Trump Erdoğan’ı kıskanmasın da ne yapsın? [AMERİKA GÜNLÜĞÜ]

AMERİKA GÜNLÜĞÜ | ADEM YAVUZ ARSLAN

Siyasetle ilginiz olsun olmasın “Güç yozlaştırır, mutlak güç mutlaka yozlaştırır” lafını duymuşsunuzdur.

Evrensel kabul görmüş bu ifadenin sahibi 19.yüzyılda yaşamış İngiliz siyasetçi John Acton’dır. Denetim mekanizmaları olmayan iktidarların otoriterleşmesine vurgu yapmak için söylemiş. Bugüne kadar yaşanan tecrübeler Acton’un teyit ediyor. Öyle ki özellikle Afrika ve Ortadoğu ülkelerinde yaşanan durum tam da Acton’ın tarif ettiği gibi.

Peki ‘Amerika Günlüğü’ ile bu ifadenin ne alakası var?

Aslında çok alakası var. Çünkü bu köşede ABD’ye dair izlenimlerimi-tecrübelerimi anlatırken aslında Türk okura ‘size dayatılan senaryoya inanmak zorunda değilsiniz, doğrusu bu’ demeye çalışıyorum.

Bir bakıma ‘kızım sana söylüyorum, gelinim sen anla’ hali.

Dönelim baştaki ‘güç-yazlaşma ilişkisi’ne. Malum olduğu üzere başkanlık sisteminin bayraktarlığını ABD yapıyor. Sistemin temeli güçler ayrılığı ve denge-denetim üzerine kurulu. Yani Erdoğan’ın ‘başkanlık sistemine geçiyoruz’ diye getirdiği ‘Esad tipi başkanlık sistemi’nin tam tersi.

SÜPERMEN DE OLSAN …

Eğer ABD siyaseti ve devlet sistemini anlamak istiyorsanız dönüp biraz tarih okuması yapmanız gerekiyor.

Çünkü Amerika’nın kurucu babaları bu ülkeyi kurarken ince eleyip sık dokumuşlar. En çok üzerinde durdukları konu ise ifade özgürlüğü ve hukukun üstünlüğü olmuş. Sistemin mimarları Acton’ın tanımladığı gibi güç sahibi siyasetçilerin sistemi yozlaştırmasının önüne geçmek için tüm kritik köşe başlarına sigorta sistemi monte etmişler.

Bunlardan birisi de ABD Başkanlarının görev süresinin iki dönemle sınırlı olması. Yani çok başarılı da olsanız, milyonlarca Amerikalı sokaklara dökülüp ‘lütfen bizi bırakma’ diye eylem de yapsa iki dönemden fazla görevde kalamıyorsunuz.

İki dönem kuralı aslında uzun süre ‘teamül’ olarak uygulanmış. ABD’nin ilk başkanı George Washington 8 yıl iktidarda kaldıktan sonra ‘artık yeter’ deyip köyüne dönmüştü. Thomas Jefferson gibi James Madison’da o yıllarda yasal zorunluluk olmasa da iki dönem görev yaptı. Bu gelenek 150 yıldan fazla sürdükten sonra İkinci Dünya Savaşı sırasında Roosevelt’in üçüncü dönem aday olup seçilmesi ile tartışmaya açıldı.

Nitekim parlamento tüm kesimlerin mutabık kaldığı bir yasa hazırlayarak ABD başkanlığını iki dönemle sınırladı. Uzun yıllar teamülen uygulanan bu kural artık Anayasanın hükmü oldu. ABD Anayasasının mimarlarından James Madison’un şu sözü referans alındı “ İster saltanatla ister seçimle gelsin, bütün yetkilerin tek elde toplanması tiranlıktır”

Peki bunun mantığı ne?

Cevabı insan psikolojisinde gizli. Gücü elinde  tutan irade bir süre sonra o güce teslim oluyor. Bir başka ifadeyle iktidarın sağladığı gücü taşıyamıyorlar. Dolayısıyla 8 yıl görevde kalmış bir başkanın ülkesine verebileceği bir şey kalmıyor.

Başta Bill Clinton olmak üzere birçok başkan açıkça iki dönem kuralını benimsemediğini, anayasa izin verse üçüncü dönem aday olmak istediklerini söyledi. Ancak hiç bir Amerikan başkanı ‘ben gidersem ülke yıkılır, iç savaş çıkar’ deyip anayasayı değiştirmeye çalışmadı.

Malum olduğu üzere dünya tarihi oturduğu koltuktan kalkmayı bilmeyen siyasetçi örnekleriyle dolu. Özellikle de Afrika ülkelerinde. Öyle ki bir çok Afrika ülkesinde 30 yıldan fazladır iktidarda olan liderler var. Mugabe ya da Kaddafi gibi isimler ise 40 yılı aşkın süre iktidar da kaldılar.

Gerçi bu konuda uzaklara gitmeye gerek yok. Gücün siyasetçileri nasıl yozlaştırdığı, gücü eline geçiren siyasetçinin nasıl tiranlaştığının en somut örneği Tayyip Erdoğan. AKP’yi kurup ilk seçime girdiğinde demokratik bir Türkiye vaad etmişti. İlk iki dönem yani 8 yılda çok önemli adımlar attı. Ancak ne zaman ki üçüncü döneme başladı ‘yeterince güçlendiğine’ kanaat getirip adım adım devleti ele geçirdi.

Ne bağımsız yargı kaldı ne bürokrasi ne de medya.

Eğer ABD’de olduğu gibi Türkiye’de de iki dönem kuralı olsa ve Erdoğan bu kurala uysaydı tarihe ülkesini düze çıkartan, bölgesine ilham veren siyasetçi olarak geçebilirdi. Ancak üç ve sonrası dönemlerde yaptıkları ile nasıl anılacağı herkesin malumu.

ABD’nin kurucu babaları sistemi inşaa ederken kuvvetler ayrılığı ilkesi üzerine yoğun mesai yapmışlar. Beyaz Saray’da oturan başkan sistemin merkezindeki güç değil. Sistemin beyni hiç değil. Kuvvetler ayrığılı ilkesi temel. İktidarı ele geçiren gücün keyfiliğini -istismarını engellemek için sigorta mekanizmaları koymuşlar. Yani yasayı yapan, yasayı uygulayan ve yasayı yorumlayan güçler birbirinden tamamen ayrı.

NEDEN İKİLİ MECLİS?

ABD Kongre’si Senato (Senate) ve Temsilciler Meclisi (House of Representatives)nden oluşuyor. Senato da 100 üye var ve her eyaleti ikişer üye temsil ediyor. Temsilciler Meclisinde ise üye sayısı nüfusa göre belirleniyor. Halen 435+6 vekil görev yapıyor. Washington DC’nin özel bir konumu var. Parlamento’ya temsilci yollayabiliyorlar ancak oy kullanma hakları yok. Senato ile Temsilciler Meclisi’nin astlık üstlük ilişkisi yok. Birinin yaptığı yasayı öbürü veto edebiliyor. Temsilciler Meclisi üyeleri 2 yıllığına seçilirken Senatörler 6 yıllığına seçiliyorlar.

Seçim sistemi de kendine özgü. Her eyaletin 2 senatör seçme hakkı var. 1913’e kadar Senatörleri eyalet kongreleri atamış. Ancak bu tarihten sonra doğrudan halk seçmeye başlamış. Her iki yılda bir Senato’nun 3’te biri için seçim yapılıyor. Böylece Senato’da her daim tecrübeli siyasetçiler bulunuyor. Senato’nun Başkanın icraatlarını denetleme yetkisi büyük. Mesela Başkanın atadığı yüksek yargıçları, büyükelçileri, üst düzey bürokratları Senato onaylamak zorunda.

Aksi halde başkan da olsanız bu atamaları yapamıyorsunuz.

Onay safhası ise ayrı bir yazı konusu. Çünkü Başkanın aday gösterdiği yargıç ya da büyükelçi Senatörlerin önüne çıkıp canlı yayınlanan toplantıda sorulara muhatap oluyor. Hem Senato hem de ekranları başındaki milyonlarca seçmen kritik görevlere kimin atandığını görebiliyor.

Temsilciler Meclisi’nde ise eyaletler nüfuslarına göre temsilci yollarlar. Mesela Montana, Vermont ve Alaska’nın birer milletvekili varken California’nın 60’a yakın vekili var. Hey eyalet ‘Congressional Districts’lere ayrılıyor.

İyi de bize ne bundan diyenlerdenseniz anlatayım. Çünkü Türkiye’nin kangren olmuş sorunlarının çözümü aslında bu sistemde yatıyor.

Şöyle ki; bizde siyasi parti liderleri tek otoritedir. Vekiller ve adaylar adeta gözünün içine bakar. Siyasi partiler bir bakıma o liderin ‘şahsi malı’ gibi değerlendirilir. Amerikan sisteminde ise siyasi partiler ‘koordinasyon’ amaçlıdır. Milletvekillerinin amacı liderin değil vatandaşın gözüne girmektir. Çünkü vekiller seçmenle doğrudan muhatap. Bu yüzden vekil karar alırken lidere değil seçmen tercihlerine göre haraket ediyor. Mesela mevcut başkan Trump adayı olduğu partinin liderlerine rağmen ipi göğüsledi çünkü seçmen desteğini aldı.

Bu sistemin temel mantığı ise meclislerin birbirini denetlemesi. Bazen Senato’dan geçen bir yasa Temsilciler Meclisi’nde bazen de tam tersi şekilde veto edilebilir. Her ikisinden geçtikten sonra ABD Başkanı da veto edebilir. Diyelim ki Türkiye’yi ilgilendiren bir yasa tasarısı Kongre’nin iki kanadından da geçti. Başkan Trump yasayı veto edebilir.

Ancak süreç burada bitmiyor çünkü Kongre’ye geri dönen yasa üçte iki oyla yeniden geçerse başkan onayına ihtiyaç olmadan yasalaşıyor.

Kongre’nin ABD başkanı ve federal kurum yöneticilerini azletme yetkisi var. Mesela bugünlerde ABD Başkan Trump’ın azliyle yatıp kalkıyor. Eğer Temsilciler Meclisi’nde azil yönünde bir karar çıkarsa Senato yüce divana dönüşecek. Eğer burada üçte iki çoğunluk sağlanırsa ABD başkanı görevden alınıyor ve yerine başkan yardımcısı geçiyor.

Kongre’nin en önemli misyonu ise komiteler aracılığıyla federal kurumların herşeyini denetlemesi. İstediği kişi meclise çağırıp sorgulayabiliyor. Her türlü karar, politika ya da icraatları denetleyen Kongre ihtiyaç halinde yargıya gidebiliyor. Başta da dediğim gibi, sistemin her yerine sigorta yerleştirilmiş. Mesela bir parti ne kadar güçlü olursa olsun tek başına Anayasayı değiştiremiyor.

ERDOĞAN MI GÜÇLÜ TRUMP MI?

Detayları uzatmak mümkün.

Ama işin özü şu; ABD sisteminde en önemli şey kurumların birbirini denetlemesidir. Başkan Trump bile olsanız ‘ben yaptım oldu’ diyemiyorsunuz. Atamak istediğiniz bürokratı bile Senato’ya onaylatmak zorundasınız. Canınızı sıkan bir haberi yapan gazeteye el koyduramıyorsunuz. Gazetecileri tutuklatamıyorsunuz. Hatta size zor sorular soran gazetecinin akreditasyon kartını bile iptal edemiyorsunuz. Mesela Başkan Trump CNN’nin Beyaz Saray muhabirinin kartını iptal etti. Ancak mahkeme bunu ‘basın özgürlüğünün ihlali’ olarak gördü ve Beyaz Saray CNN muhabirine kartını geri vermek zorunda kaldı. ABD Başkanı da olsanız istediğiniz şirkete çöküp kayyım atayamıyor, bol sıfırlı ‘bağış’ alamıyorunuz. Ülkeyi ‘aile şirketi’ gibi yönetemiyor, attığınız her adamın hesabını vermek zorunda kalıyorsunuz.

Bu şartlarda bir Trump’a bakın bir de Erdoğan’a. Başkan Trump Erdoğan’ı kıskanmasın da ne yapsın ?

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin