Suriye’deki ABD-Rusya mücadelesinin Türkiye’ye olası etkileri

ANALİZ | Prof. Dr. MEHMET EFE ÇAMAN

Rusya 1991’de yıkılan Sovyetler Birliği’nin (SSCB) Soğuk Savaş’taki jeopolitik tutumunu artık açıktan devam ettiriyor. 1945-1991 yılları arasında ideolojik nedenleriyle ön plana çıkan ve kamuoyuna adeta bu ideolojik temellerin “magazinsel boyutuyla” sunulan Soğuk Savaş, aslında jeopolitik algı ve stratejiler temelinde okunması gereken bir anlaşmazlıktı.

SSCB parçalandığında ABD ve Batı Avrupa başta olmak üzere tüm dünyada Soğuk Savaşın bitişi coşkuyla karşılandı. Tanınmış Amerikalı sosyal bilimci Francis Fukuyama “Tarihin Sonu” adlı ünlü makalesinde ideolojik mücadelenin sona ermesine binaen, tüm dünyanın demokratikleşeceğini, demokratik devletlerin kendi aralarında savaşmadıklarını varsayan liberal paradigmanın demokratik barış kuramı gereği, çatışmalar ve savaşlar üzerine kurulu bilinen tarihin son bulacağını müjdeliyordu.

Gerçekten de koca Sovyet imparatorluğunun 15 parçaya bölünmesi, üç eski Sovyet cumhuriyetinin (Baltık cumhuriyetleri) AB’ye ve NATO’ya katılması, Doğu Avrupa’da yaşanan sistem dönüşümü, SSCB ekonomisinin enkazının ifşa ettiği korkunç verimsizlik ve geri kalmışlık, dünyanın artık yeni bir döneme, tek kutuplu ve ABD hegemonyasında uluslararası sistemi zorlayıcı tek aktörün görece barış getireceği bir yeni küresel duruma işaret etmekteydi. SSCB’nin mirasçısı olan Rusya Federasyonu’nun başında olan Boris Yeltzin, alkol bağımlısı, zayıf, yolsuzluğa bulaşmış ve Batı’ya bağımlı bir profil çizmekteydi. Kızıl Ordu’da maaşıyla geçinemeyen askerlerin ağır silahlarını satacak duruma düşmesi, Çeçenistan’daki ayrılıkçılığa karşı çaresizliği ortaya çıkan bir Moskova yönetimi, uluslararası sistemde süper güçken orta güce gerileyen Kremlin, Soğuk Savaş sonrası Rusya’nın ana verileri arasındaydı.

PUTİN’LE BAŞLAYAN DÖNÜŞÜM

1999’da Yeltzin eski istihbaratçı Putin’i başbakanlığa getirdi. O tarihten itibaren Putin iktidarını sağlamlaştırdı ve giderek Rusya’nın kontrolünü eline geçirdi. Rus devlet yapısını, tarihini, coğrafya ve demografisini çok iyi bilen Putin, SSCB’nin yıkılışını 20. asrın en büyük jeopolitik faciası olarak gören ve ideolojisiz bir SSCB’nin Avrasyacı strateji ekseninde yeniden kurulması gerektiğine inanan bir lider. Onun döneminde Rusya iç sorunlarını (ayrılıkçılık da dâhil) ceberut ve otoriter bir yönetim altında baskıladı. Mafyalaşan ve oligarkların elinde oyuncağa dönen Rus devletini kendi tek adamlığı altında toparlayarak, yolsuzluklar da dâhil her şeyi Kremlin’e, yani kendi mutlak hâkimiyetine bağladı.

Fosil enerji kaynaklarında dünyanın en büyük rezervlerine ve yanı sıra stratejik boru hatlarının denetimine sahip Rusya, bölgesinde en küçük çemberden başlayarak etki alanını genişletirken, içeride enerji piyasalarının sağladığı konjonktürel rüzgârı da arkasına alarak, yıkık Rus ekonomisini canlandırdı. 1990’larda ekonomik olarak perişan olan Rus vatandaşlarının hayat seviyesi Putin’in bu politikalarıyla hızla toparlandı. Rus ordusu süratle eski seviyesini yakalarken, Avrasya Birliği ve Şanghay Topluluğu ekseninde ABD liderliğindeki Batı’nın karşısında yeni bir mihver oluşturma stratejisi takip eden Rusya, 2010’lardan sonra gücünü iyice konsolide ederek küresel sahneye çıktı.

Gürcistan’a ve Ukrayna’ya baskı ve güç kullanımı yoluyla NATO’nun bu ülkelere yayılmasını engelledi. Orta Asya ve Kafkasya’da arka bahçesi olarak algıladığı kendisine ekonomik olarak bağımlı ve kültürel olarak Rusofon (Rusça konuşan ve Rus kültürüne yatkın) ülkelerle yakın ilişkiler kurdu. Petrol ve doğal gaz rotalarını kontrol ederek, AB karşısında elini güçlendirdi. Elindeki taktik nükleer silahları yenileyerek Batı’ya meydan okudu. Ukrayna toprağı olan Kırım’ın işgal ve ilhakının da gösterdiği gibi, ABD ve NATO Rusya konusunda etkin olamıyor. Nedeni açık: Rusya ile olası bir sıcak çatışmanın nükleer boyuta taşınması riski.

ARAP BAHARI VE RUSYA’NIN STRATEJİSİ

Tüm bunlar olurken, Arap Baharı patlak verdi. Tüm Ortadoğu coğrafyası demokratikleşecek beklentileri bu bahar yellerinin etkisiyle Washington’dan Londra’ya, Berlin’den Brüksel’e Batı dünyasında heyecanla karşılanırken, Rusya Suriye krizinin başlangıcından itibaren Şam yönetimine oynayarak, Esad’ı koruma altına aldı. Mısır’da ve Afrika’nın kuzeyinde demokrasi dalgası hızla İslamcı fanatizme evrilirken, Putin Suriye-Tartus’taki Rus deniz üssünü genişletiyor, üstüne üstlük kara, hava ve deniz unsurlarını Şam yönetimiyle koordineli şekilde Suriye’de sahaya yığıyordu. Böylelikle Suriye’de Rusya alan hâkimiyetini eline geçirdi. Suriye muhalefeti cihatçılaşırken ve barbarlıkları tüm dünyanın öfkelenmesine neden olurken, Rusya’nın “işte gördünüz Batı tipi demokrasi hayallerinin varacağı noktayı!” diyerek pozisyonunu güçlendirmesi, Putin’i Suriye oyununda kartları en güçlü oyuncu haline getirdi. Bu arada ABD’de Obama’nın yerine Trump’ın gelmesi ardından yaşanan deprem ve zafiyet, zaten sahada zayıf durumda olan ABD’nin caydırıcılığını daha da azalttı. ABD IŞİD’le mücadele boyutuna önem verirken ve Suriye’nin kuzeyinde seküler ve pro-ABD’ci Kürtlerle işbirliğine girerken, Rusya tüm Suriye muhalefetine karşı Esad’ı korumaya devam etti. Rejim böylelikle Suriye’de gerilemeden kurtuldu, bilakis kontrolündeki toprakları mütemadiyen genişletti. Rusya Fırat’ın batısındaki tüm hava sahasını denetler konuma yükseldi. ABD ise İncirlik üzerinden Fırat’ın doğusunda hava kontrolü sağladı. Böylece Suriye İkinci Soğuk Savaş’ın cephe ülkesi haline dönüştü.

TÜRKİYE’NİN YERİ VE ROLÜ

Şimdi esas konuya gelelim. Türkiye nerede bu oyunda? Türkiye 17 Aralık sonrası dış siyasette hızlı bir dönüşüm geçirdi. Başlangıçta ABD ile yakın işbirliği yaparken (Davutoğlu dönemi) 17 Aralık’ı müteakip artan şekilde sahada ABD’den uzaklaşan bir yaklaşım gösterdi. İçeride bu dönem yeniden aktive olan Ergenekoncu derin yapılar, önce Erdoğan’ın Çözüm Süreci’ni sonlandırmasını, ardından Suriye Kürtleri’ne yönelik tutumu sertleştirmesini sağladı. Böylece içeride 1990’ların askeri çözüm yaklaşımı stratejisine dönen Türkiye, Suriye’de YPG’yi terörist (PKK) ilan ederek ABD güdümünde olan ve IŞİD’e karşı sahada etki mücadele eden Kürtlere cephe aldı. Bu arada enteresan şekilde Suriye’de sahada baştan beri destek olduğu cihatçı fanatik çapulculara silah, ilaç, yiyecek, barınma, lojistik, istihbarat ve eğitim gibi desteklerini arttırdı. Türkiye toprakları global cihatçı fanatiklerin geçiş güzergahı haline getirildi. Dahası, IŞİD’le petrol ticaretinde adı geçer oldu. Tüm bunların Ankara’nın bilgisi dışında gerçekleştiğine inan varsa çok saftır! MİT tırları haberiyle patlayan skandal “casusluk” olarak nitelendi, yani bu haber yalanlan(a)madı. Çünkü bulgular ve kanıtlar fazlasıyla netti. Bu durum sahada ABD’yi Türkiye’den daha da uzaklaştırdı ve Kürtlere yaklaştırdı. Türkiye ise bu güç erozyonu neticesinde giderek Rusya’ya daha fazla yaklaştı.

Zarrab’ın ABD’de yakalanması (ya da teslim olması) ve köstebek olarak bildiklerini anlatması, Türkiye’nin ABD nazarındaki konumunu daha da aşağılara geriletti. İran nükleer programına finansal kaynak sağlayan, bu bağlamda İran paralarını karlı komisyonlar karşılığında aklayarak İran nükleer programının değirmenine rüzgâr taşıyan Ankara yönetimi, Rusya’dan S-400 satın alma kararı alarak rotası şaşmış ve yoldan çıkmış imajını iyiden iyiye perçinledi. 15 Temmuz askeri darbe girişimi sonrası Ankara yönetimi tarafından en tepedeki isimlerce ortaya atılan ABD’nin bu darbe girişiminin arkasında olduğuna dair iddialar, ABD’li din adamı Andrew Brunson’ın hukuksuz ve siyasi bir şekilde rehin alınması, Büyükada davası, ABD konsolosluk görevlileri ile aile bireylerinin siyasi nedenlerle tutuklanması önemli. Sonuç olarak Türk kamuoyu ABD ve Batı düşmanlığına şartlandırılırken, Ankara giderek Rus Avrasyacı jeopolitik stratejisinin NATO içindeki Truva atı olarak ittifakın altını oymaya devam etti. Son olarak Ruslarla nükleer alanında işbirliği yapılması kararının hayata geçirilmesi, yine bu haneye yazılması gereken bir diğer gelişme.

Türkiye’deki siyasal iç dinamikler – Erdoğan yönetiminin suça ve yolsuzluklara bulaşması – ve 15 Temmuz’daki Rus-Ergenekon-Erdoğan üçgenindeki hayatın olağan akışıyla ters düşen, dikkat ve şüphe çekici sis perdesi, peşi sıra Türkiye’de meydana gelen yıkıcı takibat politikası, TSK içerisindeki NATO’cu subayların (komuta kademesinde, amiral ve general toplamının yarısı!) tasfiyesi gibi göstergelerin de altı çizilmeli. Ez cümle, Türkiye’de bu kısa süre içinde hem iç hem de dış politikada ciddi bir deprem yaşandı. Özellikle dış ve güvenlik politikalarındaki radikal yeni yönelim – özelde Ankara’nın Rus uydusu olması meselesi – çok sorunlu ve komplike bir mevzu. Özetle bunun kalıcı etkileri olacağı beklentisi artıyor. Jeopolitik temellere dayalı olmayan, Türkiye’nin değil belirli grupların şahsi (beka veya ideolojik) çıkarlarına hizmet eden bir dış politika tercihi yapılıyor. Bu tercih, 1945 sonrası Batı ittifakına yönelmek gibi, uzun erimli sonuçlara gebe. Yeni Soğuk Savaş profil kazanırken, bu jeopolitik güç mücadelesinin gerçekleştiği sahada bulunan ve esasında çok hassas dengeleri gözetmesi gereken Türkiye, maalesef nedenleri üzerinde çok spekülasyon yapılabilecek bir siyasi tercihle, çok ama çok büyük ve yıkıcı olma potansiyeli taşıyan riskler alıyor. Hatta kumar masasındaki irrasyonel oyuncu gibi hareket ediyor. Tek farkı şu ki, karar alıcıların kaybedecekleri sadece kendilerinin değil, tüm ülkenin geleceği.

ZİKZAK ÇİZEN DIŞ POLİTİKA

Türkiye; Avrupa, Orta Doğu ve Kafkasya-Orta Asya hatları üçgeninin en ortasında, jeopolitik konumu çok önemli bir aktör. Ama bu her zaman avantaj değil, dezavantaj da getirebilir. Özellikle maceracı ve savruk bir dış politik rota, Türkiye’yi telafisi mümkün olmayan bir pozisyona düşürebilir. Olan da bu zaten. Elinde nükleer savaş gücü ve konvansiyonel askeri kapasiteleri bakımından dünya ölçeğinde iki büyük gücün arasındaki mücadelede, ABD ve NATO kanadı, Türkiye’nin son 70 yıldır beraber müttefik olarak hareket ettiği, güvenlik ve savunma politikalarımızda ortaklaşa yapılar geliştirdiği aktörler. Rusya’nın bölgedeki tutumu tümüyle kendi yayılmacı ve agresif dış politikasının bir yansıması. Suriye’de rejimin Rusya kontrolünde kullandığı kimyasal silahlar başta olmak üzere, Rus varlığının bölgede etik ve hukuki sorunlara yol açtığı dikkate alınması gereken bir veri. Hem Esad yönetimine karşı olmak, hem de Rusya (ve İran’la) beraber Suriye’de dengesiz ve hesapsız risklere girmek, herkesin malumu olduğu üzere anlamlı değil. Ama bu garabet Türkiye’de konu dahi olmuyor.

Afrin’de Rus hava sahasının açılmasıyla işgal harekâtı yapan Ankara, bunun karşılığında Ruslara ne söz verdi? Neden Rus dışişleri bakanlığı Türkiye’nin Afrin’in kontrolünü Esad rejime bırakması gerektiğini söyledi? Ankara neden bu hususta sessizliğe gömüldü? Olası bir ABD-Rusya çatışması bölgesel ve küresel bir savaşa evrilebilecekken, Erdoğan yönetimi bunun Türkiye’yi (Suriye’nin ardından) ikinci bir cephe ülkesine çevireceğini görmüyor mu? Suriye’de olanlar Türkiye’de de olursa diye endişelenmiyor mu? Rusların amacı belli: Akdeniz’de ABD-NATO karşısında daha aktif ve en etkin güç olmak, NATO’nun güney kanadında gedik açmak, Ortadoğu’da başat güç konumuna yükselmek, küresel olarak ABD tek kutuplu uluslararası sistemini iki kutuplu yapıya taşımak gibi hedefleri var. Her iki süper güç de Türkiye’den vazgeçmek istemeyecektir. Peki, Türkiye’nin hedefleri ne? Bu hedefler ile alınan riskler arasında makul-rasyonel bir oran var mı? Ne elde etmek için hangi riskler alınıyor, farkında mı Erdoğan yönetimi? Türkiye İkinci Soğuk Savaş’ın (İkinci Dünya Savaşı sonrası Kore ve Almanya gibi) ikinci cephe ülkesi olma yolunda yalpalarken, bunu Lozan’ı sorgulayan ve giderek Envercileşen bir yönetimin yapması da tarihin garip bir ironisi mi?

Son söz: ABD ve Rusya arasında yaşanacak en ufak askeri sürtüşmede Ankara’daki rejimin yıkılacağını düşünüyorum. Türkiye Rusya tarafında yer alırsa, ABD buna karşı önlem alacaktır. ABD tarafında yer alırsa, Rusya Ankara’ya müdahil olacaktır. Bu noktada Rusya’nın Ankara rejimi üzerindeki etkisinin daha yüksek olduğunu değerlendiriyorum. Her halükarda en ufak sıcak çatışmada takke düşer ve kel görünür. Erdoğan’ın arkasında kimler varsa, sanırım bu durumu iyi analiz ediyorlardır! Eğer ABD sınırlı çapta bir hava saldırısı düzenlerse ve sonrasında sahada rutine geri dönülürse, Rusya olası yinelenme riskine karşı Türkiye üzerinde baskıyı arttırır. Bu bağlamda Rusyacı kimse o ön plana çıkar. Bu durumda ABD de Rusya da Türkiye’yi kendi yanında tutmak amacıyla daha etkili enstrümanlarını sahaya sürecektir. Her halükarda Suriye’deki yeni konstellasyonun Türkiye’deki rejim üzerinde etkisi olması kaçınılmaz. Bu bile Türkiye’nin cephe ülkesi olma yolunda olduğunu göstermiyor mu?

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

3 YORUMLAR

  1. Çok güzel özetlenmiş, anlaşılabilir ve bilgilendirici bir yazı, teşekkürler Sn. Çaman. Sizin konuşmalarınızı ve yazılarınızı severek dinliyor ve okuyorum.

  2. Şu tr724.com un entellektüel ve global bakış açısı Türkiyedeki zift ve diğer medyanın toplamında yok. Okudukça beyin ve ufku genişleten yazılar hep. Keşke daha çok imkan olsa da daha geniş yelpazede daha çok yazılar çıksa. Bu yüzden sürekli reklâmlarınıza tıklıyorum. Çalışmalarınızın devamını dilerim

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin