürecinden aldığı derslerle beraber giderek demokrasi ve insan haklarını güvenlik kültürünün bir parçası haline getirdi. Oysa Türkiye katı güvenlik anlayışını değiştiremedi ve Soğuk Savaş yıllarından kalan salt askeri güvenlik anlayışıyla dünyayı ve bölgesini okumaya devam etti. O çok öne çıkartılan Adriyatik’ten Çin Seddi’ne Türk dünyası belagati kof çıktı. Kısa zamanda bu Türk dünyasında Türkçe değil Rusça konuşulduğunu, ekonomik, sosyal, siyasi ve kültürel alanlarda Rusya’nın bu Avrasya hinterlandında tek belirgin güç olduğunu öğrenecektik. Türkî Devletler Zirveleri kurumsallaşamadı, daha da önemlisi işlev kazanamadı. İçi kof Türk’e Türk propagandası yapan bir dev aynası dili iç siyasette egemen oldu. Bunun tek istisnası, fiilleriyle bölgede Türkiye’nin yumuşak güç etkisini oluşturan Gülen Cemaati okullarıydı.

DERİN DEVLETİN İŞİNE GELMEYEN KONSEPT

Batı’nın güvenlik konsepti artık açık toplum, insan ve azınlık hak ve özgürlükleri, hukukun üstünlüğü gibi kavramları güvenlik topluluğunun merkezine yerleştirirken, Türkiye’yi yöneten derin devlet bu kavram ve konseptlerden öcü gibi korktu. Gücünü yitirmek istemiyordu derin yapı. Haksız mıydı? AB normlarının egemen olduğu bir Türkiye, siyasi bütünlüğünü güçlendirecekti aslında. Daha etkin bir yumuşak güç olabilecekti. Bu, daha fazla iş ve daha fazla aş demek olacaktı, Türkiye vatandaşları için. Oysa derin yapının bu yeni güvenlik topluluğu normları ile Türkiye’deki yaşam standartları arasındaki korelasyonla uzaktan yakından alakası yoktu. Onların tek derdi, statükoyu – yani kendi öncelikli ve ayrıcalıklı – konumlarını korumaktı.

Güvenlik topluluğu fikrinin mimarı olan Karl Deutsch ve onun kuramından hareket eden diğer güvenlikçi kuramlar, ortak ve paylaşılan kimlikler, değerler, anlamlar ve artan karşılıklı etkileşimlerin, NATO ya da AB gibi güvenlik üreten kurumların üyelerine çok olumlu etkileri olduğunu anlatıyor. 1990 sonrasında Batı güvenlik topluluğu serbest piyasa ekonomisi ve liberal demokrasiyi kendi güvenlik konseptlerine başarıyla eklemledi ve bu konsepti kendisiyle yeni ilişkiler kuran ve üye olmayı başaran doğu Avrupalı (eski düşman) yeni müttefiklerine benimsetmede başarılı oldu. Oysa 1950’lerden beri gerek NATO gerekse de AB ile çok girift ilişkileri olan Türkiye, 1990’ların sonuna gelindiğinde, hala bu değerleri benimseyememiş durumdaydı. 1999’da Helsinki Zirvesi’nde Kopenhag Kriterleri’nin Türkiye tarafından ilk kez ismi zikredilerek kabul edildiğini gözlemliyoruz. Oysa 189 ile 1999 arası 10 yıllık dönemde eski komünist doğu Avrupalı ülkeler, daha önce de değinildiği üzere bu konuda çok büyük mesafeler almış ve Türkiye’den çok daha ileri bir safhada bulunmaktaydılar.

AKP’NİN İLK DÖNEMİ, BU DEĞİŞİME UYGUNDU

2002-2005 yılları arasında AKP Türkiye’de değişimin motoru oldu ve Türk iç politikasını fosil Soğuk Savaş güvenlik politikalarından kurtarmaya çabaladı. Askeri vesayet sistemini (Hale’in veto rejimini) küçülttü ve inanılmaz bir ivmeyle Türkiye’yi AB demokrasi standartlarına yaklaştırdı. 2005’te artık Türkiye AB tarafından resmen Kopenhag siyasi kriterlerini gerçekleştirmeyi başarmış olan ve kendisiyle tam üyelik müzakerelerine başlanılan bir üye adayı ülke olmuştu. Türkiye’ye gelen yabancı yatırımcıların sayısal oranında büyük sıçrama yaşanmış, Türkiye AB ekonomilerinden çok daha hızlı büyüyen istikrarlı bir ekonomi olma yolunda iyi bir kondisyonla ilerlemekteydi.

Bu durum ülkenin güvenliğine de yansıdı. PKK ile müzakerelere girişen, Kürt siyasi hareketini sistemine entegre etmeyi başaran, devleti şeffaflaştıran ve demokratikleştiren Türkiye, insan hakları karnesinin düzelmesiyle beraber birlik ve bütünlüğünü güçlendirerek daha güvenli bir ülke haline gelmişti. Batı’nın güvenlik topluluğunun önemli bir parçası olmayı başaran Türkiye, Bakü-Ceyhan boru hattından Mavi Akım’a giderek enerji arz güvenliği de dâhil, Batı için hayati atardamarlardan biri olmayı başarmıştı.

BATI GÜVENLİK SİSTEMİNDEN KOPUŞ

Son birkaç yıldır Türkiye’de anayasal düzenin sivil darbeyle sonlandırılmasının ardından hukuk devletinin sona ermesi, güçler ayrılığının sonlandırılması, fiili (ve gayri-kanuni) bir başkanlık sistemine geçiş, ardından 15 Temmuz sonrası derin yapının su yüzeyine çıkması ve etkinlik alanını inanılmaz oranda genişletmesiyle beraber, Türkiye ani bir şekilde Batı güvenlik topluluğundan koptu. Kurumsal – yani biçimsel – olarak hala NATO’da olan ve AB ile kâğıt üzerinde müzakere sürecinde bulunan bir üye adayı da olsa, herkes artık biliyor ki bunların hiçbir anlamı yok. Türkiye AB’den koptu. NATO’dan ise fiilen çıktı. Rusya’ya giderek bağımlı hale gelen Türkiye, artık Rusya’dan savunma sistemleri satın alan bir NATO üyesi. Suriye’de ABD ve Batılı müttefiklerle sadece teoride işbirliği yapan bir ülke konumunda.

Türkiye’de yerleşen İslamcı faşizan rejim ve onun Ergenekoncu “derin devletlû ortakları”, tümüyle Batı ve ABD karşıtı bir diskur kullanıyor. ABD açıkça Türkiye’nin baş düşmanı olarak lanse ediliyor. Batı artık Türkiye’nin resmi ötekisi konumuna geriledi. Yani paylaşılan ortak kimlikler (mesela liberal demokrasi ve insan hakları söylemi gibi) değerler, aynı şeylerin anlaşıldığı ortak bir iletişim dili, karşılıklı etkileşim ve paylaşılan uzun soluklu ortak çıkarlar, adeta buhar olup uçtu! Rusya, İran, cihatçı Suriye İslamcıları, aynı demokrasi klasmanında bazı Üçüncü Dünya ülkeleri gibi yeni müttefikleri var Ankara’nın. Ve bunlar, Batı güvenlik topluluğunun potansiyel düşman olarak algıladığı ülkeler. Her birinin inanılmaz demokrasi ve insan hakları problemleri var. Diktatörlerle ve otoriter rejimlerle dolu, kısa dönem menfaat ilişkilerine göre işleyen bir tür serseri devletler kulübünün yeni üyesi Türkiye. Buradan kendisine güvenlik ve daha geniş bir nüfuz alanı devşirebileceğini sanıyor Ankara. Oysa Batı güvenlik topluluğunun dışında Türkiye gibi heterojen ve Batı’ya ekonomik olarak sağlam şekilde eklemlenmiş bir ülkede, sonu ekonomik bir facia olmayan bir boşanma yaşamak olanak dışı. Dahası, Kürtlere meşru tüm kanalları kapatarak 1930’ların asimilasyoncu kafasına göre iş yapmak, adeta Türkiye’nin bütünlüğüne karşı aleni olarak gayret etmek anlamına geliyor. Türkiye’nin hem iç hem de dış politikada yaptığı hatalar güvenlik üretmiyor. Bilakis eldeki güvenliği kızgın asfaltta eriyen buz gibi hızla tüketiyor.

RADİKALLEŞME VE GÜVENLİK

İslamcı kesime Müslümanlık üzerinden, seküler kesime ise milliyetçilik üzerinden Batı karşıtlığı pompalanıyor. Bir taraf Batı’nın “Müslüman karşıtı gâvurlardan”, diğer taraf ise “emperyalistlerden” oluştuğunu düşünmeye itiliyor. Türkiye radikalleşiyor. Ortalama insan Türkiye’de kesintisiz olarak bu aşırı sağcı, tehlikeli retorikle zehirleniyor. Güvenlik topluluğundaki dönemlerde girift kurumsal kanallardan çözümlenebilecek pek çok mesele, bugün bu kanallar rejim tarafından bilinçli olarak işletilmediği için sürüncemede kalıyor, kronikleşiyor. Askeri teknolojisi çok ama çok güçsüz olan Türkiye, içi boş, kuru fasulye pilav türü “yerli-milli” bir dille, ne istediğini bilmediği görünümü veren, gücüyle orantısız hareket eden bir tür Ortadoğu rejimi görüntüsü veriyor.

Türkiye’nin bu koşullar altında güvenliği sağlanabilir mi? Bu soruyu nesnel olarak yanıtladığınızda gerçek büyük ihaneti göreceksiniz!

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin