HABER-ANALİZ | YAVUZ ALTUN
1990’lı yılları ekonomik ve politik krizlerle geçirip 1999’da ciddi bir depremle sarsılan Türkiye, 2002-2007 yılları arasında nispeten sakin ve siyasî anlamda istikrarlı bir hayata kavuşmuştu.
ABD’nin küresel piyasalara yoğun nakit akışı başlatması, AKP iktidarının neoliberal, özelleştirme yanlısı ve dışa açık politikalar benimsemesiyle çakışınca, ülkede refahın artması da şaşırılmayan bir gelişmeydi.
Elbette, 2001’deki ekonomik krizin ardından IMF’yle birlikte gelen Kemal Derviş’in başlattığı reformlar, bu istikrar ortamında rahatlıkla uygulamaya kondu.
Türkiye ekonomisi, AKP iktidarının ilk beş yılında her yıl ortalama yüzde 7’nin üstünde büyüdü. Özelleştirmeler ve Batı ittifakıyla uyumlu bir tek partili hükümetin varlığı, dış yatırımcıya güven verdi.
İçeride de işler fena gitmiyordu. AKP’nin üzerinde yükseldiği “Anadolu kaplanları” Ortadoğu, Asya ve Afrika pazarına doğru büyüyordu. Dış politikayla desteklenen bu girişimler, bir hayli kârlı olmasının yanında, ülkede iş hacmini büyütürken, ekonomik gelir kalemlerini de çeşitlendiriyordu.
Reformların harfiyen uygulanması, mali disiplin, bankacılık sektörünün güçlendirilmesi gibi hamleler, 2008’deki küresel krizde ülkeyi ayakta tuttu.
Belki Erdoğan’ın dediği gibi “teğet geçmedi” fakat İzlanda, İrlanda ve Yunanistan gibi ülkeleri iflasa sürükleyen bir krizden bahsediyoruz.
2007’de AKP’nin oy oranını arttırarak yeniden iktidar olması, 2008’deki kapatma davasından sağ salim çıkması, ilk dönemde tedbirli şekilde olup bitenleri seyreden İstanbul sermayesinin de dümeni buraya kırmasını sağladı.
İşadamlarının sahip olduğu medya şirketlerinin yöneticileri, artık Erdoğan’la seyahat ederken sadece onun ne dediğine odaklanmakla kalmıyor, patronlarının ricalarını da iletiyorlardı.
İşler bu kadar iyi giderken, artık kimse ülkede bir darbe tehlikesi görmek, siyasî istikrarsızlık yıllarına yeniden dönmek istemezdi tabi ki.
Ancak Yusuf Aleyhisselam kıssasında da vurgulandığı gibi, ekonomiler varlık dönemleri yaşadıkları kadar yokluk dönemleri de yaşarlar ve bu yokluk zamanında neler olacağını aslında varlık zamanında yaptıklarınız belirler. Ve bir toplumun ekonomik yokluk zamanındaki becerileri, krizlere nasıl tepkiler verdiği, onun sosyal ve kültürel becerileri hakkında esaslı bir fikir verir.
İlk dönemdeki ekonomik büyümenin dış yatırıma ve uluslararası finans şirketlerinden alınan yüklü miktarlardaki borca dayanması, bu “başarı” hikâyesindeki en önemli kara lekeydi.
İkincisi, istihdamla ilgiliydi. Nüfusu hızla büyüyen ve gelişmiş ülkelere kıyasla genç bir nüfusa sahip olan Türkiye’de istihdam oranı, yüzde 50’ye hiçbir zaman ulaşamadı.
Bununla birlikte istihdamın kalitesi, yani eğitim sorunu çözülemedi. Erdoğan tam 7 milli eğitim bakanıyla çalıştı fakat sistemsel problemler hep devam etti.
Yeni iş imkânları ortaya koyulamazken, üniversite sayıları arttırıldı. İhtiyaca göre eğitim modelinin yerine popülist bir eğitim modeli uygulandı.
Bu arada Türkiye hızlı büyümenin bir yolu olarak inşaat sektörünü tercih etti. 2014’teki rakamlara göre, gayrisafi milli hasılanın yaklaşık yüzde 30’u inşaat ve onu besleyen sektörlerden geliyordu. İstihdamın yüzde 10’dan fazlası bu sektörlerde kullanılıyordu. (Şimdiki rakamlar da yakın.)
Diğer bütün faktörleri bir kenara bırakırsak, bir ülke ekonomisinin hangi sektörlere bağımlı olduğu, o ülkede ne seviyede bir eğitim gerektiğini, orta sınıfının hangi bilgiyle donanmış insanlardan oluşacağını ve hatta toplumun en çok hangi konularla ilgileneceğini belirler.
Güney Kore’nin ya da Japonya’nın ekonomik kalkınması otoriter yönetimler eliyle olmuştu fakat bu büyüme, teknoloji yatırımları ve ihracat lokomotifli olduğu için, bu ülkelerde kalifiye insan ihtiyacı hasıl oldu. Böylece eğitim seviyesi de yükselecekti.
Öte yandan inşaatın bir ekonomik kalkınma aracı olması için, projelerin hızlıca, yani denetimsiz şekilde, tamamlanması, bununla birlikte bilhassa yabancılara satılacak projelerin “cazip yerlerde”, mesela SİT alanlarında, yapılması gerekliydi. Bunun için de yargıyı kontrol altında tutmalıydınız, yoksa önünüze taş koyabilirdi.
Yine bu “varlık” döneminde AKP yönetimi, kamu kadrolarını (belediyeler dahil) ve harcamalarını sürekli arttırdı. Daha önce olmayan sosyal devlet uygulamaları getirdi – ki bu da kamu harcamaları kalemi olarak düşünülebilir. Tabi kadroların arttırılması ihtiyaçtan ziyade, partinin destek karşılığı istihdam paketinin bir yansımasıydı. Nitekim, sosyal devlet uygulamaları da “oy deposu” olarak işlerlik kazandı.
Ancak kamu masrafları artarken, masrafları finanse edecek vergileri toplamada devlet başarısızlığını sürdürdü. Gayrisafi milli hasıla içinde toplanan vergilerin oranı, 2002 ile 2018 arasında yüzde 23’le 26 arasında gidip geldi. OECD ortalamasının yüzde 35’e yaklaştığını, Fransa, Belçika, İsveç gibi gelişmiş sosyal devlet sistemine sahip ülkelerde yüzde 45’in üstüne çıktığını hatırlatalım.
Ayrıca Aralık 2013’te ortaya dökülen yolsuzluk meseleleri ve İran’la girişilen uluslararası para çevirme hamleleri, adeta bu “başarı” hikâyesinin AKP yönetimine bakan kişisel açmazlarını simgeliyordu.
Ekonomik büyümeyi ağırlıklı olarak dış finansmana bağlayan bir ülkenin yönetiminden her şeyden çok şunu beklersiniz: Politik istikrar ve öngörülebilirlik. Çünkü kalıcı sermayenin öncelikleri bunlardır.
Politik istikrar sadece demokratik sistemlerde değil, otoriter yönetimlerde de bulunabilir. Ancak bu sefer dışarıdan gelen sermayenin niteliği değişir. Sermayenin niteliği, finansal araçlarınızı kullanma biçiminizi değiştirir.
Uzun vadeli yatırım yapacak, ekip kuracak, insan yetiştirecek girişimleri kaçırır, kısa vadede para kazanmak isteyen size de toplamda çok az fayda sağlayacak oyuncularla baş başa kalırsınız.
Gelgelelim, Erdoğan’ın küresel yatırımcılar açısından ürkütücü bulunan tarafları var. O alelade bir otokrat değil, ideolojisi olan bir otokrat. Yani “ülkede kontrol benim olsun, siz ne isterseniz yapayım” demiyor, hırslı, talepkâr ve şark kurnazı.
Bunu en iyi dış politik tercihlerinde görmek mümkün.
2009’daki “one minute” rüzgarıyla Türkiye bölgedeki arabulucu rolünü bıraktı. Arap Baharı’yla birlikteyse Erdoğan yönetimi, sürgündeki liderleri uzun yıllardır İstanbul’da ikamet eden İhvan hareketinin bölgedeki hamiliğini yapma kararı verdi.
Şimdiden geriye bakınca, değişen Ortadoğu politikasının temelinde Erdoğan’ın petrol pazarından pay kapma arayışı olduğunu düşünüyorum.
Önceleri pek çokları gibi, Erdoğan’ın Ortadoğu’da kendine politik nüfuz aradığı fikrine yakındım. Ancak Suriye’de, Libya’da, Doğu Akdeniz’de, hatta belki bir gün Yemen’de ve Somali’de girişilen hamleler, özellikle Batı’ya olan ekonomik bağımlılığı sonlandırmak ve iktidarının devamı maksadı taşıyor.
Erdoğan’ın kendini ve yakın çevresini ilgilendiren önemli girişimler var muhtemelen ve bunun için acele etmek zorunda hissediyor kendini. Onun için en korkunç senaryoysa, iktidarın elinden kayıp gitmesi. 2013’teki Gezi Parkı protestolarından sonra gördüğümüz buydu.
O zamana kadar arkasındaki “halk iradesine” dayanarak özgüvenli adımlarla iktidarını genişletiyordu. İş dünyasını ve medyayı çoktan “fethetmişti”. Sopadan çok havuç kullanıyordu. O protestolarda ve arkasından gelen yolsuzluk operasyonlarında, yaldızları döküldü, halka güvenemeyeceğini anladı ve sopayla idareye geçti.
Bunun ekonomiye etkisi, Türkiye’nin bir tek adam rejimi olduğunun kabulü ve en büyük ekonomik partner olan Batı ülkeleriyle ilişkilerin çalkantılı bir döneme girmesiydi. Bu da dış borç ve dış yatırım gibi konuların riske edilmesiyle sonuçlandı. Elbette kimse Türkiye’nin batması riskini göze almaz ama artık zenginleşme hikâyesi de pek mümkün değil.
AB’nin Türkiye’ye karşı kullanabileceği çok çeşitli diplomatik, ekonomik yaptırımlar, hamleler mevcut fakat Brüksel’de ülkenin bir gün Erdoğan’dan kurtulacağı hesabı yapılıyor ve gerekli tavizler alındığı müddetçe ilişkilere kalıcı hasar verilmemeye gayret ediliyor.
Benzer bir yaklaşım ABD’de ve NATO’da da mevcut. Erdoğan, ısrarlı biçimde Rusya’yla partnerlik geliştirse de, uzun vadede Rusya ve Türkiye’nin çıkarlarının çatışacağını hesaplayan Batı ittifakı, şimdilik problemleri sümenaltı ediyor. Çünkü kendilerinin yerini finansal anlamda sadece Çin’in doldurabileceğini fakat Pekin yönetiminin Türkiye konusunda iştahsız olduğunu hesap ediyorlar.
Gelgelelim, herkes Erdoğan’ın ya da damadı Berat Albayrak’ın ekonomi yönetimine güvenilemeyeceğinin farkında. Mayıs 2018’de Londra’ya gidip yatırımcılara faizleri düşüreceklerini ve merkez bankasını daha sıkı kontrol edeceklerini söylemişlerdi hatırlarsanız.
Bir yıl sonra Albayrak’ın finans çevreleriyle yaptığı toplantılar dile düştü hatta. Dedim ya, Erdoğan ideolojisi olan bir otokrat ve kendince şark kurnazı. Ekonomi yönetiminin hamleleri, ülkenin değil sadece belli bir ekonomik grubun çıkarına olduğu için de dünya piyasalarında hayretle takip ediliyor.
Ama Erdoğan şu noktada haklı: Türkiye’nin kaderiyle AKP’nin (aslında şahsının) kaderi birbirine bağlanmış vaziyette. Onun kişisel açmazları, Türkiye’nin de önünü tıkayan, problem yarattığı kadar çözüm ihtimallerini de bertaraf eden bir noktaya geldi.
Bunun en bariz örneğini de, geçen gün Türk lirasındaki aşırı değer kaybında yaşadık.
Merkez Bankası, Türk lirasının değerini korumak için önceki dönemlerde faizi yükseltme yolunu tercih ediyordu. Fakat bu durum, yurt içinde ucuz kredi dağıtmayı engelliyor, haliyle mortgage satışları durma noktasına geldiğinden inşaat sektörünü felç ediyordu.
Erdoğan, eski başkan Murat Çetinkaya’yı kovup yerine Murat Uysal’ı atadı ve faizler çok kısa sürede yüzde 24’ten yüzde 8’e indi.
İnşaat sektöründeki tıkanıklık açıldı mı? Evet, yeterince. Bunun ekonomiye olumlu etkisi var mı? Kısmen. Peki Türk lirası ne oldu? Değerini korumak için Merkez Bankası rezervlerini yakmaya başladı. Üstelik bu rezervlerin bir kısmı SWAP takasıyla emaneten alındığı için gelecek ipotek edilmiş oldu.
Perşembe günü Türk lirası dolar karşısında 7.30 seviyesini de aştı. 2018’de ABD’yle yaşanan Rahip Brunson kriziyle 7.28’e çıktığında buna kur krizi demiştik. Bu sefer ne demeli bilmiyorum.