Türkiye, Çin’in vilayeti mi olacak?

YORUM | YAVUZ ALTUN 

2017’nin Ağustos ayında Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu, Çin’in başkenti Pekin’e bir ziyaret gerçekleştirmiş, Çinli mevkidaşı ile basın toplantısı sırasında da şu sözleri sarf etmişti: “Çin’in güvenliğini kendi güvenliğimiz gibi görüyoruz. Gerek ülkemizde gerek bölgemizde Çin’e yönelik hiçbir olumsuz faaliyete izin vermiyoruz.” Aynı saatlerde Reuters haber ajansı Türkiye’nin ayrılıkçı Doğu Türkistan İslamî Hareketi’ni (TİH) “terör örgütleri” listesine aldığını duyurdu (ABD, Çin’e karşı yaptırımlar kapsamında TİH’i terör örgütleri listesinden çıkardı ancak BM hâlen listede tutuyor.)

2009’da dönemin Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan’ın Türkiye’yi “Uygurlar için güvenilir bir liman” ilân etmesinin ve Çin’in Uygurlara yönelik politikalarını “soykırım” olarak adlandırmasının ardından ciddi bir politika değişikliğiydi bu. İlk emareleri 2016’da, Uygur aktivist Abdulkadir Yapcan’ın tutuklanıp sınır dışı edilmesiyle ortaya çıkmıştı. 2017 yılında Türkiye ile Çin arasında “suçluların iadesi” anlaşması imzalandı. İki yıl sonra Cumhurbaşkanı Erdoğan, bizzat Pekin’e giderek Çin devlet başkanı ile görüşmeler gerçekleştirdi ve bu arada Çin medyasında Erdoğan’ın ağzından “Uygurlar burada huzurla yaşıyor” ifadesi haber oldu. Daha sonra Türk diplomatlar bunun “yanlış tercüme” olduğunu iddia edecekti.

Uzmanlar, Türkiye’nin Çin’le yakınlaşmasının tamamen ekonomik sebeplere dayandığını aktarıyor. Batı’yla ilişkilerinde sorun yaşayan Erdoğan iktidarı, Çin’in finans kanallarını kullanarak ekonomisini ayakta tutmak istiyor. 2018’deki kur krizi sırasında Çin, Türkiye’ye 3.6 milyar dolar tutarında kredi açmıştı. Bir yıl sonra Çin merkez bankasıyla 1 milyar dolarlık SWAP anlaşması imzalandı. 2016 ile 2019 arasında Çin’in Türkiye’ye yönelik yatırımları toplamda 3 milyar dolardı ve bu rakamın en az iki katına çıkarılması planlanıyordu. Nitekim 2020’de Yavuz Sultan Selim Köprüsü’nün yüzde 51’ini Çin’den bir konsorsiyum satın aldı. Türkiye’nin borç para bulmak için kurduğu Varlık Fonu ise, Çin’den sıcak para çekmek için “kur yapmayı” sürdürüyor.

Buna karşılık Çin, Ortadoğu’daki nüfuzunu arttırmanın bir yolu olarak Türkiye’yle işbirliği yapabileceğini düşünüyor. Pekin, Türkiye’ye yönelik yatırımları, dış politikasının önemli bir aracı olan, 2 trilyon dolar değerindeki Kuşak ve Yol projesi kapsamında ele alıyor. Bu proje, Çin’in yakın komşularından gelebilecek “tehditleri” bertaraf etmek için kurguladığı “Tek Çin” politikasının kardeşi. Uzun vadede Çin, Yakın Asya, Orta Asya ve Orta Doğu’yu “sterilize” etmek ve burada ABD’ye karşı ittifaklar geliştirme peşinde. Türkiye, ABD’den uzaklaştıkça Çin’in güdümüne giren Pakistan’dan sonra bölgedeki ikinci önemli müttefik. Pekin yönetimi İran’ı da bu ittifaka dâhil etmenin yollarını arıyor. Bu arada ABD, Türkiye’yi kaybetmek istemediği gibi Hindistan’ı da ülkedeki bütün insan hakları ihlallerine rağmen “yakında” tutmaya çalışıyor.

Bu hızla gidilirse, Türkiye’nin Çin’in ekonomik anlamda bir “vilayeti” olacağı çoktandır konuşuluyor. Son olarak Türkiye’nin pandemiyle mücadele kapsamında ağırlıklı olarak Çinli Sinovac şirketinin aşılarını kullanmaya karar vermesi, bu arada Sinovac’ın henüz Çin’de onaylatamadan CoronaVac ismini verdiği aşıyı Türkiye’ye çoktan satmış olması, iki ülke arasındaki ilişkilerin bir hayli ilerlediğini de gösteriyor. Asya medyasında, Çin aşısının karşılığında Türkiye’nin daha fazla Uygur’u sınır dışı edebileceği ifade ediliyor.

Türkiye’yle Çin arasındaki ticaretin hacmi 2000 yılında 1 milyar dolar seviyesinden, 2018’de 23 milyar dolara çıkmış durumda. Çin, şu anda Türkiye’nin en büyük üçüncü ticarî partneri. Ancak bu büyük oranda tek yönlü bir ticarî ilişki. Türkiye’nin 55 milyar dolarlık dış ticaret açığının yaklaşık üçte biri, Çin kaynaklı.

Çin, sadece Türkiye’nin değil Avrupa Birliği ülkelerinin de yok sayamayacağı bir ağırlığa sahip. Yakın zamanda Brüksel’le Pekin arasında büyük çaplı bir yatırım anlaşması imzalandı. Neticede ABD’den sonra en büyük ekonomiden bahsediyoruz. Devasa üretim kapasitesinin ve Batılı pek çok markanın üretim merkezine dönüşmesinin yanı sıra, son yıllarda kendi teknoloji ürünlerini de pazarlamaya başlaması, önümüzdeki yıllarda Çin’le ABD arasındaki ticaret savaşlarının kızışacağının göstergesi. Nitekim Amerikan yönetimi, Çin markası teknoloji ürünlerini güvenlik gerekçeleriyle kısıtlamanın yollarını arıyor. Şu an adı konulmamış bir Soğuk Savaş dönemi yaşıyoruz desek yeri. Diğer ülkelerse kendilerini bu savaşın tarafları arasında “güvenli” bir yere konumlandırma çabasında.

Türkiye, doğal kaynaklara ya da güçlü bir ekonomiye sahip olmadığı için, “fantezilerini” borçla gerçekleştiren bir ülke. Bunlara dış politika maceraları için gerekli silah üretimi ve alımı da, vatandaşa pazarladığı “mega projeler” de dâhil. Gelgelelim, bu girişimler aynı zamanda büyük birer kumar. Mesela Libya’ya yapılan yatırımların geri dönüşü olup olmayacağı belirsizliğini koruyor. Ülkede sürekli dengeler değişiyor ve Avrupa’ya yakınlığı nispetinde müdahil ülke sayısı da fazla. Suriye’deki iç savaşa yapılan yatırımın sonucunda ne kazanıldığı da tartışmalı. Mega projelerin yabancı alıcılara satılabilmesi içinse, Türkiye’nin “cazibesini” koruması gerekiyor. Sırf güzel rezidans yapıyorsunuz diye kimse gelip sizden mülk almaz yoksa.

Öte yandan Erdoğan yönetimi bu borcu yönetebilmek için sürekli yeni borçlara ve yatırımlara ihtiyaç duyuyor. IMF’den borç almak ya da Batılı kurumlarla anlaşmalar yapmak, karşılığında “yapısal reformlar” denen bir dizi düzenlemeyi gerektiriyor. Yani Batılılar balık vermekle kalmayıp balık tutmayı da öğretmek istiyor. Ülkenin mali açıdan disipline girip aldığı borcu geri ödeyebilmesini öngörebilmeye çalışıyor. Bu sebeple borç paketinin içinde hukukun üstünlüğü ve ifade özgürlüğü gibi Erdoğan hükümetinin pek de hazzetmediği maddeler var.

Ancak Çin’in böyle bir kaygısı yok. Geçmişte Afrika’da ve Orta Asya ülkelerindeki uygulamaları, “hard emperyalizm” diyebileceğimiz türden. “Hard” diyorum çünkü burada kültürel ya da ideolojik bir propaganda maksadı yok. Çin, bu ülkelerde demir yolları, limanlar ve altyapı inşası yapıyor ağırlıklı olarak. Önce bu ülkenin ihtiyacı olan yatırımla ilgili borç veriyor. Sonra Çinli firmalar bu parayla inşaatı gerçekleştiriyor, ardından Çin borcunu tahsil ediyor. Tahsil edemezse? Burada siyasî çıkarlarına göre bir hareket alanı doğmuş oluyor. Eğer ticarî olarak işine yarayacak bir üründen, mesela stratejik bir limandan bahsediyorsak, buraya el koymayı seçebiliyor.

Türkiye’yle ilişkide de benzer bir dinamik göze çarpıyor. Sahi, bir ülke size niye durduk yere para versin ki? Yakın zamanda Çinli firmaların Türkiye’ye yatırım yapmak istediklerini duyduk. Bunu bir “dış yatırım müjdesi” olarak duyurdu Türk makamları. Ancak zaten “ucuz işgücü” ile maruf bir ülkenin Türkiye’de üretim yapmak istemesi, muhtemelen önümüzdeki dönemde Türkiye’nin de “ucuz işgücü” sağlayabileceğine olan güvenden kaynaklanıyor. Tabi ayrıca Türkiye’de üretimin ticari ilişkilerin büyüyeceği Avrupa kapısına yakın olmasıyla da ilgisi var, bunu es geçmeyelim. Ama mesela Volkswagen’in fabrika açmaktan vazgeçtiği günlerde Çinli firmaların Türkiye’ye gelmesi, o kadar da “iyi haber” olmayabilir.

İkinci Dünya Savaşı sonrası başlayan ABD-Sovyet Soğuk Savaşı’nda Türkiye, Batı ittifakının yanında yer almış, bu sebeple demokrasiye geçmiş, bütün kusurlarıyla birlikte “Anayasal bir hukuk devleti” hüviyetine bürünmüştü. Turgut Özal döneminde “neoliberal” eksene dâhil olmasıyla, devlet kapitalizminden yavaş yavaş uzaklaşıp bir serbest piyasa ekonomisi olma yoluna girmişti. AKP döneminin bu dönüşümü tamamlayacağı düşünülürken, bugün Türkiye ekonomisi “ahbap çavuş kapitalizmi” dediğimiz, devlet kapitalizminin daha pespaye bir biçimine dönüştürüldü. ABD-Sovyet Soğuk Savaş’ında Batı ittifakından değil de Moskova’dan yana tavır alarak “bağımsızlığını” kazanacağını düşünen Mısır gibi Ortadoğu ülkeleri sonunda diktatörlük hâline gelmişti. Türkiye de bugün Batı’nın “değerler ve piyasa komiserliğinden” kaçarken, böyle bir açmaza düşüyor.

Bu açmazın, daha önce anlatmaya çalıştığım, pek konuşulmayan toplumsal bir etkisi var. Bir merkezden yönlendirilen ve rekabete açık olmayan ekonomik modeller, istihdam için gerekli insan kaynağını da  “modellemek” istedikleri için otoriter ve totaliter rejimleri bir anlamda mecbur kılıyor. Eğer ekonominiz ağırlıklı olarak devlet destekli alanlara, mesela inşaat ve enerjiye, ve “ucuz işgücü” gerektiren üretim sektörüne dayalıysa, ülkenizdeki üniversitelerde “parlak beyinler” varmış, yokmuş umurunuzda olmaz. Yılların emeğiyle yetişen ve binlerce insan yetiştiren üniversite hocalarını önemsemezsiniz. Beyin göçünden de fazla gocunmazsınız. Tek aradığınız şey “sadakat” olur. Devlet destekli alanlarda rekabet de olmadığı için, sadece size sadık insanları istihdam edersiniz.

2017’deki referandumdan önce güya “devletteki çift başlılığı” önlemek için AKP içinde “düşük profilli” başbakan arayışı vardı. Çünkü “kendi fikirleri olan” bir başbakan, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “iradesini” gölgeliyordu. Erdoğan, “tek adam” anayasası ile cumhurbaşkanı oldu ve siyasette artık “gölge eden” yok. Fakat bu sefer de karşısına “toplum” diye bir şey çıktı. Eğer becerebilirse, “düşük profilli” bir toplum inşa ederek, yoluna devam etmeyi hesaplıyor. Bu uğurda da, bir hayli ideolojik görünen ama aslında iktidarını perçinlemekten başka hedefi olmayan hamleler yapıyor. Kimini ülkeden kaçırdı, kimini hapsetti, kimini itibarsızlaştırdı. Toplumu birbirine kırdırıyor. Malum, böldükçe yönetmek kolaylaşır.

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

3 YORUMLAR

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin