Teşkilat-ı Mahsusa, Yakup Cemil ve Mehmet Akif [Dr. Serdar Efeoğlu yazdı]

Her devletin vazgeçilmez kurumlarından birisi olan istihbarat teşkilatı çoğu zaman açık faaliyetlerden uzak durmakta çalışma esasları, bütçesi ve stratejileri kamuoyundan uzak bir şekilde oluşturulmaktadır. Ancak özellikle savaş, darbe veya olağanüstü dönemlerde adından sık sık söz ettirmektedir.

Bugün Türkiye’nin istihbarat faaliyetlerinin toplandığı asıl birim olan Milli İstihbarat Teşkilatı (MİT), 12 Eylül darbesini bile dönemin Hükümetine haber vermemişti. Süleyman Demirel buna tepkisini “Bizim MİT, her gün Afrika’da hangi kabilenin, hangi kabileden kaç kişi öldürdüğünü bildirir ama bizdeki darbecileri haber vermez” diyerek ifade etmişti. 15 Temmuz’da da Cumhurbaşkanı, darbeyi MİT’ten değil eniştesinden haber aldığını açıkladı.

MİT, 15 Temmuz sonrasında farklı bir yönüyle de öne çıktı. Cemaate mensup bazı kişiler yurtdışında yakalanarak Türkiye’ye getirildi. Türkiye’de ise 1990’ların beyaz Torosları, siyah Transporterlara terfi ederek o yıllarda şahit olduğumuz “adam kaçırma” sıradan bir hal aldı. Bir de intihar süsü verilerek öldürülme olayları eklenince gözler bir kez daha teşkilata çevrildi.

MİT’İN ATASI: TEŞKİLAT-I MAHSUSA

  1. Abdülhamit zamanında istihbarat faaliyetleri hafiyelik teşkilatı vasıtasıyla yapılıyordu. Hafiyeler ülkenin dört bir tarafından birçoğu doğru olmayan bilgilerle muhbirlik yaparak makam, mevki ve para elde etmeye çalışmaktaydılar.
  2. Meşrutiyetle beraber İttihatçılar, bu teşkilatı kaldırarak kendi elemanlarından bir örgüt oluşturdular. “Teşkilat-ı Mahsusa” adı verilen bu yapı, I. Dünya Savaşı’nda İtilaf devletlerinin sömürgelerinde yaşayan Müslümanları isyan ettirmeye çalıştı.

Teşkilat, Enver Paşa ile Dr. Bahattin Şakir ve Dr. Nazım’ın kontrolü altında faaliyet gösteriyordu. İlk başkanlığını Süleyman Askerî Bey’in yaptığı örgütte, dönemin şartlarının etkisiyle gayrinizami harp teknikleri öne çıktı. Teşkilatın Kafkasya, Hindistan, Afganistan, Orta Asya, Rumeli ve Vilayat-ı Şarkıyye gibi masaları bulunmakta ve yabancı dil bilen elemanlarla istihbarat toplanmaktaydı.

Teşkilat-ı Mahsusa birlikleri, I. Dünya Savaşı’nda özellikle Kafkasya ve İran’da savaştılar. Ancak emir komuta düzenine uymayan yapıları problemlere yol açtı. Bu birliklerin insan kaynağının mahkûmlar, eski sabıkalılar ve çetelerin olması başlı başına bir sorundu. Teşkilat-ı Mahsusa, Ermeni tehcirindeki rolü ile de her zaman eleştirildi. İttihatçıların devletin istihbarat teşkilatını yandaş paramiliter yapı olarak görmeleri, mensuplarının keyfi uygulamalara girmelerine ve illegal faaliyetlerde bulunmalarına neden oldu.

Teşkilat-ı Mahsusa’nın “fedailer” vasıtasıyla yaptığı operasyonlar ayrı bir problemdi. İttihatçılar Rumeli’deki faaliyetlerinde bu fedailerden fazlasıyla yararlanmışlardı. Fedailer, Cemiyet için engel olarak gördükleri kişileri “vatan menfaati” için öldürmekten çekinmemişlerdi. II. Meşrutiyet döneminde de iktidarlarını sağlamlaştırmak için cinayetlere devam ettiler.

Bu fedailer içinde Yakup Cemil, Atıf (Kamçıl), Süleyman Askerî ve Eşref Sencer (Kuşçubaşı) isimleri öne çıkıyordu. Bu kişiler gerektiğinde gözlerini kırpmadan muhalifleri katletmekten çekinmiyorlardı.

En güçlü olduğu dönemde 30 bine mensubu olduğu ileri sürülen Teşkilat-ı Mahsusa hakkında ilk ciddi çalışmayı Philip Stoddard adında bir Amerikalı subayın yaptığını ve 1963’de Princeton Üniversitesi’nde doktora tezi olarak sunduğunu hatırlatalım. Türkiye’de ise çalışmaların Stoddard’dan otuz yıl sonra başladığı ve hala yeterli olmadığı bir gerçek.

İTTİHATÇILARIN SİLAHŞÖRÜ YAKUP CEMİL

Bu silahşörlerin en meşhuru Yakup Cemil’di. Çerkez bir aileden gelen Yakup Cemil, 1903’de Harbiye’yi bitirdikten sonra Manastır’a tayin olmuş ve İttihatçıların önde gelenlerinden biri olan Enver Bey’le tanışarak Cemiyete üye olmuştu. Ardından Cemiyetin fedai şubesine katılarak bölgedeki çetelere ve Abdülhamit rejimine karşı mücadeleye başlamıştı.

Yakup Cemil’in diğer fedailerden farkı “gaddarlığı” idi. Orduda kimseyi takmadığından bir yerde görülünce “Aman savulun, Yakup Cemil geliyor” diye bağırılınca herkes kaçışırdı. İttihatçı fedailerin 1908 Temmuzunda gerçekleştirdikleri suikastlarda doğrudan adı geçmese de Yakup Cemil’in rolü olduğu muhakkaktı.

31 Mart Olayı sonrasında Yakup Cemil “ideal bir tetikçi” olarak muhalefetin susturulması görevini üstlendi. 1910 yılında Sada-i Millet gazetesi yazarı Ahmet Samim Bey, Bahçekapı’da öldürüldüğünde oklar Yakup Cemil’i gösterse de bunu hiçbir zaman kabul etmedi. Yakup Cemil bir sohbet esnasında rejim oturuncaya kadar bu tür cinayetlerin şart olduğunu söylüyordu.

Trablusgarp Savaşı başlayınca Teşkilat-ı Mahsusa görevlisi olarak Libya’ya gitti ise de kural tanımazlığı devam etti. Burada casus olduğu şüphesi ile bir Binbaşıyı öldürünce tekrar İstanbul’a gönderildi.

Balkan Savaşı’ndaki başarısızlıklar ve kayıplardan mevcut Kâmil Paşa Hükümeti’ni sorumlu tutan İttihatçılar bir darbe planladılar. 23 Ocak 1913’de Enver Bey ve arkadaşları Babıâli’yi işgal ettiler. Harbiye Nazırı Nazım Paşa tartışmalar sırasında Yakup Cemil’in tabancasından çıkan kurşunlarla öldürüldü.

Şöhreti iyice artan Yakup Cemil, Cemiyetin bir numaralı tetikçisi oldu. Ancak kontrol edilemez bir güç haline geldiği konuşulmaya başladı ve İstanbul’dan uzaklaştırılarak Kafkas Cephesi’nde görevlendirildi. Burada her başarısızlıkta birilerini öldürmesi ve bir defasında 16 askeri katletmesi gözden düşmesine neden oldu ve İstanbul’a gönderildi.

Yakup Cemil bu durumu kabullenemedi ve adı Enver Paşa’yı devirerek yerine M. Kemal Paşa’nın getirilmesini hedefleyen bir darbe planına karıştı. Bunun üzerine Enver Paşa’nın emri olduğu söylenerek tutuklandı ve meşhur Bekirağa Bölüğü’ne konuldu. Ancak kimse silahını almaya cesaret edemiyordu. Yakup Cemil de zehirlenme korkusu ile getirilen yemekleri yemiyordu.

Silahı, iki günün sonunda yorgunluğundan yararlanan üç asker tarafından alınabildi. Mahkeme, kendisini idama mahkûm etti ve 14 kurşunla infaz edildi. Ancak Hükümet, bir zamanların suç makinesi Yakup Cemil’in ailesine “vefalı” davranarak hizmetleri karşılığında maaş bağladı.

TEŞKİLAT-I MAHSUSA VE MEHMET AKİF

Teşkilat-ı Mahsusa’nın yararlandığı kişiler arasında Şair Mehmet Akif de vardı. Akif, Balkan Harbi ardından İttihatçılar aleyhinde “Üç beyinsiz kafa” şeklinde başlayan meşhur şiirini yazsa da Birinci Dünya Savaşı başlayınca önemli görevler üstlenerek Almanya ve Hicaz’a gitti.

Almanya seyahatindeki amaç, Alman istihbarat birimlerinin Şark siyaseti kapsamında Müslümanlara yönelik propaganda çalışmalarına destek olmaktı. Teşkilat-ı Mahsusa kanalıyla bu amaçla gönderilenler arasında Abdülaziz Çaviş, Abdürrahim Reşid, Şeyh Salih Tunusî gibi isimler de vardı.

Akif Almanya’ya 1914 yılı Kasım ayında gitmiş ve seyahat, birkaç ay sürmüştür. Bu seyahatte, Fransızların yanında savaşırken Almanlara esir düşen Müslüman esirlere hitaben konuşmalar yapmıştır. Ancak seyahate dair “Berlin Hatıraları” şiiri dışında bilgi vermemiştir.

Akif, yine Teşkilat-ı Mahsusa’nın isteğiyle Hicaz ve Necid’e gitti. Amaç, Şerif Hüseyin ve diğer Arap liderlerinin isyanını engellemekti. Bölgeye ilk seyahatini 1914’de yapmış, 1915 Mayısında başlayan ikinci seyahatte önce Hicaz’a giderek Vehhabi ileri gelenleri ile görüşmüş, ardından Necid’e geçerek orada da Şemmer aşiretinin önde gelenleri ile görüşmeler yapmış ve onlara Sultan Reşad’ın gönderdiği hediyeleri takdim etmişti.

TEŞKİLAT-I MAHSUSA’DAN DERS ALMAK

Teşkilat-ı Mahsusa, İttihatçıların kendi elemanlarından kurduğu bir istihbarat örgütü olarak kısa bir süre faaliyet gösterdi. Bazı olumlu yönlerine rağmen geriye partizanlığın izlerini taşıyan birçok problem bırakarak tarihe karıştı. İttihatçıların kanunlara aykırı olarak muhalifleri ortadan kaldırmada teşkilatın fedailerini kullanması ve azınlıklara yönelik eylemlerde teşkilatın devreye sokulması günümüze kadar gelen birçok tartışmaya yol açtı.

Bugün de Türk istihbaratı, yurt içinde ve dışında birçok illegal operasyonlara girişiyor. Geçmişte Teşkilat-ı Mahsusa gibi illegaliteye bulaşmış bir örgütten ders alınması gerekirken benzer hatalar tekrarlanıyor.

Günümüzde istihbarat teşkilatı, her devlet için bir zorunluluk. Ama bu çalışmaların yasal ve temel insan hakları çerçevesinde yapılması gerekiyor. MİT mensupları için de Yakup Cemil gibi “tetikçi olmak” ya da Mehmet Akif gibi “ıslahçı” görevini üstlenmek gibi seçeneklerle tarihe geçme ihtimali bulunuyor. Unutmayalım ki her illegallik, ardından yeni illegallikleri getiriyor ve sonuçları çok kötü oluyor.

Kaynaklar: Şükrü Hanioğlu, “Teşkilat-ı Mahsusa”, DİA, C. 40;  Kadir Kon, “Yeni Bilgiler Işığında Mehmed Akif’in Almanya Seyahati”, Toplumsal Tarih Dergisi, S. 217.

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin