Sabit bir kâr garantisiyle ortaklık yapılabilir mi?

YORUM | Dr. YÜKSEL ÇAYIROĞLU

Elinde bir miktar parası olan, bunu işletme imkânı bulunmayan ve faizden de uzak durmak isteyen kimseler açısından en uygun yatırım araçlarından biri, parayı işletecek biriyle ortaklık kurmaktır. İslâm’da faiz yasak olduğu için, sermayeye ihtiyaç duyan kimseler için ortaklık önemli bir alternatiftir. Kudsî bir hadis-i şerifte ortaklık teşvik edilir. Cenab-ı Hak şöyle buyurur: “İki ortaktan biri diğerine hıyanet etmediği sürece onların üçüncüsü benim. Şayet biri diğerine hıyanet ederse ben aralarından çekilirim.” (Ebû Dâvud, Büyû’ 27) Buradan anlıyoruz ki Cenab-ı Hak, doğru ve dürüst ortakların yanındadır, yardımcısıdır.

Ortaklığın taraflar açısından pek çok avantajı vardır. İnsanlar, bilgilerini, iş tecrübelerini, güçlerini ve sermayelerini birleştirerek kazançlarını artırabilirler. Büyük sermayeler gerektirdiği için tek başlarına yapamayacakları işleri ortaklık kurarak yapabilirler. Sermayesini işletmek için uygun vakti ve imkanı olmayan kimseler ortaklık kurarak işletebilirler, böylece hem kazanır hem kazandırırlar. Bilgi ve tecrübe sahibi olan ama sermayesi bulunmayan kimseler, kuracakları şirketlerle (yapacakları ortaklıklarla) sermaye temin ederek, bu bilgi ve tecrübelerini üretim ve kazanca dönüştürebilirler.

Bununla birlikte ortaklığın kendine göre zorlukları da vardır. Sermaye yerinde kullanılmadığı, baştan kararlaştırılan şartlara bağlı kalınmadığı, kâr adil dağıtılmadığı, kısaca doğruluk ve dürüstlükten uzaklaşıldığı takdirde zulümler ve kul haklarının zayi edilmesi gibi neticeler ortaya çıkabilir. Pratik hayat bunun misalleriyle doludur. Nitekim Kur’ân-ı Kerim, “Ortakların birçoğu birbirlerine haksızlık ederler.” âyetiyle bu duruma dikkat çeker. Devamında ise şöyle buyurur: “Ancak gerçekten iman edip yararlı davranışlarda bulunanlar böyle yapmazlar. Onlar da o kadar azdır ki!” (Sâd sûresi, 38/24)

Burada genel olarak ortaklık üzerinde durmayacağız. Son zamanlarda sıklıkla karşılaşılan ve sorulan bir konuyu ele alacağız. O da sabit bir kâr garantisiyle bir ortaklığa girilip girilemeyeceği. Somut bir misalle açıklayalım: Herhangi bir alanda iş yapan/yapacak olan biri, sermayesi bulunan kimselere, “Şayet bana 100 bin dolar verirseniz, sizin paranızı işletmem karşılığında her yıl size 15 bin dolar vereceğim.” diyor. Vaat ettiği parayı da ister aylara bölerek isterse yıl sonunda toptan sermaye sahiplerine dağıtıyor. Böyle bir ortaklığın caiz olup olmayacağı, bunda faiz şüphesinin bulunup bulunmadığı, buradan elde edilen kârın helâl olup olmadığı soruluyor.

Uzatmadan cevap verelim: Burada faiz şüphesi yoktur, bizzat faizin kendisi vardır. Zira verilen bir paranın veya malın belli bir süre sonunda belirli bir fazlalıkla geri alınması faiz çeşitlerinden biridir. Bu fazlalığın ismini değiştirmek ve ona “kâr” demek onu faiz olmaktan çıkarmaz. Ortaklık durumunda -kârına ortak ve zararına da katlanmaksızın- sermaye sahibinin ana sermayeye ek olarak sabit bir gelir almak üzere yaptığı her anlaşma faiz doğuran bir anlaşmadır ve alınacak sabit miktar da faizdir. Faizden kurtulmanın yolu ise kâr edilmesi durumunda belli bir yüzdelik oran ile kâra ortak olmak, zarar edilmesi durumunda ise zarara da sermayesinden katlanmak üzere ortaklık anlaşması yapmaktır. Yani kârın da zarar riskinin de hem sermaye sahibi hem de işletici tarafından paylaşılmasıdır. Böyle bir anlaşmada, zarara işletmeci emeğinden kaybetmekle, sermaye sahibi sermayesinden kaybetmekle katlanırlar.

Yukarıdaki misal üzerinden gidecek olursak, 100 bin dolarla bir ortaklığa girmek isteyen kişi, bu paranın işletilmesi neticesinde elde edilecek kârdan belli bir miktar (maktu’) olarak değil, onun belli bir yüzdelik oranını alabilir. Örneğin anlaşma yüzde 40’a yüzde 60 üzerinden yapılmış ve işletilen para ile aylık 10 bin dolar kâr elde edilmişse elde edilen kâr bu yüzdelik oranlarda sermaye sahibi ve işletmeci arasında paylaşılır. Kâr, sabit bir miktar (maktu’) olarak belirlenmez; şayet belirlenirse bu, ortaklık sözleşmesini fasit kılar. 100 bin dolarla girilen ortaklıkta aylık elde edilecek kârın -ki anlaşma esnasında henüz belli değildir- 7 bin dolarını almayı şart koşmak gibi. Olması gereken, sermayesini ortaya koyan ile emeğini ortaya koyan taraflardan her birisinin belli bir yüzdelik oranda kârdan pay almasıdır. Şayet hiç kâr elde edilemezse sermaye sahibi herhangi bir fazlalık talep edemez. Şayet zarar edilirse, işletmeci -herhangi bir kusuru yoksa- emeği ile, sermayedar ise sermayesiyle zarara ortak olur. Ortakların hepsi sermaye koymuşsa, sermaye miktarlarına göre zarara ortak olurlar. Dolayısıyla bütün ortaklar riski de, kârı da, zararı da paylaşmış olurlar. Ortaklar açısından en insaflı, en hakkaniyetli ve en adaletli yol da budur.

Fıkıh kitaplarında birçok ortaklık çeşidi üzerinde detaylı bir şekilde durulur. Ortaklık akdinin sahih olması için şöyle bir şarta yer verilir: Tarafların her birinin kârdan alacağı yüzdelik oran belirli olmalıdır. Taraflardan biri için belirli bir miktar şart koşulması caiz değildir. Konuyla ilgili İbn Münzir mudarebe ortaklığı (bir tarafın iş ve emeği, diğer tarafın ise sermayeyi üstlendiği ortaklık) hakkında şöyle der: “İlim ehli şu konuda icma etmiştir: İş yapan kimse sermaye sahibine kârın üçte birini, yarısını veya aralarında anlaşacağı bir oranı vermeyi şart koşabilir. Yeter ki bu baştan belli olsun. Aynı şekilde ilim ehli şu konuda da icma etmiştir: Şayet taraflardan biri için belirli miktarda bir para şart koşulursa yapılan akit bâtıl olur.” (el-İşrâf alâ mezâhibi’l-ulemâ, 1/99)

Peki, günümüzde niçin kâr üzerinden belirli bir oran üzerinde anlaşılmıyor da, sermaye sahipleri için sabit bir kâr garanti ediliyor. Her ay elde edilecek belirli bir kazanç çoklarının iştahını kabartır. Aylık veya yıllık garanti edilen sabit kârlar, parası olan insanlara daha cazip gelir. Hiçbir risk almadan, emek harcamadan gelir elde etmek herkesin hoşuna gider. İş sahipleri de, sabit kâr teklifiyle daha çok ortakçı bulabileceklerini bilirler. Hatta kötü niyetli kimseler de bunu suistimal ederek şimdiye kadar çoklarının parasını almış, bir süre vaat ettikleri kârları dağıtmış, fakat daha sonra topladıkları paraları da alarak ortadan kaybolmuşlardır.

Elbette bu işi yapan herkes kötü niyetli değildir. Gerçekten piyasada iş yapmak, kazanç sağlamak, insanlara faydalı olmak isteyen kimseler de benzer yollara başvurabilir. Başvuruyorlar da. Onlar da şöyle bir mantık geliştiriyor: “Ben zaten topladığım paralarla yatırım yapıyorum, işlerimi büyütüyorum, ticaret yapıyorum. Bundan da kâr ve kazanç elde ediyor ve bunun bir miktarını da sermaye sahiplerine paylaştırıyorum.” Hatta bunlar geçmiş yıllardaki tecrübelerine dayanarak az çok ne kadar kâr elde ettiklerini hesaplayabilir ve ortaklarına da buna göre bir kâr vaadinde bulunabilirler. Ne var ki bütün bunlar baştan garanti edilen ve verilen sabit kârı caiz hâle getirmez, onu faiz olmaktan çıkarmaz. Burada karşılıklı rızanın hükme bir tesiri olmadığını da hatırlatmakta fayda var.

Ortaklığın meşru şartı bu kadar kolayken, faizden uzak durmak mümkünken bu tür haram veya en azından şüpheli yollara girmek doğru değildir. İş yapan kişinin ortalama kârı belli olsa bile, ortaklık teklif ettiği kişilere demesi gereken şudur: “Ben şöyle bir iş yapıyorum. Geçen yılki veya son birkaç yıllık ortalama kârım şu kadardır. Büyük ihtimal önümüzdeki yıl da şu kadar olacaktır. Dolayısıyla işlerime ortak olmanız durumunda siz de belirleyeceğimiz orana göre ortalama şu kadar kâr elde edebilirsiniz.” Fakat bu garanti değildir. Kâr, az dahi olsa değişebilir. Yapılması gereken de yıl sonu elde edilen reel kârın üzerinde anlaşılan oranını ortaklara dağıtmaktır.

Şayet ortaklık anlaşması bir yıl üzerinden yapılmışsa, hissedarlar ise aylık bir gelire ihtiyaç duyuyorlarsa, fakat yapılan işin mahiyeti gereği aylık kârı hesaplayıp dağıtmak zor olacaksa, elde edilen kâr tahmini olarak hesap edilip belirli bir miktar para aylık olarak dağıtılabilir. Yıl sonu geldiğinde gerçek kâr hesaplanır ve buna göre dağıtılan miktarların altı üstü denklenir. Yani eksik dağıtılmışsa üstü tamamlanır; fazla dağıtılmışsa geri alınır.

Sabit miktar (maktu) kar dağıtılması üzerine anlaşıldığında bunun faiz olmasının dışında bir kısım riskleri de vardır. Şayet bir insan sabit bir kâr üzerinde anlaşarak parasını veriyor ve vadesi geldiğinde kârını alıyorsa, yapılan işle çok da ilgilenmez, iş sahibini denetlemez, ona destek olmaz, daha fazla kâr elde edilmesi adına fikir yürütmez. Zira bütün bunların ona bir faydası yoktur. İş sahibi ne kadar kâr elde ederse etsin, hatta isterse zarar etsin, onun eline geçen miktar değişmeyecektir. Dolayısıyla bunun da mantık olarak faiz mantığından bir farkı yoktur. Yani hiçbir risk ve sorumluluk üstlenmeden paranın para getirmesi mantığı. Her ikisi de âtıl kazanç yoludur. 

Esasen sadece sermayedar değil, iş sahibi de kendisini sabit kâr dağıttığı ortaklarına hesap vermek zorunda hissetmeyebilir. Şeffaf olmayabilir. Yaptığı işin detaylarını anlatma lüzumu duymayabilir. Zira üzerinde bir baskı hissetmez, sorumluluk duymaz. Söz verdiği kârını dağıttığında kendini vazifesini yerine getirmiş sayar. Dolayısıyla hem yapılan işin daha kaliteli yapılması adına ortakların desteğinden mahrum kalır hem de bir kısım suistimaller kolaylaşmış olur.

Hülasa, İslâm’da haram kılınan faizle meşru olan bazı akitler arasında ince ama önemli bir fark vardır. Dikkat edilmediği takdirde, faizli işlemler meşru zannedilebilir. Nitekim Kur’ân’ın ifadesiyle cahiliye Arapları da, “Alışveriş de faiz gibidir.” (Bakara sûresi, 2/275) diyorlardı. Hem faizden hem de İslâm’ın haram kılmış olduğu muamelelerden uzak durma adına işin başında dinin hükümlerinin araştırılması, yapılan işlerin ve ticaretlerin meşru ve bereketli olması adına oldukça önemlidir. Bir Müslümanın önceliği kâr ve kazanç olmamalı, helâl kâr ve helal kazanç olmalıdır. Bunun yolu da Kur’ân ve Sünnet’in hükümlerine bağlı kalmaktır. İşi kitabına uydurmaya çalışmak yerine, daha baştan Kitab’a uymaktır.

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

2 YORUMLAR

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin