Seçmen kime, niye oy verir?

YORUM | YAVUZ ALTUN

İdeal bir ülkede, ideal vatandaşlar iktidardaki partinin ya da partilerin eğitim, sağlık, ekonomi politikalarına bakar, muhalefetin bu alanlardaki eleştirilerini değerlendirir ve mevcut yönetimi beğenmiyorsa, değiştirir, memnunsa devamına karar verir.

Modern bir toplumun önceliği refah olduğu için, çoğu zaman seçmenler cebine ve geleceğine bakar. Tabi başta da dediğim gibi bu ideal durumdur. Nadiren seçimler sadece ekonomiyle ilgilidir.

1992’de Demokrat Parti adayı Bill Clinton’ın, George W. H. Bush’a karşı ABD başkanlık seçimini kazanmasını sağlayan meşhur sloganı bu gerçeğin altını çiziyordu: It’s economy stupid! (Mesele ekonomi, ahmak!)

4 yıllık Jimmy Carter dönemini saymazsak, 1968’den bu yana devam eden Cumhuriyetçi başkanlar geleneğini bu sayede yıkabilmişti.

Nitekim ABD’nin Soğuk Savaş’tan galip çıkması ve küresel ekonomik büyümeyle birlikte ekonomisinin olağanüstü yeni imkânlar doğurması sebebiyle, Clinton dört yıl sonraki başkanlık seçiminde neredeyse rakipsizdi.

Demokratlar bu ekonomik başarıdan o kadar emindi ki, 2000’de başkanlık yarışına Clinton’ın Başkan Yardımcısı Al Gore girecekti. Gore’un kampanyası, “sorumlu neoliberalizm” diyebileceğimiz bir çizgideydi. Yani bir bakıma, “Eleştirilerin farkındayız!” mesajıydı.

Ancak beklenmedik bir şey oldu. Bütün seçim, Florida’daki oylamaya kilitlendi. Oylar tekrar tekrar sayıldı ve itirazlar Yüksek Mahkeme’ye kadar ulaştı. O dönem Yüksek Mahkeme’deki Cumhuriyetçi görüşten yargıçların da etkisiyle, Florida’da sandıklardan birkaç yüz oyla George W. Bush çıktı.

1888’den bu yana ilk kez bir ABD başkanı ülke genelinde çoğunluğu sağlayamasa da, delegelerin çoğunluğunu aldığı için koltuğa oturacaktı. 2016’da Donald Trump da, popüler oylamada gerideydi.

Peki ekonomi bu kadar iyi giderken halk neden değişiklikten yana oy kullanmıştı? Buradaki temel etken, Bill Clinton’ın son yıllarında ortaya çıkan Oval Ofis skandalıydı. Demokrat Başkan, Monica Lewinsky isimli stajyerle Beyaz Saray’da ilişki yaşamış ve bu ilişki aylarca medyayı meşgul etmişti.

Bill Clinton’ın yukarıda andığım başarısı, Demokrat Parti’nin “muhafazakâr Amerikalılara açılım” stratejisinin bir meyvesiydi. Lewinsky skandalı, muhafazakâr seçmenin zihninde, “yozlaşmış liberal” lambasının yeniden yanmasına sebep oldu. O kadar ki, Al Gore seçim kampanyası boyunca Clinton’dan pek bahsetmemeye özen göstermişti.

Evet, ekonomik istikrar, önünü görebilmek, aklı başında seçmenin birincil kriteri. Bunları gerçekleştirebileceğine inandığı partiye oy verir genelde. Nitekim İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Avrupa’daki refah döneminde çoğunlukla bunu gördük.

Merkez sağ partilerle merkez sol partiler arasında gidip gelen sarkaç, ekonomik refah ve sosyal haklar arasındaki dengeyi tutturmaya varesteydi.

Böyle bir dengede, seçimi kazanamadığınızda, merkeze doğru hareket edersiniz. İngiltere’de Muhafazakâr Parti’nin 1979’la 1997 arasındaki uzun süren iktidarını sona erdiren İşçi Partisi’nde Tony Blair’in yaptığı da buydu. Ekonomiyi güvenli sularda yüzdüreceğini ilân etmiş, sağ seçmene de bakış atmıştı.

Burada işleri biraz çetrefilleştirelim. Ekonomi seçmen davranışında her zaman tek etken olmayabilir. 2004’te Bush’un yeniden seçilmesinin en önemli sebebi, 11 Eylül saldırılarının ardından Amerikan halkının önceliğinin terör ve güvenlik olmasıydı.

Bush’un görev onayı 11 Eylül’ün hemen ardından yüzde 50’lerden yüzde 90’lara tırmanmış, Demokrat Parti karşısında güçlü bir aday çıkaramayınca, ikinci dönem için halktan onay almakta zorlanmamıştı.

İkiz Kuleler saldırıları sadece ABD’de değil, dünyada da sonraki on yılları etkileyecekti. Amerikalılar için “savaş” hep denizaşırı bir gerçekliktir. Evlerinin yakınında bu tehlikeyi görmek, yaşamak, özgürlük-güvenlik ikilemine de farklı gözle bakmaya başladılar.

Bugün Batı’da siyaseti doğrudan etkileyen “göçmen” meselesinin kristalize olduğu dönem de aslında 2001 ve sonrasıdır. El Kaide’nin saldırıları, ABD ve Avrupa’da Müslüman göçmenlere karşı derin bir şüphe uyandırdı. Çeşitli politikalarla bu mesele soğutulmaya çalışılsa da, “yabancı” (alien) etiketi yeniden toplumda yer buldu.

İkinci büyük dip dalga 2008 ekonomik kriziyle geldi. Amerika’yı yeni bir umut etrafında birleştirme vaadiyle seçilen, tarihin ilk siyah ABD Başkanı Barack Obama’nın en büyük şanssızlığı da bu krizdi. Batılı gelişmiş ülkelerde, küreselleşmenin de etkisiyle, insanlar işlerini kaybetmeye başladığında, göçmenler yeniden gündem oldu.

Obama’nın ikinci döneminin fiyaskosu, Suriye iç savaşıydı. Amerikan askerlerini Irak ve Afganistan’dan geri çekmek isteyen Obama yönetimi, Arap Baharı patlak verince, yeniden şu meşhur “Ortadoğu bataklığına” saplandı.

10 yıldır devam eden Suriye iç savaşı ve beraberinde getirdiği “göçmen krizi” bugün aşırı sağ ve popülist politikaların yakıtına dönüştü.

Göçmen sorunu, ekonomiyle sıkı sıkıya ilişkili gibi görünse de, onu aşan bir tarafı var. Eşit şartlarda yarışan iki siyasi parti, size ekonomiyi nasıl yöneteceğiyle ilgili fikirlerini anlattığında, seçiminiz rasyoneldir. Ancak bu partilerden biri, eğer onu seçmezseniz, hayat tarzınızın elinizden gideceğini, ülkenizi ve kimliğinizi kaybedeceğinizi söylerse, seçiminiz o kadar da rasyonel olmayabilir.

ABD’de muhafazakârlar aile değerlerini, kürtajı, eşcinsel evlilik meselesini çoğu zaman bu şekilde kullandı. 1960’lardaki özgürlük hareketleri önemli kazanımlar sağladı ama politik olarak sonraki 30 yılda Demokrat Parti’yi Beyaz Saray’dan uzaklaştırdı (Kongre ve Senato’da daha başarılıydılar).

2012’deki seçimlerde küresel ekonomik krize rağmen, Barack Obama karşısında Cumhuriyetçi Parti ağır bir yenilgi almıştı. Parti büyük bir kriz yaşıyordu. Bill Clinton’ın seçim başarısının mimarı olan, şu meşhur sloganın mucidi aynı zamanda, James Carville, Rolling Stones dergisine verdiği bir röportajda ilginç bir kehanette bulundu: 2016 seçimlerinde Cumhuriyetçiler, Bill Clinton gibi bir adayla gelecekler.

Clinton, Demokrat Parti’yi yeniden Beyaz Saray’a sokan adamdı. Bunu, merkeze kayarak, Cumhuriyetçi Parti’nin bazı argümanlarını ellerinden alarak başarmıştı. “Aşırı sola” verdiği hesaplanmış abartılı tepkiler ve idam cezasını savunması, iktidar stratejisinin bir parçasıydı. Carville’e göre, Cumhuriyetçi Parti de daha liberal bir adayla ancak yarışı kazanabilirdi.

Ancak öyle olmadı. Kimsenin tahmin etmediği bir adam, Donald Trump, çıktı ve seçimi kazandı. Bana kalırsa Trump’ın kazanması sonrasında abartılı yorumlar da yapıldı. Neticede son anda karar değiştiren birkaç yüz bin oyla ipi göğüslemişti. Üstelik, Hillary Clinton kötü bir adaydı.

Yine de, Trump’ın bu kadar bariz bir şekilde “sistem dışı” olup bugün dünyanın en güçlü koltuğunda oturuyor olması, bize bir şeyler anlatmalıydı.

Bugün popülizm dediğimiz siyasetin temelinde, aslında hemen her politik partinin başvurduğu fakat bugün artık iyice zıvanadan çıkan “seçim manipülasyonu” yatıyor. Popülistler, her seçimi “elitlerle halk arasında” bir savaş olarak sunuyor. Eğer bu seçimi kaybederlerse, hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağını, onları büyük bir kaosun beklediğini söylüyorlar.

Peki, insanlar buna neden inanıyor? Çeşitli sebepleri var. Öncelikle ciddi bir dönüşüm çağında yaşıyoruz. İnternet, insanları manipüle etmenin en kolay yolu hâline geldi. Sosyal medya, en sıradan olayı bile dev aynalarla zihnimize sanki dünyanın sonu gibi yansıtma kabiliyetine sahip.

Her sabaha, “Bugün dünyanın sonu gelecek” kaygısıyla başlıyor insanlar. Bu derin ve sürekli kaygı, acele ve özensiz hamleler yapmayı beraberinde getiriyor. Nefret ve öfke kılcallardan coşkunca akıyor. Özenli politik stratejilerin yerini, “gerilla ya da viral marketing teknikleri” aldı. Duygular, politik tercihlerde hiç olmadığı kadar etkin.

Türkiye’ye bakalım.

2015’ten bu yana girilen her seçim bir “ölüm kalım mücadelesi”. Cumhurbaşkanlığı koltuğunda, “Ben gidersem, devlet yıkılır,” diyen biri oturuyor. “Türkiye’nin kaderiyle AKP’nin kaderi birleşmiştir,” demekten çekinmiyor.

Halbuki hemen yarın yönetim değişse, mesela Kemal Kılıçdaroğlu Cumhurbaşkanı, Meral Akşener yardımcısı, Ali Babacan da ekonomi bakanı olsa, Türkiye’de hiçbir ani değişim olmaz. Bilakis, piyasalarda bir rahatlama, toplumda yeniliğin getireceği bir ferahlama bile görülebilir.

Orta vadede, birçok şey aynı kalacaktır.

Ancak propaganda makinesinden sürekli pompalanan hiper-realite, muhalefetin iplerini tutan sinsi bir “dış mihrak” olduğunu fısıldıyor. Terör ve güvenlik meselesi sanki en ciddi tehditmiş gibi gösteriliyor. Türkiye’nin “bekası” sürekli tartışmaya açılıyor.

Buna rağmen, ekonomik gerçekler, toplumda etkili oluyor. Son yerel seçimdeki sonuçlar, bize bu yönde güçlü işaretler verdi. Gelgelelim, kamuoyu yoklamaları (her ne kadar yüzde yüz güvenilir diyemesek de) iktidar cephesinde ciddi bir kayıp olmadığını da düşündürüyor.

Peki neden?

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın karizması hâlen belirli yaş gruplarında ve sosyo-ekonomik sınıflarda etkili. Ekonomi kötüye gitse de, bir “kriz” anlatısı içinde, yine en güvenilir görülen lider muhtemelen Erdoğan.

Ülkenin “büyük dönüşümlere” ihtiyacı olduğunu söyleyip durduğunuzda, aslında kitleyi de “büyük lider beklentisine” sokuyorsunuz — ki şu aşamada, mevcut propaganda imkânlarıyla, Erdoğan’a alternatif “büyük lider” çıkaramazsınız.

Dış politikadaki agresifliğin getirdiği milliyetçi coşkunun, “Bütün dünya Türkiye’ye karşı” algısını pekiştirdiği bir gerçek. Buna ek olarak İletişim Başkanlığı’nın mitleştirmeye çalıştığı “Türk kimliği” etrafında, en azından iktidar destekçisi kesimde bir motivasyon arandığı da belli.

İletişim Başkanlığı’nın “pozitif” kimlik mesajının karşısına ülkedeki olumsuzluklardan müteşekkil “negatif” bir imge koymak, “iktidarın” (hegemon) dil oyununu kabullenmek anlamına geliyor bana kalırsa.

Ama iktidarın şapkasındaki asıl tavşan, HDP’yi kapatmak muhtemelen. Böylece hem Kürt seçmeni sandıktan uzaklaştırabileceğini, hem de milliyetçilik dozunu arttırdığı bir seçim dönemini hesap ediyor.

Türkiye’nin şu süreçte tek şansı, toplumsal muhalefetin kurumsal muhalefetten daha bilinçli olması. HDP’nin kapatılması durumunda bile, ona oy veren seçmenin boykot yerine muhalefet partilerini destekleyeceğini düşünüyorum. Muhalefetin burada tek yapması gereken, HDP’li siyasetçilere kapılarını açıp, “anti-demokratik müdahaleye” karşı birliktelik mesajı vermek olacaktır.

Kurumsal muhalefet, ekonomik kötü gidişin yanına koyabileceği başka gündemler de bulmalı.

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin