Şeytan severse

YORUM | Dr. REŞİT HAYLAMAZ

Cenk Enes Özer kardeşimin bir romanının adıydı, “Şeytan Severse”.  

Öyle ya, Firavun size rahmet okuyor, Nemrut yahşi çekiyorsa vay halinize!

Anlatılır ya, Şeytan’a mum yakanın hali harap!

İblis’e rahmet okutacak ifritten günler yaşarken daha bir titiz, daha bir müteyakkız olmak gerekiyor.

Adamlarda her yol var! Yeter ki seni yoldan, yardan koparsın, yarıştan düşürsün!

İpler ellerinde olduktan sonra ne gam!

İş bu rivayet yeni mi çıktı?

Bilakis, Asr-ı Saâdet dahil, hep vardı.

Davasından vazgeçmesi karşılığında neler teklif etmediler ki?

Hemen her gün ayrı bir yüzle sahne alıyor, kılıktan kılığa giriyorlardı!

“Yeter ki bu işten vazgeç!” diyorlar ve Mekke koltuğu dahil dünyayı ayaklarının altına sereceklerini söylüyorlardı!

Bu kadar cömertler miydi?

Tabii ki değil.

Öyleyse, kesenin ağzını bu kadar açmalarının sebebi neydi?

İslâm’dan, Allah’tan, Kur’ân’dan, Cibrîl’den, kısaca davadan vazgeçmek!

Bunu hangi terazi tartabilirdi ki dünya kadar kıymet verdiklerinin karşılığı olarak kefenin birisine koyabiliyorlardı?

Günlerden bir gün, tekliflerine bir türlü cevâb-ı sevâb bulamayan Ebû Cehil ve avenesi, yine Ebû Tâlib’in kapısına dayanmıştı; “Bak, Ebû Tâlib!” diyorlardı. “Şüphesiz ki sen, yaş ve tecrübe itibariyle büyüğümüzsün; konumun itibariyle hepimizden üstünsün! Sana daha önce de gelmiş ve yeğeninin yaptıklarına bir son vermeni istemiştik; ama sen, buna yanaşmadın! Allah’a yemin olsun ki ilahlarımıza dil uzatılması, önderlerimizin dalâletle suçlanması ve atalarımız hakkında iyi şeyler söylenmemesi, artık sabrımızı taşırmak üzere! Ne zaman O’na engel olacaksın! İstersen, O’nu bize bırak da aramızdaki meseleyi kendimiz çözelim; ya O ya biz!”

Ebû Tâlib de bir insandı ve iki de bir kapısını aşındıran bu anlamsız teklifler karşısında bunalmıştı. Haber gönderip gelişmeleri yeğeni Muhammedü’l-Emîn ile paylaştı ve “Ey kardeşimin oğlu!” dedi. “Ne olur, hem kendini hem de beni düşün; bana, altından kalkamayacağım yük yükleme!” 

Bunları söylerken mahcuptu. Baba yâdigârı bir emaneti üzeceğinden korkuyordu. Ancak her gün yüz yüze geldiği adamları görmezden gelme imkânı da yoktu. Arada kalmışlığın beraberinde getirdiği bir zorluktu, yaşadığı ve bütün detaylarıyla anlattı, konuşulanları.

Tabii olarak üzülmüştü Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem). 

Kalbi kırılmış ve mahzun olmuştu, içten içe gözyaşı döküyordu. 

Acaba amca Ebû Tâlib’in direnci de kırılıyor muydu?

Fikir mi değiştirmişti?

“Ey amcacığım!” dedi. Bunu söylerken, yağmur yüklü bulutlar gibiydi. “Allah’a yemin olsun ki şayet onlar, bu işten vazgeçmem karşılığında güneşi bir elime, ayı da diğerine verseler, Allah beni muzaffer kılıncaya veya çıktığım yolda yok oluncaya kadar bu işte sabit kalır, asla terk etmem!”

Yine kitabın ortasından konuşmuştu. Şüphesiz bu duruş, aynı zamanda kendisinden önceki peygamberlerin duruşuydu. İnsanlığın ikinci atası olarak bilinen Hazreti Nûh da aynı duruşu sergilemiş, atası Hazreti İbrâhîm de aynı kararlılığı göstermişti.  

Öyle ya, Allah davasını omuzunda taşıyan bir gönül, üç kuruşluk menfaat karşılığında makas değiştirmez, gürültüye pabuç bırakmazdı. 

Yine, yalnızlığı zirvede hissettiği anlardan birisini yaşıyordu. Belki de Allah (celle celâluhû), kendisinden başka açık kapı bırakmak istemiyordu önünde. 

Diyeceğini dedikten sonra ayağa kalktı ve içi kan ağlayarak ayrıldı, oradan.  

Bu tavır, Ebû Tâlib’i çok etkilemişti. O kadar yürekten ve içtenlikle konuşmuştu ki titreyen ses tonunda bile, sonuna kadar devam edeceğinin kararlılığı hâkimdi. Babası Abdulmuttalib’in emaneti, kardeşi Abdullah’ın yetimi, aç kurtlara teslim edilir miydi hiç? Arkasından, “Gel, ey kardeşimin oğlu gel!” diye seslendi. Kucaklayan bir ton vardı sesinin renginde. 

Mahzun Nebi, sesin geldiği cihete yöneldi, yaş döken gözlerini silerek. 

“Git!” diyordu, Ebû Tâlib. “Ey kardeşim oğlu! Git ve dilediğini yap! Vallahi ben, hiçbir zaman Seni onlara teslim edecek değilim!”

Bir arkadaşım, bu hadiseyle ilgili şahidi olduğu bir olayı anlattı. Eli kalem tutan ama zirvelerde koltuk kapmaca oynayan birisi, bahsini ettiğimiz olayı anlattıktan sonra bunun, “siyasi bir hata” olduğunu söylemiş ve ilave etmiş:

“Biz olsak, bu teklifleri kabul eder ve Mekke koltuğuna otururduk; böylelikle güç sahibi olur ve dediğimizi de yapardık. Ayrıca, onca insanın da canı yanmazdı!” 

Nasıl bir aymazlık, nasıl bir şirretliktir bu?

Nasihatin dikiş tutmadığı noktadayız.

İnsanın nutku tutuluyor!

Ancak ne acı ki vaziyeti hâl bundan ibaret!

Baksanıza, üç günlük bir koltuğa kurulmak suretiyle kimlik ve şahsiyetini sıfırlayan sıfırlayana!

Sadece o mu?

Asırlardır damla damla teraküm eden ne varsa derya derya dağıldı!

Ebû Cehillerin teklifi karşısında ortaya konulan o Nebevî duruş, Mekke’yi de Mekkelileri de gemisine almıştı.

Derler ya, taş yerinde ağırdır!

Fırtınaların kasıp kavurduğu demlerde bile yerinizde sabit kalabilirseniz, ortalık durulduğunda etrafınızda bir hayli gönüllü olur.

Fetih sonrasında Mekke’de, dünkü ataların peşinden giden bir fert kalmadı ve hepsi gelip Allah Resûlü’nün (sallallahu aleyhi ve sellem) arkasında saf bağladı. 

Şüphesiz, bugünkü duruşun da çok semeresi olacak; hem de tohumu ekip tımarını yapanı şaşırtacak kadar! 

Şeytan’nın alkış tuttuğu dünya kullarına, üç günlük saltanata bedel ebedi olanı heba eden zavallılara gelince, bu anlamsız “aşka” mukabil ne bedeller ödeyeceklerini dünya görecek! 

Şüphesiz, bir de terazisi gram şaşmayan Âhiret var!

Şartlar ne olursa olsun, duruşu Nebevî olanlara binler selam!

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

1 YORUM

  1. Hani denseydi “bırakın onları, çünkü onlar çalıyorlar, tamam, ama aynı zamanda çalışıyorlarda…,” o zaman şimdi, arananlar listesinde değilde, itibarlılar listesinin en başında yer alırlardı…

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin