Risale-i Nurdaki metaforik daireler (2)

ENGİN TENEKECİ | YORUM

Bir önceki yazıda Bediüzzaman Hazretlerinin  sebepler ve itikat daireleri metaforundan bahsetmiştik. Üstad’ın,  “Ve her makamın iktiza ettiği hükme göre hareket lazımdır.” şeklindeki ikazlarını hatırlatmıştık. Said Nursî Hazretleri’nin  “sebepler dairesi” ve “itikadî daire” kavramlarını,  iman ve akıl arasındaki dengeyi kurmak için kullandığı belirtmiştik.

Üstad Said Nursi’nin ele aldığı ve günümüze de bakan daire metaforunun bir diğeriyse Asa-yı Musa’nın Dördüncü Mesele’sinde yer alır. Söz konusu bahiste talebeleri Üstad Hazretlerine mealen şu soruyu yöneltiyor: “Dünyayı altüst eden ve İslam’ın kaderiyle ilgili olan bu korkunç Dünya Savaşı hakkında elli gündür (şimdi yedi yıl geçti, hâlâ aynı durum devam ediyor) hiç sormuyor ve merak etmiyorsun. Oysa bazı dindar ve âlim insanlar, cemaatten ve camiden ayrılıp radyo dinlemeye koşuyorlar. Acaba bundan daha büyük bir olay mı var? Yoksa bununla ilgilenmenin bir zararı mı var?”

Bediüzzaman Hazretleri, verdiği cevapta bu daireleri içten dışa, yani enfüsten afaka doğru sıralar. Öncelikle ömrün çok kısa ama yapılması gereken işlerin çok fazla olduğunu belirtir. Birbiri içine geçmiş on bir daireye dikkat çeker: Kalb, mide, beden, ev, mahalle, şehir, vatan, memleket, dünya, insanlık ve canlılar.

İlerleyen satırlarda her bir dairede, her bir insanın bir çeşit vazifesi bulunabileceğini söyler. Fakat en küçük dairede en büyük, en ehemmiyetli ve en daimi vazifeler olduğunu hatırlatır. Hazret, paradoksal olarak büyük dairede en küçük, geçici ve arasıra yapılacak vazifeler bulunabileceğinden bahsetmesi oldukça dikkat çekicidir. Ancak büyük dairenin cazibesi, insanı küçük dairedeki gerekli ve önemli görevlerinden uzaklaştırarak, faydasız ve dış dünyayla ilgili işlerle oyaladığını bildirir.

Hayat sermayesinin boşa harcandığını, değerli ömrün değersiz şeylerle tüketildiğini vurgular. Hatta ona göre bazen bu savaşları merakla takip eden kişi, taraflardan birine kalben bağlanır ve onun zulmünü hoş görerek bu zulme ortak olur.

Fark edildiği gibi Üstad Bediüzzaman, en küçük dairede en büyük, en ehemmiyetli ve en daimi vazifeler olduğundan bahsederken, söz konusu daire için öncelikle kalb kavramını nazara veriyor. Peki, bu terimi sadece kanımızı vücudumuza pompalayan biyolojik kalb olarak mı anlamalıyız? Eğer sadece bu şekilde anlaşılırsa, insanın, insaniyeti, akseni takvime göre yaratılmışlığı ve  göreceği temel misyon sadece maddiyata, zahire, işin kabuğuna indirgenir. Böylelikle kalbin manevi boyutu ihmal edilmiş olur.

Elbette biyolojik kalbin sağlığı oldukça önemlidir, ancak Üstad Hazretlerinin Sözler eserinde vurguladığı ve imanın yeri olarak gösterdiği kalbin –tabirde hata olmasın– manevi bakımı, fizyolojik kalb kadar, belki de ondan daha da önemlidir. Çünkü insanın varlık sebebi imandır ve imanın tecelli alanı kalbtir. Bu hassas duygunun  sekteye uğraması, diğer tüm duyguların sağlığını da olumsuz yönde etkileyeceği anlamına gelir.

Arapça bir kelime olan “kalb” kavramı, genelde ‘herhangi bir şeyi bir taraftan diğer tarafa çevirmek, dönüştürmek, döndürmek’ anlamlarına gelir. Kur’an’da farklı kalıplarla 168 defa geçer ve en çok kullanılan şekli isim halidir; bu bağlamda 132 defa atıf yapılır (örneğin bkz: 2:7:4; 3:167:29; 4:155:12).

Kalbin en önemli vasfı, her an değişime, dönüşüme, başkalaşmaya, farklı hallere evrilmeye müsait olmasıdır. Bu hayati, manevi mekanizmanın diğer bir niteliği ise – tabirde hata olmasın – diğer tüm duyguların kumandanı olmasıdır.

Fethullah Gülen Hocaefendi, Kalb ve Ruh Ufku isimli makalesinde onun bu yönüne değinir. Vicdanın dört temel unsurundan biri sayılan; bütün duygu, düşünce, şuur, sezgi, idrak ve mânevî âlemimizin merkezi, “ruhanî ve ilâhî latîfe” olarak bilinen kalbin işte bu ruhanî kalb olduğunun altını çizer.

Özellikle sosyal, yazılı ve görsel medya üzerinden yapılan gıybet, yalan, iftiranın yanında, kibir, harama nazar, haram lokma, kötü hayaller ve düşünceler, riya, her çeşit enaniyet vb. bu bâtınî kalbin başkalaşıp özünden sapmasına, dini hakikatlerden uzaklaşmasına vesile virüslerdir. Bundan dolayı bizlere ikaz kabilinden bir hadiste, “Ey kalpleri evirip çeviren Allah’ım! Kalbimi dinde sâbit kıl!” (Tirmizî, kader 7) buyrulmuştur.

Böyle iç içe, birbirinden tehlikeli dairelere adım atan inanan bir kalbin yenilenmesi, aslına dönmesi, özünü bulması, saflaşıp berraklaşması ise ancak vahiy ve nebevi hakikatlere yönelmesiyle mümkün olacaktır. Birçok ayet, kirlenmiş böyle gönülleri tevbe ile arınmaya davet eder. Örneğin, “Ey iman edenler! Samimî ve kesin bir dönüşle Allah’a tövbe ediniz!…” (66:12) buyruğuyla inanan gönülleri asıl dönmesi gereken yere yönlendirir.

Öte yandan, İlahi Beyan, kalplerin gerçek huzura ulaşabilmesi için gerekli olan manevi yolları göz ardı etmez ve bu huzuru, yalnızca Allah’ı (cc) anmakla bulabileceğimizi bildirir: “İşte onlar, iman edip gönülleri Allah’ı zikretmekle, O’nu anmakla huzur bulan kimselerdir. İyi bilin ki gönüller ancak Allah’ı anmakla huzur bulur.” (13:43)  Nebevi öğretiler de, her an solup eskiyecek, renk atacak olan bu narin latifenin imanla tazelenmesi gerektiğini hatırlatarak, hayatın her anında yenilenmeye ihtiyaç duyduğumuzu hatırlatır. Hadiste, “İmanınızı ‘Lâ ilâhe illallah’ ile yenileyiniz” (el-Hakîm et-Tirmizî, Nevâdiru’l-usûl 2/204) denilerek, ruhumuzu her daim taze tutmaya, inancımızı kalbimize nakşetmeye davet eder.

Bununla birlikte, salih amel güçlü bir imanın kalpte oturaklaşması adına en temel vesilelerindendir. Bu iki realite, Kur’an-ı Kerim’in birçok ayetinde birlikte ele alınır. Adeta bu iki hakikat, birbirinden ayrılmaz, belki bir birini takviye den ikiz gibidirler. Örneğin, hepimizin bildiği Asr Suresi buna, “Ancak şunlar müstesna: İman edip makbul ve güzel işler yapanlar, bir de birbirlerine hakkı ve sabrı tavsiye edenler.” ayetleriyle ışık tutar. Belki de bu hakikatten olsa gerek, âbidler sultanı İftihar Tablosu Efendimiz (s.a.v.) sürekli, “Ey kalpleri halden hale koyan Rabbim, kalplerimizi ibadet ü tâatine yönlendir!” şeklinde duada ediyorlardı.

Öte yandan, Bediüzzaman Hazretleri’nin söz konusu tespitleri, bağlamından koparılarak sosyal ya da bireysel izolasyon olarak algılanmamalıdır. Aksine, inanan biri, globalleşmiş, kültürlerin iç içe geçtiği ve post-modern olarak nitelendirilen günümüz toplumlarında İslami güzelliklere, evrensel insani değerlerden örneğin demokrasiye demokrasiye  elbette insanların içinde olarak hizmet edecektir. Allah Resûlü’nün bu konudaki şu teşvik edici beyanlarını hatırlayalım: “İnsanların en hayırlısı, insanlara en çok faydalı olandır.”

Sonuç olarak, Üstad Bediüzzaman,  kalbe dair daire metaforuyla, müminlerin dikkatini öncelikle en küçük ama en önemli daireye, yani kendi manevi kalbine yönlendirdiği söylenebilir. Kalb, sadece biyolojik bir organ değil, onun eskilerin ifadesiyle  melekuti boyutu aynı zamanda diğer duyguların da merkezidir. Ruhani anlamda sağlıklı bir gönül, ferdin iç huzurunu korumasına, ahlaki doğruluk içinde yaşamasına ve hakikate yönelmesine vesile olur. Kalb, tıpkı temiz bir ayna gibi ne kadar saflaşır ve berraklaşırsa onda tecelli eden İlahi isim ve sıfatların hakikatleri de o kadar parlar, netleşir. Aksi takdirde nebevi bir beyanda vurgulandığı gibi o bozulduğunda  maddi-manevi insan anatomisinde fesatlar yaşanacak, fıtrattan uzaklaşmalar olacaktır. (Buharî, iman 38; Müslim, müsakat 107)

Ayrıca günümüzde afaki, geniş dairelerin cazibesi, insanın iç dünyasını ihmal etmesine neden olabilmektedir. Zamanın birçok dilimi özellikle sosyal medyada tüketilmektedir. Bu nedenle, Kur’an ve hadislerde nazarlara sunulan kalbin temizliği, imanla tazelenmesi, sürekli Allah’ı anarak korunması ve tevbe ile temiz tutulması, ferdin dünyevi-uhrevi hayatı adına  oldukça  önemlidir. Ayrıca Kuddûs, Tevvab gibi kutsi isimlerin vird edinilmesi, kalbin temizliği ve safiyetini koruma adına başvurulması gerekilen en önemli ilahi kaynaklardır.

 

1 Yorum

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin