Şiddete ve işkenceye dair

MEHMET EFE ÇAMAN

“FETÖ’den” tutuklu 15 diplomat, itirafçı olmuş! Kendilerine 100 soru vermişler. Doğru cevapları işaretliymiş! Sınava girmişler ve Dışişleri Bakanlığı’na diplomat olmuşlar. Hani Ankara’da işkenceden geçirildikleri ileri sürülen diplomatlar vardı, hatırladınız mı? Hah, işte onlardan 15 tanesi, “suçunu” itiraf etmiş en sonunda! Yaşasın adalet! “Bak biz demiyor muyduk bunlar hain, üçkâğıtçı, terörist diye!” değil mi? Ankara Barosu diplomatlara işkence edildiğini kanıtlarla ortaya koydu. Ama kimin umurunda? Toplum onların “FETÖ’cü” olduklarından emin. Tıpkı Ali Baba’nın sihirli kelimeleri gibi, “mağaranın ağzındaki taşı açmanın yolu, açıl susam açıl demek”; dolayısıyla “FETÖ” dedin mi akan sular durur! 

Diplomatların yaptığı “itirafın” toplumca satın alınması ve meşru kabul edilmesinin bir yönü bu rejim diskuru. Diğer taraftan, sosyolojik dinamikleri sorgulamayalım mı? “Bu kötü rejim ahlakını bozdu bizim milletin” ya da “15 Temmuz sonrası şirazesi şaştı toplumun” türü yorumlar, sahi, fazla naifçe gelmiyor mu size? Bilmiyorum soruyorum! Sizleri bilmem de, ben sathın altına, biraz daha mikro dokulara girmekten, şiddetin arkeolojisinden başlamaktan yanayım, bu yaşanan dramatik süreci değerlendirirken. Bu şiddetin yapılmasından ziyade, meşru görülmesidir esas mesele çünkü kanaatimce.

İŞKENCE NASIL ‘HAKLI’ GÖRÜLÜR?

Biraz geçmişlere götüreyim sizi, mazur görürseniz. 1987 yılıydı. Milli Hakimiyet Parkı’nda he zamanki gibi arkadaşlarla bir banka oturmuş, sohbet ediyorduk. Ben daha 16 yaşındaydım. Konu nasıl oldu da açıldı hatırlamıyorum, ama işkence konusu hakkında konuşmaya başladık. Arkadaşlarımın büyük bir çoğunluğu işkencenin suçlularla mücadele konunda kaçınılmaz olduğunu savunuyordu. Bense işkencenin ayrıca bir suç oluşturduğunu, suçlularla suç işleyerek mücadele edilemeyeceğini anlatmaya çalışıyordum. İşkence suçun ispatlanamadığı koşullarda uygulanıyordu. Bu kişinin suç işleyip işlemediğinin belli olmadığı durumlarda işkence edildiği anlamına geliyordu. Suçlulara işkence savunulsa dahi – ki bunun da hukuksal ve etik anlamda birçok itirazla karşılaşması gerekiyordu – suçlu olup olmadığı bilinmeyen birine işkence edilmesi, masum birine işkence edilmesi olasılığını barındırdığı için kabul edilemezdi. 

16 yaş için iyi bir tartışmaydı. Okulda böyle şeyler tartışılmaz, tartışılsa da hoş görülmezdi. Zira 12 Eylül sonrası dönemdi ve biz gençler ne kadar apolitik olursak o kadar güvende olurduk. Ailelerimiz sıkça siyasete “bulaşmamamız” gerektiğini salık verir, sonra da 1980 sonrasında başı derde giren birkaç komşu çocuğu ağabey veya ablanın adlarını fısıldayarak, bizi korkutmaya çalışırlardı. Bu ön alıcı ve önleyici eğitim çok işe yaramamış olacak ki, basketbol oynayan ve böyle zaman öldüren bir grup olsak da, o gün işkence gibi çok politik bir konuya balıklama dalmıştık. Derken arkadaşlarımızdan biri, İlker, çok enteresan bir şey söyledi: “İyi de, işkence edilmezse suçluların suçlu olduğu nasıl ispatlanacak?”. Ben Amerikan dizisi San Francisco Sokakları’ndan hatırladığım bir cümleyi patlatıverdim: “Suçluluğu ispatlanana kadar herkes masumdur!”

İlker tatmin olmamıştı. Tartışmanın en can alıcı argümanını getirdiğine inanarak gülümsedi ve sorusunu farklı birkaç cümle kurarak yeniledi. Arkadaşlarım İlker’in argümanını çok tutmuştu. Onlara göre suçunu itiraf etmek istemeyen kulağı kesik ve alçak bir suçluyu işkenceye çekmek ve “konuşturmak” çok anlaşılır ve normal bir şeydi.

YILLAR DURUMU PEK DEĞİŞTİRMEDİ

Aradan geçen yıllar içinde pek fazla bir şeyin değişmediğini görüyorum. Sanırım benim 16 yaşında duyarlı olduğum bir konu, halen toplumda çok da fazla sorun edilmiyor. “Bir halt yemese başı da derde girmez” Türkiye’de insanların zira! Sonuçta bizler daha ilkokulda kolektif cezalarla tanışan bir toplumun üyeleriyiz. Sıra dayağı gibi bir kurumsallaşmış uygulama yok mudur, herkesçe kanıksanan? Öğretmenin vurduğu yerde gül bitmez mi? Dayak cennetten çıkma değil midir hem? Tarihimizde sofistike işkence uygulamaları, mesela falaka, eğitim sisteminde de adli sistemde de genel geçer kabul edilen uygulamalar değil miydi? Zaten “vücutsal ceza” kültürüne aşina değil miyiz? 

“İşkence insanlık suçudur” türü cümleler, papağan gibi tekrarlansa da, ne demektir insanlık suçu, sonra neden böyledir, üzerinde düşündük mü? Aslında devletin “asayiş sağlaması” işlevinde başarılı olması, bizler için özgürlüklerimizden daha önde gelmez mi? Türkiye toplumunda otoriteye karşı çıkmak en ağır suçlardan biridir. Evde baba otoritesi, okulda öğretmen, sokakta polis, hep önce korkulan sonra da itaat edilmesi gereken figürlerdir. Sevgi sonradan gelir. Saygı öncedir. Öyle değil mi? Oysa saygı da sevgi de soyut kavramlar. Nerede başladığı ve nerede bittiği çok somut olmayan mevhumlar. Haydi sevgi neyse, çünkü fazlası da tek taraflısı da zarar vermez! Ya da, kimi sevip kimi sevmeyeceğinizi başkaları belirleyemez. Zorla görücü usulü evlendirilen çiftler birlikte yaşamak zorunda olsalar bile birbirlerini sevmek zorunda değildirler. Zaten sevgiyi nesnel olarak ölçecek bir şey de yoktur. Kaldı ki, dediğim gibi sevginin olmasının da olmamasının da bir yaptırımı yoktur. En fazla “ben de seni sevmiyorum zaten!” der, geçersiniz. Tabi psikopatolojik olarak “ya benimsin ya toprağın!” diyerek sevdiğini öldüren manyaklar bu mantığın kapsamı dışındadır. Kaldı ki bu tür bir patoloji sevilmemeye bir yaptırımdan ziyade, bir güç kullanımıdır (tıpkı tecavüzün bir cinsel ilişki olmayıp, güç kullanımı olması gibi). 

Gelelim saygıya. Saygı, sevgi gibi nötr kaldığımız bir şey değildir. Saygısızlık etti diye dayak yiyen veya başka türlü şiddet uygulanan çok kişi var. Sevilmemek genelde tolere edilir. Ama ya saygı görmemek? Saygı görmek sanki sevgiden daha somut bir haktır. Saygı göstermeyen şiddeti hak eder bizim toplumda. Ve saygı eşiği çok aşağılardadır. Bazen gülümsemek, bazen önünü iliklememek, bazense ayak ayaküstüne atmak saygısızlık addedilir. Şiddet saygısızlığı müteakip meşrulaşır. Aile içinde veya kamusal alanda bu tür şiddet, Türkiye toplumunda normal karşılanır. İstiklal Marşı’na saygısızlık, bayrağa saygısızlık, büyüklere saygısızlık, babaya saygısızlık, devlet “büyüklerine” (seçilmiş politikacılara!) saygısızlık gibi nedenlerle insanlar şiddet görür. “Yapmasaydı o da kardeşim!” türü meşrulaştırma mekanizmaları hazırdır. Burada söz konusu olan esasında otoriteye karşı gelmek, otoritenin sizden beklediği tavrı göstermemektir. Davranışınız karşınızdaki otorite figürünün tasavvur ettiği davranıştan farklıysa eğer, kolaylıkla “saygısızlık” temelinde şiddet meşrulaştırılır. Şiddet normal görülür. Mazurdur, tolere edilir, hatta talep edilir. “Kızını dövmeyen dizini döver”, yani önleyici şiddet bile eğitimde göz önüne alınması ve uygulanması gereken bir “erdemdir”.

Devlet, çoğu zaman “baba” figürü ile özdeş bir bağlamda algılanır, Türkiye’de. Biz vatandaşlar, devletin “çocuğu” gibiyizdir. Yani neyin doğru, neyin yanlış olduğunu devletimiz bizlerden daha iyi bilir. Nasıl ki bir baba, sahip olduğu içkin otorite sayesinde çocuğunu canı ne zaman isterse ve nasıl uygun görürse cezalandırabiliyorsa, Türk devleti de vatandaşlarını istediği gibi cezalandırabilir. Bu yazılı hukuka (anayasa ve yasalara) göre mümkün olmasa da, toplumda kabul edilebilirlik seviyesi anayasadan ve yasalardan çok daha üsttedir. Binlerce yıllık sosyolojik birikim, bir yüzyıldan kısa süredir geçerli olan yabancı din ve kültür menşeli yasalardan veya eğitim konseptlerinden çok daha güçlü ve köklüdür. Dolayısıyla da toplumca gördüğü genel kabul, anayasa ve yasalardan da üsttedir. Polis ne zaman bağırsa veya darp etse, aklımıza bu sosyolojik arkeoloji gelmelidir. Çünkü şiddet toplumsal temelde “bir terbiye aracıdır”. 

ŞİDDETİ DE SORGULAMAK GEREKLİ

İşkence işte bu dinamikler çerçevesinde değerlendirilmesi gereken bir patolojidir. Bu konulara el atmadan “insanlık onuru işkenceyi yenecek” diye slogan atmakla işkencenin üstesinden gelinmez. Bu iş yasa çıkartmakla da çözülmez. O yasanın kökleri, bizimkinden başka bir kültürel havzadan çıkmıştır ve toplum, tıpkı başkasının nakledilen organını reddeden bir bünye gibi, bu yabancı dokuyu reddeder. İşkenceyle beraber şiddet sorgulanmalıdır. Sorguladık, oldu, stratejisiyle de yürümez ama. Çünkü aile içi şiddet, okulda şiddet, trafikte şiddet, cinsel şiddet, etnik şiddet, ötekine uygulanan şiddet, sözlü veya fiziksel şiddet, devlet şiddetinin altyapısıdır. Altyapı sağlamdır ve işlevini devam ettirmektedir. İlkokulda öğrencisine sıra dayağı çeken veya konuşan öğrencisine tokat atan öğretmenin otorite figürü olarak öğrencilere verdiği “pedagojik mesaj” açıktır: güçlü güçsüze şiddet uygular. Ve daha da kötüsü, bu şiddet kabul görür. Ekstrem şiddet mağduriyetleri hariç (kulak zarı patlatmak, kör etmek, beyin sarsıntısı geçirtmek vs. gibi!) siz hiç şiddet uyguladığı için işinden atılan öğretmen duydunuz mu? 

İlkokula başlarken “eti senin kemiği benim!” denilen bir geleneği normal kabul eden bir toplumda, karısını döven koca, trafikte aracından inerek diğer aracın sürücüsüne levyeyle saldıran şoför, mahallede çıkan bir kavgada inşaat tahtalarıyla birbirine giren gruplar vs. olduğu sürece, devletin şiddeti bitmez. Devlet biziz çünkü! Karısını döven koca veya aracından inerek diğer şoföre saldıran sürücü, köşedeki nüfus müdürlüğünde veya diğer sokaktaki ilkokulda çalışıyor. Onları mazur görenler, başını diğer yöne çevirenler, şiddete milli veya dini meşruiyet devşirme yarışında olanlar, “ama” ve “fakat” ile başlayan cümlelerle şiddeti bize “izah etmeye” çalışanlar, devlet hukuk dışına çıkıp makatlara cop sokmaya veya cinsel organlara elektrik vermeye başlayınca şikâyet edebilirler mi?

Şiddet devletin doğal hakkıdır bizim kültürde. Devlet de zaten şiddet uygulayıp, diğer şiddet uygulama potansiyeli olanları bastırıp ortadan kaldırarak devlet olmuştur zaten. Yol kesip geçen kervanları durduran ve onlardan vergi alan (haraç yani!) silahlı gruplar, biraz daha güçlenince kendilerine alternatif olan diğer grupları belli bir toprak parçası dâhilinde elimine eder ve merkezi otorite olur. Sonra da hutbe okutup sikke kestirir. Çeteden beyliğe, beylikten devlete, macera böyle başlıyor. Devletin tarihi kadar eski bir mücadele de, devletin yetkilerini hukukla sınırlamaktır. Türkiye toplumunun demokrasi ve insan hakları yönünde önündeki en büyük engellerden biri de, şiddetle ve “baba” rolündeki devletle olan imtihanıdır galiba! Şiddeti nasıl alt edebiliriz? İşkence ve kötü muameleyi engellemenin yolu bu soruya vereceğimiz yanıttan geçiyor. 

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin