Tükeniş değil, direniş

YORUM | EKREM DUMANLI

Daha önce bu sitede Fethullah Gülen Hocaefendi’yi ziyaret ettiğimi, ziyarete dair intibalarımı nakletmiştim. O gün anlatmadığım bir küçük anekdot var. Müsaadenizle arz edeyim: Hocaefendi sohbet ederken kuvvetli bir yağmur başladı. Oturduğu koltuk biraz öne alındı. Buna rağmen yağmurdan etkileniyor, ıslanıyordu. O sırada sesi kalbi gibi güzel sanatçı bir arkadaş naat okumaya başladı. O yanık nağme öyle güzel bir atmosfer oluşturmuştu ki o yağmura rağmen Hocaefendi’yi biraz daha ileri almak mümkün olmuyordu. İki arkadaş şemsiyeleriyle yağmura siper olmaya çalıştı; ta ki o yanık naat bitene kadar…

Sohbete son verilince Hocaefendi her zamanki rutin programına uygun bir alanda kısa bir yürüyüş yapacaktı. Ne var ki o yürüme alanının bir kısmına yağmur isabet ediyordu. Küçük bir daire çizerek yapılacak yürüyüşün belki bir metre daha içeriden yapılarak bahçedeki çatı altında gerçekleşmesi gerekiyordu. Uzaktan seyrettim; birçok arkadaş gibi. 

Merak ettiğim şey şuydu: Acaba güzergâhını bozup daha içerden mi yürüyecekti; yoksa yağmura aldırmadan yörüngesine devam mı edecekti. Tecrübeye dayalı tahminim yağmura aldırmayacağı üzerineydi. Çünkü Hocaefendi hep böyleydi. Mesela yaz saati uygulamasına karşı değildi. Ancak hiçbir zaman kaldığı yerdeki saatin ileri geri alınmasına razı olmadı. Bir başka misal: Kıyametler kopsa o (sağlığı müsaade ettikçe) sabahları ders yapar, 30 civarındaki talebeyle kitaplar okurdu…

Yağmurda da öyle oldu. 84 yaşındaki bu güzel fikir ve dava adamı bir milim yörünge değişikliği yapmadan ve ıslanarak aynı güzergâhına devam etti.

Türkçe Olimpiyatları diye başlayan sonra uluslararası bir kültür festivaline dönüşen programı görünce yukarıda naklettiğim küçük hadiseyi hatırladım yeniden. Hocaefendi IFLC’nin yirminci yılında yayınlanmak üzere mesaj göndermiş; bir de onca sağlık sorununa rağmen oturup programı canlı yayından izlemiş. Herkul.org’un sosyal medya hesabından yayınlanan fotoğraf başlı başına bir mesaj. 

Belki bazen akla gelir; bunca sıkıntı varken ne gerek var festivale. Halbuki mesele bu kadar basit değil. Bir yola girmişsiniz ve o yolda değerler manzumesi oluşturmuşsunuz. Bunu çekemeyenler hasetle, fesatla yolunuzu kesmiş. Karşınıza iki alternatif çıkmış. Ya güzelim düşüncelerinizden ve gayretlerinizden vazgeçer zalimin arzusuna teslim olursunuz; ya da ‘her şeye rağmen’ der kıt kanaat imkanlar içinde devamlılığı esas alırsınız. Eski ihtişamına bakıp da bugünkü gayretleri sönük bulmak da mümkün. Ne var ki meselenin özü o değil. 

Hizmet, başlangıç aşamasında bir diriliş hareketiydi. Halen de öyledir. Şimdi yeni bir misyon daha var omuzlarında. Diriliş hareketi, aynı zamanda direniş hareketidir artık. Kendine has bir direniş. Onca zulme rağmen şiddeti aklının ucundan bile geçirmemesi ile Gandi’nin, Martin Luther King’in direnişine benzer. Şiddetsiz eylemciliğinin yanında bir de bütün insanlığı kucaklayacak değer üretimi çabası vardır; ki bu özellik Hizmet’i daha anlamlı hale getiriyor. Bak şu kaderin cilvesine ki Hizmet’i bitirmek için her türlü zulme tevessül edenler, bu hareketin daha evrensel bir boyuta taşınmasına sebep oldu….

Sadece IFLC değil mevzu. Başka bir örnek: Bağrında nesiller yetiştiren Sızıntı Dergisi, yazı düşmanı yobaz bir güruh tarafından kapatıldı. Sürgündeki insanlar mütevazi imkanlar içinde Çağlayan ismiyle bir dergi çıkarmaya başladı. Yorgun, yılgın, bıkkın yüreklere sorsanız “Ne gereği var şimdi” diyebilir. Hatta bu hissiyata, yaşanan büyük yıkım ve travma açısından hak da verilebilir. Ancak siz bir diriliş ve direniş hareketi iseniz zalimi sevindirme lüksünüz de yoktur; değer üretimine ara verme hakkınız da. Hele hele Türkiye’deki haramiler kurumlarınızı işgal ettiklerinde paniğe kapılıp o müesseselerin şubelerini kendi ellerinizle kapatma hakkınız hiç yok. 

Tarihi bir sorumluluk taşıyor Hizmet gönüllüleri. Var olan hizmetleri devam ettirmek boynumuzun borcu olduğu gibi, çağın ruhunu tekrar tekrar okuyarak yeni fikirler üretme mecburiyeti de var.

Büyük depremlerden sonra statikler yeniden belirlenir. Mesela Türkiye’deki o korkunç Ağustos depreminden sonra bütün binaların statik planlaması değişti. Daha önce depreme dayanıklılık açısından yapılan hesaplardaki hatalar ve geçmişte verilen ruhsatlar gözden geçirildi. Sonra yeni bir standart oluşturuldu. Sosyal olaylar da böyledir aslında. Devasa bir komplo ile yıkıcı bir deprem oluşturuldu. Karakter zaaflarının yanında pozisyon hataları da söz konusu oldu belki. Yaşananlardan ders çıkarılarak yürünecek yolda sürekli arkaya bakarak mesafe alınamaz; samimi gayretlere yeryüzünün hassaten ihtiyacı had safhadayken… 

Uluslararası Dil ve Kültür Festivali’nin 20. Yıl Özel Programı’na ‘vefa’ damgası

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

1 YORUM

  1. Bu programdan bir lezzet alamadim. Uzun seneler hapiste yatmis, iltica etmek icin zorlu zamanlardan gecmis insanlar icin bir seyler ifade etmis olabilir, hele bizzat katilmislarsa eski günlerdeki gibi kendilerini bir bütünün parcasi hissetmis olabilirler.
    Programla ilgili elestirilebilecek cok sey var. Benim cani en cok sikan sey, “Biz” vurgusunun yine cok yanlis bir yerden yapilmasiydi. “Biz yaptik, biz ettik, baskalari yapamadi, biz yaptik, baskalari yüzüne gözüne cikardi, biz söyle böyle ettik.
    Bunca olan bitenden sonra ucuz belagata basvurmayan, muhataplarini cocuk yerine koymayan, yeni, yepyeni, temiz, komplekssiz, bagajsiz, angajmansiz, kendinden gercekten emin bir dil beklentisi icindeyim artik. Bunun tam tersini görünce.. Neyse..

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin