Sosyolojinin kustuğu rejim

YORUM | Prof. Dr. MEHMET EFE ÇAMAN

Devlet ile toplum arasındaki ilişki iki yönlüdür. Devlet toplumu etkileyebileceği gibi, toplum da devleti etkiler. Devlet toplumsal örgütlenişin en geniş halidir. Yani toplumdan etkilenmesi kaçınılmazdır. Değerler düzleminde, kültürde, dinde, folklörde, geleneklerde ve örfte, sanatta, etik anlayışta, gelişmişlik düzeyinde ve daha birçok alanda, toplumun devlete yansımalarını görürüz. Aynı şekilde, devletlerin karakteristik özellikler zamanla toplumlarına yansır. Uzun bir süre totaliter ya da otoriter rejimler altında yaşayan toplumlarda demokratik bilinç azalır, politik kültür giderek rejim parametrelerine göre biçimlenir. Değerler evreni bireyin otonomisinden ve dokunulmazlığından çok, kolektifin çıkarlarına göre bireylerin işlevine odaklanır. Teokratik otoriter rejimlerde toplumun diğer inançlara yönelik tutumunda toleranssızlık artar. Irkçı totaliter rejimlerde – örneğin NAZİ Almanya’sında veya Faşist İtalya’da – toplumun ırkçı eğilimlerinden yükselme görülür. Devlete ve siyasete ilişkin alan ile topluma ve bireye ilişkin alan, işte böyle dinamik bir alandır.

Türkiye’de demokrasi deneyiminin olmadığı söylenemez. Tanzimat Fermanı’ndan beri demokratikleşme ve demokratik gerileme arası yoğun bir gel-git var. Demokrasiden daha çok monarşinin geriletilmesi, cumhuriyetçilik, sekülerleşme, kadın hakları, Batılılaşma (modernleşme), gelenek karşıtlığı gibi eğilimler anlaşıldı. Elbette demokratikleşmenin merkezinde daima “halk iradesi” oldu. Bir diğer ifadeyle, seçimler, tıpkı diğer Ortadoğu ülkeleri gibi, Türklerin de demokrasiden anladığı esastır. 

BU YAZIYI YOUTUBE’TA İZLEYEBİLİRSİNİZ ⤵️

Oysa tek başına seçimlere odaklanan bir demokrasi konsepti, devleti demokratik özelliklerle donatmaya yetmedi. Monarşinin son bulması, cumhuriyetçilik, laiklik, formel kadın hakları, şekli Batılılaşma gibi unsurlar da öyle! Bunlar önemsizdir demiyorum; aksine her biri çok önemlidir. Fakat tek başlarına veya beraberce toplumu dönüştürmek için yeterli değillerdir. Devlet, Tanzimat’tan bu yana, özellikle de İttihatçılar ve Kemalistler ile onların devlete egemen olmaları üzerinden dönüştürüldü. Fakat bu dönüşüm bir tür iktidarın el değiştirmesine ya da o el değiştiren iktidarın yeni sahiplerinin kalıcı olmasını önceledi. 

Mesela özgürlük kavramını ele alalım. Türkiye’de özgürlük, daima bir dış ötekiye göre konumlandırıldı. Yabancı güçlerin boyunduruğu altında olmamak olarak algılandı. Kurtuluş Savaşı sırasında ortaya atılan özgürlük, bağımsızlıkla aynı şeydi. Ve bu özgürlük kategorisi, bireysel değil, toplumsal bir kategoriydi. Ülkenin işgal altında olma durumunun sonlandırılması, esas hedefti. Doğal olarak ülke dış güçlerin işgalinden kurtarıldıktan sonra, bu özgürlük kategorisi de işlevini fiilen yitirdi. Özgürlük konseptini diri tutmak için dış tehdit daima kullanıla gelen bir manivela oldu. “Bu ezanları susturamayacaksınız”, “bizi bölemeyeceksiniz” türü söylemler, işte bu tür bir algının restorasyonunda kullanılıyor. Aya Sofya’nın yeniden camileştirilmesi ya da Ege ve Doğu Akdeniz’de Yunanistan ile yaratılan krizler, yine bu amaç için kullanılıyor. Oysa Türkiye insanı bireysel düzeyde hiçbir zaman özgürleşemedi. Devletin toplumunun bireysel seviyede özgürleştirmek gibi bir hedefi hiçbir zaman olmadı. Sol-sağ ayrımı gözetmeden, Türkiye’de tüm iktidarlar bireyin özgürleştirilmesine karşı bir pozisyon aldılar. Böylece devlet, her ne kadar reformist bir geçmişe de sahip olsa, toplumsal değerleri dönüştürmedi.

Türkiye toplumu, sıkıştığı Avrupa-Ortadoğu geçiş güzergahında her ne kadar diğer modernleşme geçmişi olan toplumlara göre daha şanslı da olsa, değerler evrenini dönüştüremedi. Örneğin Batı sekülerleşirken, insan hakları standartlarını geliştirirken, yaşam koşullarını iyileştirirken, handikaplı toplumsal kesimlere kendilerini ifade etme şansı tanırken, Türkiye toplumu daima “teknik” olarak batılılaşmak, ama “değerler evreninde” değişmemek gibi bir pozisyon aldı. Batı’da totaliter ideolojiler egemenken Nazi’leri ve onların dünya görüşlerini idealize eden düşünce akımları oldu. Oysa Batının ilerleme düşüncesi, kendi “ürettiği” habis değerlere karşı daha efektif bir filtre uyguladı. Bugün AB ilkelerinde marjinal gruplar dışında hiçbir büyük politik parti ırk, etnisite, kan temelli diskurlar kullanmazken, Türkiye’de diğer millet ve etnisitelere karşı pejoratif dil kullanmak çok sık rastlanan bir davranış. Aynı şey, örneğin cinsiyetler arası ilişkiler için de ileri sürülebilir. Batı’da kadın hakları gelişim gösterirken, bu hukuksal bazdaki formel değişim, sosyolojik değişimlere de neden oldu. Oysa Türk toplumunda kadınlara yönelik ayrımcılık ve şiddet sarmalında değişim olmadı. 

İlerici denebilecek reform ve uygulamaların bile sosyolojik bir ayak sürtme tepkisiyle karşılaşmaları, zaten bu konuda çok da istekli olmayan Türkiye devletinin toplumu dönüştürmede daha da başarısız olmasıyla sonuçlandı. Batı düşmanlığı ya da Arap düşmanlığı gibi habis ve patolojik arazlar sosyolojik düzeyde ele alınmalıdır. Aynı şekilde kadına şiddet veya homofobik nefret de öyle. İşkence uygulamalarının neredeyse tüm modern Türkiye tarihinde sistematik olarak görülüyor olması, sosyolojiyle ilintilidir. Azınlıklara yönelik fobi ve dışlama, yine sosyolojik düzlemde incelenmelidir. Ötekileştirme mekanizmaları, devlet tarafından geliştirilen diskurla şekillense de, toplumca bu kadar kolay benimsenmesi nasıl izah edilecek? Barış konusunda istekli olmamak, yine sosyolojik bir kategoridir. Örnekleri çoğaltmak mümkündür. Önemli olan ortak nokta şudur. Salt devletin eksiklikleriyle açıklanamaz bunlar. Türkiye’de devlet sosyolojiye tekabül ediyor. Rejim, bu mevcut sosyal dokunun devlette vücut bulmasıdır. Ne kadar yok edilmek istenirse istensin, kaç kez denenmiş olursa olsun, eninde sonunda faşizan bir devletin reenkarnasyonu karşılaşıyoruz. Küllerinden doğan faşist kafa, Kürt meselesine ya da azınlıklara yaklaşımıyla, temel özgürlükleri tırpanlamasıyla, hukuksuzluğu sistematikleştirmesiyle, dışarıda agresifleşmekle, savaş kışkırtıcılığı yapmak ve bunu iç politikaya meze olarak kullanmakla hep mevcut sosyolojiyi dışarı kusuyor. 

Devlet dönüştüremiyor. Çünkü devlet denilen şey, bu beşeri sermaye tarafından oluşturuluyor. Dönüştürmek istese de bu dönüşüm yerleşmiyor, kök salamıyor. Çölde organik tarım yapmak için öncelikle uygun seraların hazırlanması gerekli. Su olmadan bitki yetiştiremezsiniz. Türkiye’de fanusta yetişmiş Ahmet Altan gibi gerçek aydınlar dışında, bu devleti dönüştürecek ve toplumu da bu yolla farklı değerlerle tanıştırabilecek insanlar mevcut değil. 

Toplumda olan durum neyse, devlette karşınıza çıkan şey tam da odur! 

Hapishanedeki masumlar, rejimi eleştirenlerin “FETÖ’cü” olarak damgalanması, hak talep eden Kürtlerin “PKK’cı” ilan edilmeleri, Türkiye’nin doğu Akdeniz yaklaşımını nesnelce ele alıp eleştirenlerin “Yunan dölü”, Ermeni soykırımı konusunu gündeme taşıyanların “afedersiniz Ermeni” olarak niteleniyor olmaları, Aya Sofya Kilisesi’nin yeniden camiye dönüştürülmesini tenkit edenlerin “vatan haini” veya “devşirme soyu” olarak görülmesi, sadece devletle alakalı bir durum değildir. Türkiye sosyolojisinin değerler evreniyle ilgili bir durumdur. Yaygın bir patoloji mevcut! Herkes öyledir demiyorum. Fakat öyle olanlar çok bariz bir çoğunluktur. Ve bu çok majör bir sorundur. “Baştakiler gider, bak her şey nasıl düzelir!” türü yorumlar fazla iyimser kanımca. Unutmamak gerekiyor ki örneğin bugün Kürtler konusunda en radikal şahin askeri politikaların kararlarını verenler ve onlara oy verenler, daha dün Oslo görüşmelerini başlatan karar alıcılar ile onların tabanı, (AB reformları gerçekleşirken) en hararetli “Çözüm Süreci” destekçileriydi. Gerçek değerler evreni ile politik tutumları arasında zorunlu bir tutarlılık olmayan bu sosyoloji, meydanı boş bulduğunda – başında kafasına vuran bir devlet yokken – içindeki tüm habis patolojik değerleri kusuyor. Rejimin çaldığı mayanın tutmasının nedeni budur. Dahası, bu rejim içinden çıktığı sosyal çevrenin özetidir. Bu bağlamda İslamcılar, Ülkücüler, Ulusalcılar gibi kategorik farklar anlamsızlaşmaktadır. Örneğin işkence yapanlar ya da Yunan egemenlik haklarına karşı yayılmacı pozisyon alanlar, bu habis tutumlarını farklı gerekçelerle meşrulaştırsalar da, sonuçta meşrulaştırıyorlar. Ya da iktidara gelen kim, fark etmeksizin, YÖK’ün başına geçen her iktidar, YÖK’ü manivela olarak kullanıp kendine yakın olanları gözetme, kendinden olmayanları üniversitenden ayıklama davranışı içine giriyor. Çünkü hiçbirinin değerler evreni temel ve evrensel hak ve özgürlükleri hazmetmiş değil. Türkiye anayasasının verdiği her özgürlükten sonra, yeni cümleye “ama” diyerek başlayıp, verdiği özgürlüklerin alanını daraltması, bu sosyolojinin yansımasıdır. Devlette toplumu, toplumda ise devleti buluyoruz. Toplum bu nedenle bu rejimden “kendisini koruma gereği” hissetmiyor. Bu, onun devletidir! 

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

2 YORUMLAR

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin