Şehre bir adam geldi

ÖYKÜ | YUSUF ÜNAL 

Şehre bir adam geldi. Telefonunu yokladı, cebindeydi. Bir yol üstünde kamyondan korkarak indi. Kimselere görünmeden sahile kadar gitmesi gerekiyordu şimdi. Aksi gibi telefonunun şarjı bitti, yolu nasıl bulacak? Birilerine sorsa? Soramaz, dillerini bilmiyor. Zaten esmer tenli, bir de konuşamazsa hepten yakayı ele verir.

Tabiatın dilini biliyor ama. Çocukluğu dağlarda geçmiş. Gökte uçan üç beş martı gördü. Martılar denize gider, filmlerden biliyor bunu. Şehrin eğimini de hesaba katarak bir yön tutturdu kendine. Yolların kıyısından kıyısından martıların rotasını izledi.

Akça pakça evlerin, uzun palmiyelerin, eflatun begonvillerin, beyaz beyaz köpüren ortancaların, kendi halinde insanların arasından geçti. Kimse yolunu kesmedi, bir şey sormadı. Şehri sevdi. Tanısa halkını da severdi belki. Belki nefret ederdi. Keşke dedi, içini çekti; keşke bir şehrim olsaydı.

Tam denize inen sokağa vardığında mor salkımlardan havalanan iki kumru denize doğru uçtu. Suyun esintisi hoşlarına gitmiş olacak ki bakışıp gülümsediler. Merdivenlerin başındaki apartmanın çelenine tünediler. Oradan bütün maviliği görebiliyorlardı.

Üç beş balıkçı teknesi, irikıyım bir gemi, mendil gibi sallanan birkaç yelkenli. Kıyıda suya giren çocuklar, piknik hasırlarının üzerinde onlara ekmek arası kaşar hazırlayan, örgü ören, dedikodu yapan anneler. Oğluyla uzak bir köşede kumdan kale yaparken kendini kaptırıp kent inşasına dalan bir baba. Alnında biriken terleri önce kıllı kollarına sonra askılı atletine sürüyor. Babasının kendisinden çok kumlarla oynadığını fark eden çocuk bir hışımla yapıları yıkmaya, su kanallarını kapatmaya başlıyor. Babası tam elini kaldırıp enseye şaplatacakken gören olur diye vazgeçiyor, çocuğun kollarını sıkıca tutup çimdiklemekle yetiniyor.

Kumruların altındaki balkonun kapısı açık. Ev sahibi emekli bir asker olmalı, düzgün tıraşlı, çakı gibi bir ihtiyar. Allah bilir her sabah koşu yapıyordur. Elindeki maşrapayla saksılardaki sardunyaları, akşam sefalarını suluyor. Dibinde kalan suyu da masanın ortasındaki tek top fesleğene boşaltıyor. İçeriden karısı bağırıyor, emekli hayat bilgisi öğretmeni, “Çiçeklere öğle sıcağında su verilmez, öldüreceksin onları!” Komutan ölüm lafını duyunca irkiliyor, ölen yaşıtlarını düşünüyor. Mezarıma servi dikseler bari diyor, yılan çıyan gelmezmiş onun kokusuna. Dibine su dökmek için fesleğeni eliyle toparlayınca kumrulara doğru onun taze kokusu yükseliyor. Kumrular koku alır mı? Bilmiyorum. Koku alırlarsa fesleğen kokusundan hoşlanırlar mı? Hiç tepki göstermediklerine göre koku almadıklarını varsayabiliriz…

Sokaktan eski model bir Audi geçiyor. İçinde iki yeni yetme. Pencereler açık. Dışarıya, “İncirler olana kadar kalsaydın bari” diyen yaz şarkısı taşıyor.

Genç adamın altında oturduğu çınarın yaprakları hışır hışır ediyor. Kumrular öğle uykusuna mı yattı nedir, gurul gurul sesleri duyuluyor, denizin sesine karışarak. Ses dediğim bildiğiniz ses ama, gürültü değil, sükûnetin sesi. Kavgacı martılar kumruları uykusundan ediyor. Yabancının önüne düşüp onu getirenler mi bunlar? Nereden bilebiliriz ki, martı martıya benzer. Kumrular karşı apartmanın çatısına tünüyor. Altlarındaki balkonda sofra kuruluyor. Mutfaktan biber, patlıcan, kabak kızartması kokusu. Genç adam kokuyu alıyor. Üzerine sarımsaklı yoğurt döküp, aman Allah’ım… İstanbul’dan kuzenleri gelmiş oğlanların. Şen kahkahaları sokağı çınlatıyor. Yemekten sonra okey oynayacaklar, taşlar duvarın dibinde sıralarını bekliyor. İkindiye doğru denize… Adam keşke deyip içini çekiyor, keşke…

Ne zaman oldu bunlar? Nerede oldu?

Bilmiyorum. Hiçbir yerde belki, her yerde yahut. Bir adam yola çıktı. Ülkesi işgal edilmiş, özgürlüğü kısıtlanmış bir adam, canı dudağında. “Yirmi sekiz yaşına geldim, yaşamak nedir bilmedim,” diyen bir adam.

Şehre erken inmiş, aslında geç. Kamyoncu kelek atmış, dün gece gelmesi gerekiyormuş normalde. Kafilesi sabaha karşı bir balıkçı teknesine binip gitmiş. Belki şu ilerikilerden birine. Onlar da müşteri mi bekliyor yoksa? Kim bilir…

Ama iyi ki geç kalmış. Sahil Güvenlik denizin ortasında enselemiş göçmenleri. Yalvarmışlar. “Bırakın bizi gidelim, çekilin yolumuzdan, kardeşlerimiz…” demişler. Ama jandarmalar alışkınmış bu yakarışlara. Aldırmamışlar. Allahları var, pek kötü muamele de etmemişler hani. Öndekilerin yakalandığını bilse kamyoncuya teşekkür eder. Ya onları yakalayan deniz başçavuşunun şu ileride çocuğuyla kum oynayan kıllı adam olduğunu bilse?

Bence oradan uzaklaşır. Ama ben müdahale edemiyorum ona, başına buyruk.

Uzaklaşmıyor. Çünkü bilmiyor. Kaçakçıyla burada buluşacaklardı. Tamam, vaktinde yetişememişti ama gelmişti işte. Adama doğru yanaştı. Bu, o muydu acaba? Kaçakçıların kamufle olmak için her kılığa bürünebildiklerini varsayıyordu.

Kıllı adam onu fark etti. Ters ters baktı. Çocuğunun önüne geçti. Çocuk babasının arkasından adama gülümsedi.

“Ne var, ne istiyorsun!” dedi baba.

“Abi ben…” dedi öteki, bildiği bütün kelimeleri kullanarak, “Ben Rauf.”

Adam şaşırdı, “Hangi Rauf?”

Eliyle tekneyi işaret etti, karşı kıyıları.

Adam vaziyeti çaktı, yabancının bakışlarına acıdı.

“De git Allaşkına bee!”

Oğlunu tepesine aldı. Karpuzu dilimleyen karısının hazırladığı sofraya doğru ilerledi. Yabancı arkasından bakakaldı. Keşke dedi içini çekti, keşke…

Audi’li gençler sokağa geri döndü. Etrafı kolaçan ediyorlardı. Kıllı adamla yabancıyı konuşurken görünce gaza yüklendiler.

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin