Rejim ve Türkiye’nin aidiyet sorunsalı

YORUM | PROF. MEHMET EFE ÇAMAN

Osmanlı İmparatorluğu kuruluşundan itibaren Avrupa ve Avrupa etkisindeki politik sistemin bir parçası oldu. 1300’lerin ikinci yarısında fiilen Avrupa’da topraklara sahip oluşundan bu yana coğrafi olarak Avrupa’nın parçası olmak dışında, yerini aldığı Doğu Roma İmparatorluğu’nun varisi olması da, Avrupa aidiyetinin devamına dair bir diğer argümandır. Dahası, etnik anlamda Anadolu yerlisi Hristiyan Greko-Romen ve diğer Anadolulu yerli halkların günümüz Türkiye nüfusunun ortalama etnik havuzunda en önemli yere sahip olması da Türkiye’nin Avrupalı aidiyetine dair başka bir güçlü gerekçe oluşturur. 

Coğrafi ve etnik bağlardan sonra, elbette en önemli bağ tarihsel bağlamda Türkiye’nin Avrupa tarihinin bir parçası oluşudur. İster rakip, ister düşman, ister müttefik ya da anlaşma tarafı olsun, Bizans-Osmanlı-Türkiye düzleminde bugünkü Türkiye coğrafyası üzerindeki devletler hep Avrupa tarihinin parçası oldu. Avrupa tarihini bu düzlem olmaksızın yazmak mümkün olsa da eksik olacaktır. Aynı şekilde Osmanlı-Türkiye tarihlerini Avrupa bağlamı dışında yazmak zorlama olur ve tarihi gerçeklere tekabül etmez. 

Kuşku yok ki Osmanlı-Türkiye tarihinin Avrupa’yla en önemli bağı politik bağdır. Aralarındaki yönetsel tezat en üst seviyelerdeyken bile, Avrupa’nın politik etkisi Osmanlı İmparatorluğu üzerinde gayet etkili oldu ve tarihi akışa yön verdi. Ancak en önemli etki, özellikle duraklama ve gerileme dönemleriyle beraber ıslahat ve yeniden yapılanmanın baş gösterdiği dönemlerde gerçekleşti. Avrupa’daki 1648 Westfalya Barışı sonrası meydana gelen gelişmeler, özellikle de teritoryal devletlerin doğuşu, uluslararası ilişkilerde sekülerleşmenin hız kazanması, diplomatik ilişkilerin ve devletler arası ilişkilerin bugünkü temellerinin atılması gibi olay ve olgular, Osmanlı İmparatorluğu’nu derinden etkisi altına aldı. Fransız Devrimi ve sonrasında meydana gelen teritoryal devletlerin ulus devletlere dönüşümü süreci, tüm Avrupa monarşilerini olduğu kadar, Osmanlı monarşisini de etkiledi. Büyük kozmopolit imparatorluklar dağılma veya küçülme eğilimine girerken, aynı kader Osmanlı İmparatorluğu’nu da etkisi altına alacaktı. Böylelikle açıkça görüyoruz ki Osmanlı İmparatorluğu net olarak Avrupa devletler sisteminin bir parçasıdır. Bu miras, kuşkusuz Türkiye Cumhuriyeti tarafından da devralındı. 

Osmanlı-Türkiye ile Avrupa arasındaki politik bağın en önemli göstergelerinden biri, Avrupa siyasal değişimlerinin etkisinin tüm Avrupa üzerinde etkisi neyse aynısının Osmanlı-Türkiye bağlamında da hissedilmesidir. Bu salt modern zamanlarda söz konusu olan bir görüngü değildir. Fakat özellikle Tanzimat’tan sonra hız kazandığı bir gerçek! Vatandaşlık, uluslaşmak, uluslararası hukukun parçası olmak, özgürlük-eşitlik-kardeşlik gibi ideallerin aydınlar arasında yerleşmesi, demokrasi ve liberal ekonomi değerleri kadar sol-Marksiyan değerlerin de eş zamanlı olarak politik dağarcığa katılması, insan hakları külliyatının zamanın ruhuna uygun şekilde ve miktarda Türkiye toplumunun da siyasal mücadelesinin bir parçası olması gibi onlarca önemli olay ve olgu, yine Türkiye ve Avrupalılık bağlamında destekleyici argüman olarak kullanılabilir. 

Cumhuriyetin bir bağımsızlık savaşı sonrası kuruluşuna karşın, bu savaşta öteki ve düşman olarak görülen güçlerin savaş sonrasında kolaylıkla yeni ortaklara ve müttefiklere dönüşmesi, sadece siyasi pragmatizmle izah edilemeyecek politik tercihlerdir. Bu, Batı yöneliminin bir parçasıdır. Kültürel farklılıklara karşın, siyasal değerler evreninde görülen gayet belirgin ortaklıklar, Avrupa etkisidir. Coğrafi iç içe geçmişlik ve uzun süreli tarihsel etkileşim, bu sonuçları kaçınılmaz olarak doğuracaktı. Türkiye, siyasi tarihçi profesör Oral Sander’in deyimiyle, doğudan batıya doğru alçalan Anadolu yarımadasının Batı ucunda Avrupa’yla bütünleşmesi gerçeğinden dolayı, bu coğrafyada yer alan tüm devletler gibi Avrupa sisteminin parçası olmak durumundaydı. 

Bu gerçeklik, İkinci Dünya Savaşı sonrası meydana gelen uluslararası sistemin de ister istemez Türkiye’yi kapsaması anlamına gelecekti. Nitekim öyle de oldu. Türkiye, Soğuk Savaş jeopolitiğinde Yunanistan’la beraber Batı Avrupalı bir aktör oldu. Truman Doktrini ve Marshall Yardımı gibi Avrupa’yı yeniden inşa eden ekonomik programlara dâhil edilmesi bundandır. Dahası, NATO üyeliğiyle beraber, Batı savunma sisteminin bir parçası haline geldi ve kendi sınır güvenliğini sağlamada çok önemli bir avantaj elde etti. NATO üyeliği sayesinde 1945-1991 yılları arasında ortaya çıkan agresif Sovyet yayılmacılığına karşı bir zırh elde etmiş oldu. Ordusunu modernleştirdi, dahası Avrupa Konseyi gibi siyasal kurumsallaşmalarda kurucu üye olarak Avrupalı kimliğini daha da ilerletti. Avrupa değerleriyle aynı değerleri paylaşması, her türlü demokrasi ve insan hakları sorununa karşın, gelişim yönü bakımından önemlidir. 

Bu sayede Türkiye ilerleyecekti. İlerleme, Avrupa değerlerinin daha fazla kök salması olarak anlaşılıyordu. İktidarın yetkilerinin sınırlandırılması, hukukun üstünlüğü, eşit vatandaşlık, güçler ayrılığı, bağımsız yargı gibi temel kaide ve normlar bu sayede Türkiye’de sürekli ilerledi. Bu süreç, Türkiye’yi Avrupa bütünleşmesi projesinin bir adayı yapacak, dahası Gümrük Birliği ile Avrupa ekonomik alanının da bir parçası haline getirecekti. 

Şu an bu süreç tarihte hiç olmadığı kadar tehdit altındadır. Bulunduğu coğrafyadaki hiçbir devlette olmadığı kadar bu aidiyetin altının oyulduğunu saptıyorum. Türkiye çok tehlikeli sularda seyretmeye başladı. Tarihsel süreklilik olarak nitelenen yönelim ve aidiyetsellik bağlamı, tümüyle yok oldu. Türkiye Avrasyalılaşırken ve Ortadoğululaşırken, rejimi giderek Rusya ve Baas rejimlerine benzemeye başladı. 

Önümüzdeki yazılarda bu soruna eğilmek istiyorum. 

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin