Seçimler: Umudu da gerçeklerle bağı da kaybetmemek

YORUM | Prof. Dr. MEHMET EFE ÇAMAN

Çok düşündüm bu yazıyı yazmadan önce. Acaba bir akademisyenin ya da yazarın, veya sanatçının, hadi onları geçtik, okur-yazar herhangi birinin Türkiye’nin şu anki ortamındaki rolü ne olmalı? Umut mu vermek, gördüğü gerçekleri mi söylemek yoksa.

Sanırım hepimiz bu çelişkiyi yaşıyoruz. Gördüklerimiz bizi dehşete de düşürse, içimizde hep “belki de düzelir her şey” beklentisi var. Bu anlamda umut, insan olmanın bir parçasıdır. En karamsar olduğumuz ve en yaman zorluklarla mücadele ettiğimiz anlarda bile, bu umuttur bize güç veren ve ayakta kalmamızı sağlayan. Diğer taraftan, akıl umuttan önde olmalı. Çünkü öncelenen ümitler, bize bir süre tozpembe bir gelecek vaat ederek kısa bir süre daha ayakta kalmamıza yarasa da, eğer beklenti gerçekleşmezse, hayal kırıklığı korkunç olabilir. Ve bu bizi başlangıçtaki pozisyondan çok daha gerilere itebilir. Psikolojimiz üzerinde yıkıcı etkide bulunabilir.

Seçimler olacak. Evet bir umut var. Erdoğan karşısında sandıkta bir mücadele hakkı doğdu. Herkes oyunu kullanacak, kullanmalı elbette ki. En azından meydanlarda açık eleştiriler yapılacak şimdi. İnsanlar konuşacak, durum değerlendirmesi yapacak. Aile içinde siyasi mevzular tartışılacak. İnsanların sırtını döndüğü, görmezden geldiği, görüp de görmüyormuş gibi yaptığı şeyler yeniden gün yüzüne çıkacak. OHAL kendisine dokunmayanlar tanışacak onunla. Hak gasplarının ne olduğu yaşanılarak hissedilecek. Tek seslileşen bir ülkede yeniden bir siyasallaşma, bir eleştirel dönem, bir alternatif ihtiyacının dışa vurumu gerçekleşecek. Bunları elbette biliyor, anlıyorum.

ŞİMDİ DE GERÇEKLER…

Ancak bir de gerçekler var – acı gerçekler. Mesela Türkiye’nin üçüncü büyük siyasal partisi olan HDP’nin eş genel başkanı Selahattin Demirtaş, tamamen siyasi suçlamalarla uzunca süredir hapishanede. Onunla beraber onlarca HDP’li milletvekili de içerde. Enis Berberoğlu içerde! Bir CHP milletvekili! Ve CHP kendisi için adalet yürüyüşleri organize etmişti hani, şimdilerde kimse hatırlamasa da. Berberoğlu’nun 6 yıl hapis cezası aldığı abrakadabra bir “yargı” süreci sonrasında, CHP’de her şey hayatın olağan akışına geri dönmüş gibi. Şimdilerde “aslan sosyal demokratlar” başkan adayı konusuna sarmış durumdalar. Kimse içeriye muhalif vekilleri kim tıktı, nasıl tıktı sormuyor! E, çünkü rahatsız edici sorular bunlar. Ama gerekli olmadığını kim ileri sürebilir? Rakamlar çok şeyi anlatır. O halde rakamlar üzerinden ilerletelim konuyu: 50,000’den fazla insan mesela. Sağlam bir rakam, değil mi? Bu insanlar, siyasi suçlu olarak 15 Temmuz darbe kalkışması sonrasında içeri atıldı. Birçoğu onlarca ay iddianamesi bile yazılmaksızın hapishanede tutuldular. İçlerinde banka hesabından, yanlış okulda öğrenci olmaktan (ya da yanlış okulda okuyan öğrencinin velisi olmaktan!), yanlış gazetede yazmaktan, yanlış şeyleri söylemekten (ya da sadece bir şeyleri söylemekten!), yanlış kitap bulundurmaktan, yanlış sendikaya üye olmaktan – yüzlerce farklı hikâyeden – hapiste olanlar var.

Her bir hikâyenin ortak noktası, hukuki olmamaktır. Bu insanlar siyasi tutuklu! Gerçek tutuklu olma nedenleri, elbette darbeye karışmak değil. Zaten on binlerce tutuklu arasında bir tanesinin silahı, topu tüfeği yoktu! Kalemin ve defterin, aklın ve düşüncenin silah addedildiği bir anayasasız rejimce keyfi olarak tutuklandılar. “Birileri öyle istiyor” diye içerdeler. Bazı “sayın muhbir vatandaşlar” ihbar etti diye adları kara listelere alındı. Benzer gerekçe ve sebeplerle 150,000’den fazla kamu görevlisi işini kaybetti. Onları herhangi bir iç disiplin soruşturması olmaksızın, yargı kararı olmadan, savunma hakkı verilmeden, bir gecede yayınlanan oldu-bitti türü Saray kararnameleriyle attılar. Yönetim, devletin anayasa ve kanunlarına uymayarak yaptı bunu. 150’den fazla gazeteci hapishanede bulunuyor. Binlerce akademisyen – sayı 8,000 civarında – üniversitelerden atıldı, bu satırların yazarı da dâhil. Türkiye’deki Olağanüstü Hal Rejimi (OHAL) 7. Kez üç aylığına uzatıldı. Yani seçimler bu atmosferde gerçekleşecek.

KİMİN NE DÜŞÜNECEĞİ MASA BAŞINDA TASARLANIYOR

Evet, saymaya devam edelim. Ülkede medyanın çok büyük bir çoğunluğu rejime doğrudan bağlı hale getirildi. Tarafgirlikten falan bahsetmiyorum ben, geçin onu. Benim söz ettiğim, başlıkların tasarımına kadar her şeyin, tüm “haberlerin” (algı çalışmasının) Orwell’ın 1984’ü ya da Hitler dönemi Goebbels’in taktikleri izlenerek üretildiği bir propaganda makinesi. O kadar güçlü ki, Türkiye’de ortalama vatandaş ne düşünecek, o masa başında tasarlanıyor ve hayata geçiriliyor. Rejimin kullandığı dil başta olmak üzere, her şey planlı ve programlı şekilde belirleniyor ve topluma enjekte ediliyor. Tek tük kalan havuz medyası dışındaki gazete ve televizyonlar, bu sosyal deneyin kontrol grubu. Bir taraftan halka “bak işte eleştirmek isteyene engel olan mı var!” deniliyor bunlar üzerinden. Diğer taraftan, bu medyada da rejimin kavramlarıyla rejimin dili konuşuluyor. Kullanılan “FETÖ” söylemi, takibata alınan zavallı insanlardan “terörist” diye söz etmeler, Yunanistan ve Suriye ile alakalı milli duyguları canlı tutmaya yönelik kuru nasyonalist propaganda, tüm bunlar o sözde muhalif medyada yer alıyor kesintisizce. Rejim böylelikle bir “Pravda’ya” değil, onlarca Pravda’ya sahip oluyor. Farklı gazeteler ve TV’lerde aynı içerikli tasarım “haberler” ile bombardımana uğrayan toplumda, sağcısı-solcusu, AKP/MHP’lisi ve CHP/IYİ partilisi, tüm Türk siyaseti, esasında rejimin dilini kullanarak rejimin anlatısını (diskurunu) yineliyor. Ve adaylar. Adaylar üzerinde tartışıyorlar!

Çıldırmamak mümkün değil! Borges labirentlerinden birinde, geçmiş-gelecek ve gerçek ile sürreal bir durum arasında giderek aklını kaybeden bir meta-psikozla karşı karşıyayız. Ama yaşanılan, postmodern bir öykünün teması değil, bizim gerçeğimiz! Hani olur ya, bazen “acaba dünyada tek ben mi varım?” türünden düşüncelere kapılırız. Hani sanki her şey bir simülasyonmuş, adeta bir kontrollü deney ortamı gibi. Ve bir tür Truman Show’un kendi “gerçekliğinden” emin olma durumu içinde, esasında yapay ve kurgulanmış bir sanal dünyanın ümitsiz ve zavallı konumunda bulunuyoruz gibi. Ya da Neo’nun yaşadığı tüm hayatın esasında bir bilgisayar programının interaktif sümülasyonu olduğunu öğrenmeden önce, sadece hisleriyle ve zekâsıyla farkına varmaya başladığı bir kâbustaymışız gibi. Ümitle uyanmayı bekleyerek! Evet, yazının başında bahsettiğim, bizi hayata bağlayan o “umut”, hepimizin kullandığı doğan uyuşturucu. Oysa ağrıyı kesse de, esasında ağrı orada. Sadece siz hissetmiyorsunuz!

BU BİR İKTİDAR DEĞİL, REJİM

Rejim. Karşı karşıya olduğumuz şeyin adı bu. İktidar değil! Başkanlık sistemi değil! Rejim! Tıpkı diğer meşrulaştırıcı enstrümanlar gibi, seçimler de rejimin iktidarını devam ve konsolide etmek için kullandığı araçlardan biri. ABD dışişleri sözcüsü, diplomatik dille söylenebilecek en sert şekilde dün Türkiye’de yapılacak erken başkanlık seçimlerinin ve genel seçimlerin OHAL olduğu sürece demokratik kriterlere uygun olmayacağını ifade etti. Benim bu yazıda anlatmaya çalıştığım (ümit vermediğini bildiğim) yalın gerçeği aktarmış oldu. OHAL dediği rejimdir. Rejimler, seçimleri sadece meşruiyet için kullanır. Seçim İran’da da var, Venezüella’da da. Küba’da da var, Çin’de de. Kuzey Kore’de de var, Rusya’da da! Oysa kimse bu ülkelerde oynanan demokrasicilik oyununun gerçek bir demokrasi olduğunu iddia etmiyor. Çünkü demokrasi kurumlardır, hukuk devletidir, güçler ayrılığıdır, insan ve azınlık haklarıdır, yargının bağımsızlığıdır, denge ve kontrol mekanizmalarıdır, Anayasa Mahkemesidir, hukuk ve geleneklerdir. Seçimler demokrasinin salt bir boyutudur. Maalesef bunları anlamamış bir toplumumuz var. Daha da kötüsü, yetişmiş insanlarımızın (buna maalesef bazı gazeteciler de dâhil!) bunu anlama konusunda yaşadıkları güçlükler. Ama en kötüsü, CHP ve İYİ Parti’nin kadrolarının hala bu gerçeği kavrayamamış olmaları.

Bu rejim Yüksek Seçim Kurulu başta olmak üzere, tüm devlet kurumlarını kendisine bağladı. Buna yüksek yargı ve hatta Anayasa Mahkemesi bile dâhil! Seçim günü TV yayınlarını kim yapacak? Artık Doğan Haber Ajansı bile (var da!) yok. Cihan zaten bitirilmişti. Anadolu Ajansı üzerinden oy verme süreci “halka aktarılacak!”. Ölme eşeğim ölme! Sonrasında YSK, seçim sonuçlarını (kesin olmayan resmi sonuçları) halka duyuracak! Vah halimize! Geçtiğimiz referandumu hatırlayanlar, mühürsüz pusulalar ile alakalı abrakadabranın nasıl sümenaltı edildiğini anımsayacaktır. CHP hafif kıpırdansa da, sonunda herkes olayı unuttu gitti! Ki o referandum vukuatı yaşanırken, rejim sistemi bu denli kontrol edebilmiş değildi. 15 Temmuz sonrasında rejimin konsolidasyonu en azından 100 kat daha arttı.

Biliyorum, ümidimizi kaybetmemeliyiz. Ama etrafımızdaki doğal ve sosyal evren, kaidelerle, kurallarla, mantık ve akıl ile kavranabilecek düzenlilikler içerisinde varlığını devam ettiriyor. Otomobilin freni patladığında, kendinizi yeni duruma göre ayarlayarak sağ kalmayı başarabilirsiniz. Oy vermeli. Ama bu işin artık “oy ver gitsinler” merhalesinin çok ilerisinde bir yerlerde olduğunu unutmadan! Sistemin bir bütün olduğunu aklımızdan çıkartmadan. Erdoğan rejiminin arkasındaki – bizim ancak spekülatif tahminlerle ortaya koymaya çalıştığımız – güç dinamiklerini göz önüne alarak! Ki hayal kırıklığına uğramayalım.

Son söz: Diktatörler seçimle gelebilir, ama seçimle gitmez!

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin