Türkiye’nin felaketi ve sırrı dökülmemiş aynadan yansıyanlar

Ziya Paşa, “Her şahsı harîm-i Hakk’a mahrem mi sanırsın? / Her tâc giyen çulsuzu Edhem mi sanırsın?” şeklindeki bir beyitle başladığı Terkib-i Bend’inde “Ey müftehir-i devlet-i yek-rûze-i dünyâ / Dünyâ sana mahsûs u müsellem mi sanırsın?” diye devam eder.

Ziya Paşa, esas çarpıcı tespitini ise, “Hâlî ne zaman kaldı cihân ehl-i tama’dan / Sen zâtını bu âleme elzem mi sanırsın?” dedikten sonra “En ummadığın keşf eder esrâr-ı derûnun / Sen herkesi kör, âlemi sersem mi sanırsın?” diyerek yapar.

Hakikaten de körlüğün ve sersemliğin en ileri hali herkesi kör, âlemi sersem sanmak olsa gerektir. Etkisi altına alarak ahmaklaştırdığı milyonlarca insanın şeksiz biatına olan güveninden midir, yoksa gırtlağına kadar battığı zulüm, suç ve ahlaksızlık bataklığının sebep olduğu çaresizlikten midir bilinmez ama asrın diktatörü Erdoğan, herkese kör, âleme sersem muamelesi yapıyor.

AMA YİNE DE BİR SORUN VAR

Alternatif bütün sesleri susturup kendi sesinden ve bön sesinin izzetsiz yankılanmalarından başkasına hayat hakkı tanımayan Erdoğan, yaptığı kesintisiz propagandayla mankurtlaştırdıklarının artık ne dese yiyeceklerinden hiç şüphe duymuyor. Aslında şüphe duymamakta da haklı. Medyası, sözde entelektüeli ve kuru kalabalıklarıyla aynadan yansıyan kendi akislerine dönüştürdüğü yandaş kitlelerin tek yaptığı, Erdoğan’ın yüksek perdeden aşıladığı en saçma iftiraları, yalanları yetenekli papağanlar gibi tekrarlamaktan ibaret.

Varsın yaptıkları papağanlarınki gibi Erdoğan’ı tekrarlamaktan ibaret olsun. Bunun ne önemi var? Neticede Erdoğan, yegâne ses haline geldiği ülkede mankurtlaştırdığı kitlelerden yansıyan kendi akislerinin oluşturduğu kuru gürültüyü özenle inşa ettiği sanal dünyasının yegâne gerçekliği kabul ediyor.

Ama yine de bir sorun var. Ne zulüm altında inleyen Türkiye’deki herkes Erdoğan’ın mankurt sürülerine dâhil olmuş durumda, ne de dünya büyük bir kısmını yalan ve iftiralarıyla efsunlamayı başardığı Türkiye’den ibaret.

Bu noktada bir hatıramı paylaşayım. 1990’lı yılların ortalarıydı. Ankara’da görev yapan tecrübeli ve oldukça entelektüel bir büyükelçi, söyleşi sonrası devam eden bir muhabbet esnasında, komplo teorileriyle beslenen diğer Ortadoğu ülkelerinde olduğu gibi, Türkiye’nin de temel probleminin kendi hatalarından kaynaklanan sorunların teşhisini yapmak için basitçe aynaya bakmak yerine, eline geçirdiği bir teleskopla sorunun sebeplerini uzaklarda aramak olduğunu söylemişti.

Teleskopla teşhis edilmiş gibi sunulan ülkedeki sorunların sebeplerinin bazen “yabancı güçler”, bazen “büyük güçler”, bazen “emperyalistler”, bazen “üst akıl”, bazense doğrudan Avrupa, ABD, Rusya, İngiltere, Almanya, İsrail vs. şeklinde isimlendirildiğini biliyoruz. Bünyedeki sorun ve hastalığın kendisi başlı başına bir dertken, o hastalığın sebeplerinin bizzat hastalığın sebepleri tarafından uzaklarda aranması çok daha büyük bir dert.

İÇERİDEN YAPILACAK TEŞHİS İÇİN GEÇ KALINDI

Kendimizden kaynaklanan sorunların teşhisi için karşısına geçip bakacağımız, büyükelçinin teşbihindeki o aynanın, yine de sırrı dökülmemiş bir ayna olduğunu varsaymamız gerekiyor. Oysa bugün Türkiye’de, normalde iktidarlar için bir ayna vazifesi görmesi gereken sivil toplum tamamen güdümlü hale gelmiş, medya tekelleşmiş, akademiya susmuş, aydınlar devşirilmiş ya da bastırılmış, muhalefet güdükleştirilmiş durumda. Henüz paramparça parçalanmasa da sırrı dökülerek bir cam parçasına dönüşmüş eski bir ayna misali Türkiye’de karşısına geçip hastalığın ne olduğunu anlamak için kullanılabilecek bir mikyas aracı bulmak imkânsız hale gelmiş.

En tepeden başlayıp toplumun her kesimine az ya da çok sirayet ettiği için hastalığın içeriden yapılacak teşhisi için artık geç kalınmış durumda. Bu yüzden, bünyesi sağlıklı, demokratik mekanizmaları işleyen, hukuk mercileri adil ve diri, hak ve özgürlüklerin koruyucusu sosyo-politik immün sistemi çalışır vaziyette olan yani henüz parçalanmamış ve sırrı dökülmemiş durumdaki başka aynalardan nasıl göründüğümüz daha önemli hale geldi. Vizyonu yetersiz olanlar, ülkenin içinde debelendiği vahim durumu görmek için uzaktaki sağlıklı aynalardan nelerin yansıdığını görmek için teleskop da kullanabilirler.

Ne yazık ki, hastalıklı sivil toplumu, borazanlaşmış medyası, kör ve sağır akademiyası, vicdanını yitirerek hissizleşmiş toplumunun hastalıklı refleks ve reaksiyonları Türkiye’nin nasıl bir hastalığa düçar olduğunu anlamamıza artık imkân vermiyor. Bu yüzden, ülke hakkında rapor üzerine rapor yayınlayan Avrupa Parlamentosu’ndan Avrupa Konseyi İnsan Hakları Komiserliği’ne, Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Komiserliği’nden Venedik Komisyonu’na, ABD Dışişleri Bakanlığı’ndan Freedom House’a, Sınır Tanımayan Gazeteciler Örgütü’nden Gazetecileri Koruma Komitesi’ne, İnsan Hakları İzleme Örgütü’nden Uluslararası Af Örgütü’ne varıncaya kadar çeşitli uluslararası kuruluşların Türkiye’ye dair objektif olduğu kadar vahim gözlem ve teşhisleri her zamankinden çok daha kıymetli hale gelmiş durumda.

YERLİ MÜTEHASSISLARIN YETERSİZLİĞİ

Bunların yanısıra, henüz vicdanını ve demokratik duyarlılığını yitirmemiş yabancı aktörlerin saptamalarını da dikkate almak durumundayız. Erdoğan’ın sabah akşam meydan meydan, ekran ekran dolaşarak zikrettiği, her gün onlarca gazetenin manşetlerine yerleştirdiği saçmalıkların tesirinde kalmadan, kendisine ve ülkeye dair verdiği hastalıklı fotoğrafın sağlıklı bir teşhisi için hastalığın az ya da çok sirayet ettiği yerli mütehassısların teşhisleri artık yeterli olmayacaktır.

6-7 yıl öncesine kadar Türkiye’deki demokratik her gelişmeyi canla başla alkışladıklarını hatırladığımız, bu yüzden gerçekliği yansıtan sağlıklı bir ayna vazifesi olabileceklerini düşündüğümüz demokratik dünyadaki kurumların, kuruluşların, medya ve entelektüellerin Türkiye hakkındaki tespit ve teşhisleri bu açıdan daha bir anlam kazanıyor. Türkiye’de anamuhalefet partisinin ve geriye tek tük kalan güya muhalif medyanın bile Erdoğan’ın uydurduğu iftiralarla siyaset ve yayın yapma pejmürdeliğine düştüğü bir ortamda doğrusu başka bir alternatifimiz de bulunmuyor.

Erdoğan ve ahlaksız yandaşlarının tedavüle soktuğu yalan, iftira ve yaftalara dünyada aklı başında hiç kimse itibar etmiyor. Erdoğan uydurduğu palavraların dünyada inandırıcı bulunmaması karşısında yaptıklarından pişmanlık duyacağına daha da panikliyor ve panikledikçe daha büyük yalan ve iftiralara sarılıyor, daha fazla zulüm ve baskıya yöneliyor. Bir fasit daire içerisinde debelenip durdukça sadece kendi itibarını değil, efsunladığı geniş kitlelerin şuursuz alkışları arasında ülkenin itibarını da yerin dibine geçiriyor.

Görüyorsunuz işte, ilk dakikadan başlayarak, elde hiçbir delil olmadan son 10 aydır her dakika tekrarladığı bir yalan ve iftirasına dünyadan hiçbir alıcı çıkmadı. AB İstihbarat Örgütü, NATO ve son olarak Alman istihbaratı olmak üzere 15 Temmuz 2016 başarısız askeri darbe teşebbüsünün arkasında dünyanın en sivil, en barışçıl sivil toplum harekelerinden biri olan Hizmet Hareketi’nin olduğu iftirasına kimse inanmadı. Öyle ki, Erdoğan’ın devletin bütün imkanlarını seferber ederek histerik bir şekilde yaymaya çalıştığı iddia ve iftiraları bu saatten sonra sadece tek bir işe yarayacak: Erdoğan ve ahlak yoksunu yandaşlarının ne büyük müfteriler ve ne büyük yalancılar olduğunun daha iyi anlaşılmasına.

TÜRKİYE’Yİ ONARILMASI GÜÇ BİR YIKIMA GÖTÜRÜYOR

Bugün yerlerde sürünen itibarıyla Erdoğan, kendisiyle birlikte tüm yandaşlarını ve maalesef Türkiye’yi onarılması güç bir yıkıma, korkunç bir bataklığa sürüklüyor. Gün geçtikçe medeni dünya, Erdoğan ve şürekasını rezilliği sermaye edinmiş bir ahlaksızlar güruhu olarak görüyor. Hollanda ile son iki haftadır yaşanan kepazeliğin üstüne Almanya, Avusturya ve İsviçre ile yaşananların da eklenmesi bu algı ve görüşü daha da güçlendiriyor.

Yabancı dillerdeki yayınlara yansıyanlar bir yana, Erdoğan ve sultası altındaki Türkiye hakkında sadece BBC ve DW’nin Türkçe yayınlarına yansıyan algıya bakmak bile her ehl-i vicdanın dehşet duymasına yeter. Mesela, Erdoğan’ın temelsiz Nazi suçlamaları eşliğinde Merkel ve Almanya’ya ölçüsüz saldırılarının Merkel ve Almanya’ya hiçbir zararı dokunmazken, bu saldırıların Erdoğan’ın ahlaki gradosunu ele vermeye yaradığı görülüyor.

İşte bu gradoya Türkiye dostu olarak bilinen SPD Genel Başkanı Martin Schulz, “küstahlık” diyor: “Dost bir ülkenin cumhurbaşkanının bu ülkenin başbakanını bu şekilde aşağılaması küstahlıktır.”

Türkiye’nin 16 Nisan referandumunda AB ile ilişkilerinin de oylandığını bilmesi gerektiğini söyleyen Alman Federal Meclisi Dış İlişkiler Komisyonu Başkanı Norbert Röttgen ise, Türkiye’nin başkanlık sistemine geçmesi durumunda AB ile üyelik müzakerelerinin sona ereceği uyarısında bulunuyor. Erdoğan’ın planlarını “devlet darbesi” olarak nitelendiren Röttgen, Erdoğan’ın Nazi benzetmesine ilişkin olarak ise yorum yapmayarak “Biz bu seviyede değiliz” diye cevap veriyor.

Avrupa Parlamentosu’ndaki muhafazakâr partilerin oluşturduğu Avrupa Halk Partisi Başkanı Manfred Weber da, “Bir ülkenin onurunun diğerlerini aşağılamakla korunamayacağını” söylemiş. Weber, Erdoğan’ın “her geçen gün biraz daha tuhaflaşan saldırgan çıkışlarıyla en çok kendi ülkesine zarar verdiğini,” söylemeyi de ihmal etmemiş.

Frankfurter Allgemeine Zeitung ise yorumunda: “Devlet bundan böyle de Almanya’daki Türk ve Almanların özgürce yaşamalarının teminatı olacaktır. Ama sadece Almanya’da değil. Türkiye, Avrupa İnsan Hakları Konvansiyonu’nu kabul etmişti. Ancak idam cezasının ikide bir zevk alırcasına gündeme getirilmesinden de anlaşılabileceği gibi Avrupa’ya açıkça sırt çevrilmesine Almanya’nın ses çıkarmak zorunda olduğu gerçeği değişmez.”

Erdoğan’ın “cinnet geçirdiği” şeklindeki bazı yorumlara katılmadığı görülen Allgemeine Zeitung, “Almanya uygun bir tavır almaya çalışırken Türkiye Cumhurbaşkanı ‘çarpışma’ stratejisini aynen devam ettiriyor. Erdoğan çıldırdığı için değil, katı siyasi hesapları doğrultusunda böyle davranıyor,” diyor.

Der neue Tag gazetesi ise şöyle diyor: “Almanya Federal Cumhuriyeti, Alman titizliğiyle Nazi terör rejimiyle hesaplaşmış bir devlettir. Türkiye ise ne Ermenilerin sürgüne uğratılmasıyla ne de Kürtlere yapılan baskıyla özeleştirel yüzleşmeyi göze alamamaktadır… Nazi benzetmesi, Alman siyasetindeki en büyük tabu ihlalidir… Merkel, tahriklere kapılmamakla ve haddini bilmez politikacılara sahne yasağı koymakla en iyisi yapıyor.”

Südkurier gazetesi ise “Türkiye Cumhurbaşkanı bu kez Nazi uygulaması benzetmesini doğrudan Merkel’e yaptı,” diye başlamış ve şöyle devam etmiş: “Bunu ancak, iktidarını kaybetme korkusuyla bütün köprüleri yakan bir politikacı yapabilir. Uğradığı gerçeklik kaybı gerçekten ürkütücüdür. Çünkü en kaba politikacı bile günün birinde hakaret ettiği kişilerle aynı masaya oturmak zorunda kalacağını bilmelidir… Türkiye çoktan diktatörlük yoluna koyuldu.”

“…Erdoğan yeni bir anayasa uğruna verdiği referandum mücadelesinde cinnet geçiriyor,” diyen DW’nin Baş Editörü Aleksander Kudascheff, şöyle devam ediyor: “Görgü kurallarını ve her türlü diplomatik sağduyuyu bir yana bırakarak, Almanya Başbakanı’na, Almanya’nın geneline, Hollanda’ya, AB’ne, Avrupa’ya ve Avrupalıların geneline hakaret ediyor. Ve arka planda Erdoğan’ın bakanları alkış tutarak aynı kakafoniyi, ithamları ve saldırgan isnatları yüksek sesle dile getiriyorlar… Bu noktada Donald Trump bile attığı tweetler ile onun konumuna erişemiyor. Erdoğan yeni yetme gençler gibi sağa sola sataşıyor… Bütün bunları da lâik Cumhuriyet’ten Şark despotluğuna geçme hedefi uğruna yapıyor…”

Erdoğan gibi kendi propagandasının etkisinde kalarak herkesi kör, âlemi sersem sananlardan değilsek eğer, ara sıra başımızı kaldırıp Erdoğan’ın başını çektiği siyasal İslamcı şarlatanlar güruhunun ve tassallutları altındaki Türkiye’nin dünyadan nasıl görüldüğüne şöyle bir bakmakta büyük fayda var.

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin