YORUM | Prof. Dr. MEHMET EFE ÇAMAN
Türkiye’de neden bu kadar az insan demokrasi ve insan hakları konusunu sorun ediyor? Türkiye kadar ilerlemiş bir toplumda daha fazla insanın ve grubun demokrasi ve insan hak ve özgürlüklerini desteklemesi gerekmez miydi?
Bu sorunların önemli olduğu kanısındayım. 15 Temmuz sonrası süreçte boşalan insan hakları makarasına Türkiye toplumunun neden duyarsız kaldığını cevaplamaya çalışmalıyız. Birbirinden farklı ideolojik gruplar uğradıkları zulme karşın birbirlerinin sorunlarına yeterince duyarlı şekilde yaklaşmıyorlar. Dahası, tüm geniş ideolojik gruplar tarafından özellikle iki grubun uğradığı insan hakları ihlalleri büyük oranda görmezden geliniyor. Bu gruplardan birincisi siyasi olarak hak talep eden ve özellikle de HDP çizgisine yakın dünya görüşünde olan Kürtler, ikincisi ise “FETÖ’cü” olarak adlandırılan Gülen Cemaati ve ona tasnif edilen insanlar. Bu iki grup dışında olan gruplardan da hak ihlallerine uğrayanlar var elbette. Mesela Cumhuriyet gazetesi çalışanları veya bazı CHP’li eski milletvekilleri veya parti üyeleri gibi. Dahası, yurtdışında olan Can Dündar gibi, Hayko Bağdat gibi tanınmış gazeteciler de uğradıkları zulümden kaçarak yurtdışına sığınmak zorunda kaldılar. Bu bahsettiğim kesimi bu yazıda “Türk solu” diye adlandırıyorum. Bunun dışında elbette Türk milliyetçiliği çizgisinde dünya görüşüne sahip MHP ve İYİ-P tabanı da bahsettiğim muhalefete dâhil. Dikkat ederseniz tabanı diyorum, parti yönetimlerini hariç tutuyorum. Çünkü her ne kadar MHP bugün Erdoğan rejiminin yedek lastiği rolünü canla başla sürdürüyor olsa da, bu partiye yakın birçok insan bu durumdan rahatsız. İYİ-P de tabanını genel olarak bu gruba yaslıyor. Ancak sanırım devletlû yaklaşım ve sağ gelenek, İYİ-P’nin insan hakları talebi konusunda CHP’nin de gerisinde kalmasına neden oluyor. Kürt siyaseti ve Cemaat sempatizanları dışında kalan tüm muhalefetin ortak tutumu, Kürtleri ve Cemaat’i sistem dışında tutmak. Bunun gereği olarak, Kürtlerin ve Cemaat sempatizanlarının insan hakları sorunlarını görmezden geliyorlar. Bu durumun nedeni nedir?
Kanımca Türkiye’de siyaset dünyanın genelinde olduğundan daha farklı kategorilerde ele alınmak zorunda. Dünyada en yaygın olan merkez, sol ve sağ terimleri, Türkiye siyasetinin kompleks yapısında fazla anlam ifade etmiyor. Çünkü dünyada genel hatlarıyla sol kesim Avrupa sosyalizmine, sağ kesimse liberalizme tasnif ediliyor. Sol kesimin dayandığı Avrupa sosyalizmi, Marksiyan ideolojinin devrimci olmayan, insan haklarına dayalı liberal rekabetçi demokrasiyi benimsemiş ve liberal piyasa ekonomisini çalışanlar lehine dönüştürmeye çalışan bir ideolojik pozisyon olarak özetlenebilir. Sağ kesimin dayandığı liberalizm ve muhafazakârlık, devletin piyasalara müdahalesine ilke olarak sıcak bakmayan, daha küçük bir devlet aparatını savunan, ekonomi politik bakımından içine muhafazakârları da dâhil edebileceğimiz bir ideolojik tabana hitap ediyor. Elbette solun da sağın da içinde çok sayıda alt gruplar var. Liberaller ve muhafazakârlar arasında birçok sosyal meselede birbirlerinden ayrışım gösteren bakış açıları söz konusu. Sosyalistler arasında da farklı versiyonlar ve fraksiyonlar var. Örneğin Avrupa çevrecileri, her ne kadar sol grup altında sınıflandırılsalar da, sosyal demokratlardan ayrışıyorlar. Ancak her şeye karşın sol blok da sağ blok da liberal demokratik düzeni benimsiyor, ona sahip çıkıyor. Bu düzenin temeli, birey hak ve özgürlükleridir. Yani prosedürel seçimlerin yanında, seçimlerin “özgür ve adil” sıfatları ile nitelenebilmeleri için, insan haklarının ve özgürlüklerinin yasal ve pratik olarak sağlanmış olması ön koşuldur. Avrupa’da ve dünyada sol da sağ da bu temeli benimsiyor.
Türkiye siyasetinin ana damarları Marksizm ve faşizm
Türkiye’de siyasi parti ve fraksiyonların temelleri, Avrupa ve dünyadaki muadillerinden büyük farklılıklar göstermekte. Öncelikle, lafı uzatmadan hemen meselenin adını koyalım: Türkiye’de sol da sağ da demokratik temel düzenin ön koşulu ve vazgeçilmezi olan demokratik temel hak ve özgürlükleri, insan ve azınlık haklarını, temel özgürlükleri benimsemiyor. Benimsememe nedenleri çok çeşitli; ancak en başta gelen neden, Türkiye’de hâkim ideolojik temeller içinde en zayıf olanı siyasal liberalizm olması. Liberal demokrasinin temeli olan birey hak ve özgürlükleri, siyasal liberalizm içinde doğmuş ve filizlenmiş konseptler. Oysa Türkiye siyasetinin ana damarları Marksizm ve faşizme dayanıyor. Her iki totaliter ideolojinin de ortak noktası, bireyi değil, toplumu öncelemeleri. Marksizm sınıf mücadelesi ve işçi sınıfının devrimi üzerinden bir siyasal okuma yapıyor. Faşizm ise devletin yüceltilmesi, aşırı uç saldırgan ve dışlayıcı bir nasyonalizm (ulusalcılık ve milliyetçilik) gibi yaklaşımları ön planda tutuyor. Marksizm’den de faşizmden de açık toplum, çok seslilik, hak ve özgürlük alanının genişletilmesi gibi ajandalar beklemek imkânsız.
Türkiye 1923’te kurulduğunda Avrupa’da esen faşizm ve otoriter devlet rüzgârlarının etkisinde kaldı. 1945’e kadar Türkiye siyasal sistemi bir semi-faşizm olarak devam etti. Tek adam ve tek parti diktatörlüğü kanıksandı. Bu sistem dâhilinde insan hak ve özgürlüklerinden ziyade, toplumun ilerlemesi, devletin bekası, ulus devlet yaratılması gibi meta projelere odaklanıldı. Osmanlı devletinin bakiyesi olan Türkiye toplumu, Cumhuriyetin demokrasiyle buluşmaması gerçeğini kolayca kabullendi. Alternatif eleştirel kesimler marjinalleştirildi ve zayıf kaldı. CHP’nin ortanın solu anlayışına yönelmesiyle beraber, liberal hak ve özgürlüklerden arındırılmış, Marksist olmasa da Marksizm’in sınıf mücadelesini sol olmanın gereği sayan bir anlayış Türkiye’deki sol kesimlerce benimsendi. Bu kesimler demokrasiye “burjuva demokrasisi” dediler ve demokrasinin gereği olan insan haklarını toplumu atomize eden zararlı bir ideolojik yönelim olarak algıladılar. Sağ ise piyasa ekonomisini soldan daha çok benimsemesine karşın, gerek İslami muhafazakârlığın etkisiyle, gerekse de CHP döneminden kalan devleti önceleyici algı temelinde liberal hak ve özgürlükleri önemsemedi. Devletin ilerlemesi ve kalkınması, bireysel sosyo ekonomik koşulların iyileştirilmesinin önünde yar aldı.
Devlet insanları içeri tıktığında mutlaka “devletin bir bildiği” vardı
İnsan hakları konusu Türk solu tarafından bencil ve bireyci bir tür Batı hastalığı olarak görüldü. İslamcı köklerin etkili olduğu Türk sağı da, bireyin topluma feda edilebileceği bir anlayışla, devleti ve toplumu önceleyici bir pozisyonu asla terk etmedi. Devletin küçülmesi ve devlet merkezci bakışın terk edilmesi, Türkiye soluna da Türkiye sağına da tersti. Devlet insanları içeri tıktığında mutlaka “devletin bir bildiği” vardı. Her sabah okulda “varlığım Türk varlığına armağan olsun” yeminiyle güne başlayan çocuklar, derlerde “sanatın toplum için olması gerektiğine” inandırılarak eğitildiler. “Devlet baba” olarak övülen ataerkil ve erkek egemen anlayış, solda da sağda da özgürleştirici yenileşmelerin önüne geçti. Türkiye solu ve Türkiye sağı daima Avrupa’daki sol ve sağdan tümüyle kopuk, nevi şahsına münhasır, “Müslüman mahallesinde salyangoz satmaktan” sakınan, var olan sosyal yapıları değiştirmeye çalışmak şöyle dursun, onları mümkün olduğunca korumaya gayret eden bir yapıda oldu. Mesela Kürtlerin etnik hakları konusunda sol ve sağ el ele beraber hareket etti.
İslamcılar “Hristiyan Batı’nın ve Siyonistler” retoriği üzerinden, solcular “burjuva demokrasisi ve sömürgeciler” diskuru ile devamlı liberal haklar düşmanlığı yaptı. İnsan hak ve özgürlükleri talep edenler başka devletlerin ajanı olmakla, ihanetle suçlandılar. Piyasa ekonomisi – özel mülkiyet – dışında liberal demokrasinin hiçbir erdemi Türkiye bozkırında yeşeremedi. Faşist ve totaliter ruh, Soğuk Savaş sonrasında da Türkiye’yi özünde terk etmedi. Bünyede yaşadı. Diğer dönüşüm sürecinde olan ülkelerde – mesela doğu Avrupa’da – piyasa ekonomisine geçişle beraber temel hak ve özgürlükler rejiminde de önemli ilerlemeler gerçekleştirilirken, Türkiye AB ile ilişkilerinde insan hakları sorununu hiçbir zaman tümüyle çözemedi. En önemli ilerlemelerin yaşandığı 1999-2006 sürecinde de, Kopenhag Kriterleri’nin asgari olarak sağlanmasına karşın, uygulamada ciddi eksiklikler devam etti. Bu dönemde AB reformlarına CHP’nin “verilen tavizler” olarak yaklaşması, yukarıda ileri sürdüğüm savları destekleyen bir göstergedir kanısındayım. Aynı şekilde, MHP’nin de başta azınlık hakları olmak üzere, açılımlara ve insan hakları politikalarına karşı çıkması, bu doğrultuda değerlendirilebilecek bir olgudur. AKP’de 17 Aralık sonrasında yaşanan ani değişim ve faşizan tek adam rejiminin genel olarak partide kabul görmesi de üzerinde düşünülmesi gerek bir diğer olgudur. Bu durum, AKP’nin kendi çıkarları gereği – vesayetle mücadele bağlamında – hak ve özgürlükleri genişletmek için çalıştığını işaret etmektedir. Kısacası, genel olarak Türkiye solu ve sağı, insan hak ve özgürlüklerini benimsememiştir.
Bugün de Türk solu ve sağı, kendi insan hakları meselelerini gündeme getirmekte, toptan ve eşitlikçi hak ve özgürlükleri ilkesel olarak gündemine almamakta. Özellikle Kürtler ve Cemaat, yukarıda değindiğim üzere, bu hususta önemli bir turnusol görünümünde. Sol da sağ da liberal değerleri savunduğuna inandıkları aydınları “liboşlukla” itham etmekte, yurtdışında insan haklarını gündeme taşıyan az sayıda insan vatan hainliği ile suçlanmakta. Dahası, kanunsuzca yapılan takibat politikası, sol ve sağ tarafından el ele “devletin savunulması” refleksiyle savunulmakta, “iç düşman” olan “FETÖ’cüler” başta olmak üzere, rejimin hedef gösterdiği herkes AKP, MHP, CHP ve İYİ-P tarafından acımasızca gözden çıkarılmaktadır. Çünkü sol ve sağ devleti kutsallaştıran, bireyi yok sayan totaliter mantığı içselleştirmiştir. Evrensel insan hak ve özgürlüklerinden haberi bile yoktur; varsa da “ya devlet başa ya kuzgun leşe” mantığıyla, “büyük ve güçlü devletin bekası” sorunsalını öncelemektedir. İşin kötüsü, sol da sağ da halen yürürlükte olan 1982 anayasası metninin de ışık yılı gerisine düşen bu rejimde işlenen anayasal düzeni ortadan kaldırma suçunu ortaklaşa işlemektedir. Bu esnada “kutsadıkları” devletin ortadan kalkmış olduğunu da fark etmemektedirler.
“Ya devlet başa ya kuzgun leşe” 1600 lerin sonuna kadar belki doğruydu ama zamanın her şeyi değiştirdiği bir dönemde bizimkiler devlet algısını değiştirmeyi bir türlü beceremediler ( yada kabul edemediler ). Dayatmatların sonucu toplumun geldiği hal ortada, siyasi partilerde bu toplumun içinden çıktığına göre çokta birşey beklememek lazım; ne kadar ekmek o kadar köfte!!!!!
Bati toplumlarinda liberal dusuncenin sagladigi ozgur ortamda her sey konusulur ve elestirilir. Insanlarin dusunce olarak bir saplantisi ve tabusu yoktur. Dogu toplumlarinda ise ya devlet ya da liderler tabulastirilir ve yuceltilir. Bu kutsal alanlarin dokunulmalarina ve elestirlmelerine musade edilmez. Birey bu kutsal alanlarinda baskilanir ve hic bir zaman toplumun kabugunu kirip kendi olamaz. Kemalist dusunceyi ve Ataturkun sahsinda olusturulan kultu de bu kapsamda degerlendirebiliriz. K Kore’de lidere ve devlete baglilik bir din olarak algilaniyor ve kendince rituelleri var. Karsit gibi gorunen ideolojiler, karsi tarafin putunu yikip kendininkisini dikmeye calistigi icin bireyler bu kisir dongude hic bir zaman ozgurlesemiyor.
Mehmet Beye bu degerli analizlerinden dolayi tebrik ediyorum.