Rejim ve Türkiye’nin (eski) müttefikleri

ANALİZ | Prof. Dr. MEHMET EFE ÇAMAN | @MehmetEfe_Caman

15 Temmuz sonrası Türkiye dünyanın gündeminde yer almaya devam ediyor. Özellikle ABD, NATO, Avrupa Konseyi ve Avrupa Birliği ile Birliğe üye ülkelerle ikili düzeydeki ilişkiler, Türkiye’de meydana gelen değişiklikler nedeniyle bu süreçte çok etkilendi. Bu etkilere ‘sarsıntı’ diyelim isterseniz. Türkiye’deki hava, karşı tarafın Ankara’yı anlamaması ile Ankara’ya düşman olması arasındaki bir eksende değerlendiriliyor. Havuz medyasını ciddiye alacak halimiz yok elbette. Ama havuz medyasının Saray’ın sesi olmasını, Saray’ın algılarını yansıtması bakımından önemli bir veri kaynağı olduğunu vurgulamak gerektiği kanısındayım. Bu çerçevede baktığımızda, genel olarak tüm Batı’nın, özelde ise özellikle Almanya ve ABD’nin son derece kötü bir imaja sahip olduklarını görüyoruz. Batı algısının neden değiştiği, son derece önemli ve mutlaka yanıtlandırılması gereken bir soru.

AVRUPA BİRLİĞİ’NİN GÖZÜNDEN TÜRKİYE

15 Temmuz sonrasında Türkiye’de neredeyse tüm medya darbe girişiminin arkasında ABD ve Batı olduğunu ileri sürdü. Bu görüşü gülünç ve dayanıksız savlarla ve komplo teorileriyle desteklediler. Bir yılı aşkın süredir, Erdoğan’ın danışmanları da dâhil ABD, AB ve NATO’yu suçlayan, Batı’nın Türk ve Türkiye düşmanı olduğunu, terör odaklarına destek verdiğini, “yükselen Türkiye” ve Erdoğan’ın liderliğinden korktuğunu yoğun bir şekilde kamuoyuna pompalıyorlar. Bu propaganda makinesi, Adolf Hitler döneminin Nazi rejiminin propaganda stratejisi ile ciddi bir biçimde örtüşüyor. Komplo teorilerinin bütüncül konsepti içerisinde, kanıta, ispata ve mantığa dayanmayan iddiaların mütemadiyen tekrarına dayalı bir metot bu. Hedef kitlenin algılarını belirgin şekilde etkileyen, makul aklı ve mantığı devre dışı bırakan tipik bir stratejidir uygulanmakta olan. Genellikle diktatörlüklerde uygulanan bir metottur. Biz ve onlar denklemine dayalı dış düşman üretmek ve böylelikle hem kamuoyunun iç sorunlarla ilgilenmesini engellemek, hem de dışarıdan gelen haklı eleştirilerin inandırıcılığının altını oymak için kullanılır. Erdoğan rejimi bunda başarılı oldu. Bu başarıda, Batı’da bu mesele ile ilgili etkin bir strateji olmaması önemli bir rol oynuyor.

Türkiye’nin demokrasi ve insan hakları karnesinin Batı tarafından stratejik sebeplerle göz ardı edilmesi ve her şeye rağmen ilişkilerin devamının gerekliliğinin vurgulandığı doktrin yeni bir şey değil. 12 Eylül de dâhil olmak üzere, Batı hiçbir zaman Türkiye ile tüm köprüleri atma gibi bir seçeneği masaya koymadı. Türkiye’nin NATO üyesi olması ve NATO’nun geleneksel olarak stratejiyi değerlere göre öncelemesi, burada çok belirleyici. Bu tutum, az çok ABD için de geçerli. AB ise farklılık gösteriyor bu bağlamda. Siyasi bir birlik olan AB için Türkiye elbette tıpkı ABD ve NATO için olduğu gibi önemli bir stratejik ortak; bunu tartışmaya açmıyorum. Fakat Türkiye’nin Avrupa Entegrasyonu’na katılım derecesi ile doğru orantılı olarak AB, Türkiye’nin insan hakları karnesi ve demokrasi standartlarına daima önem verdi. Daha doğrusu önem vermek zorundaydı. Kendi inandırıcılığı gereği bunu yaptı. Dahası, AB için demokratik değerler soyut bir kavram değil. Kopenhag Kriterleri bu konuda son derece somut beklentileri net bir yok haritası ile üye adayı ülkelerin önüne koymakta. Türkiye de – şu an artık sadece kâğıt üzerinde dahi olsa – bir üye adayı ve bu nedenle AB’nin bahsettiğim kriterleri için bir istisna oluşturmuyor. Daha doğrusu geçmiş zaman kullanalım: Oluşturmuyordu. Peki, bu konuda ne değişti?

KOPENHAG KRİTERLERİ İLE ARADA IŞIK YILI MESAFESİ VAR

Türkiye Kopenhag kriterlerinden o kadar geriye düştü ki, AB karar alıcıları için arada ışık yılı bir mesafe var artık. Ben bu olguyu geçen yılki bir yazımda “küme düşen demokrasi” sendromu olarak nitelendirmiştim. Türkiye artık AB kriterlerinden bazıları ile sorunları olan bir aday ülke değil. Bilakis, AB kriterlerinin ruhu ile hiçbir uyumu olmayan, AB tipi demokratik sistemlerin tam tersi uygulamaları kendi standardı haline getirmiş bir yönetim var bugün Türkiye’de. Bunu, birçok AB liderinin artık Türkiye’deki yönetimden veya devletten bahsederken “rejim” kelimesini kullanmasından da anlıyoruz. Kısacası, Türkiye artık kendisiyle üyelik müzakerelerine başlanan ülke değil. Hatta daha da açık söyleyeyim, 1998 Lüksemburg zirvesinde genişleme haricinde bırakılan Türkiye’den çok ama çok daha geride olan bir ülke var bugün.

Hatırlayalım, 1998’de Türkiye Kopenhag Kriterlerini sadece yerine getirmemekle kalmıyor, bu kriterleri aynı zamanda reddediyordu. Dönemin başbakanı Mesut Yılmaz üyeliğin Türkiye’nin meşru hakkı olduğunu ileri sürüyor, AB ise hem Türkiye’nin Avrupa aidiyetini sorguluyor, hem de Ankara’nın demokrasi ve insan hakları karnesini öne sürerek kendi hukukuna dayalı ve haklı bir argümanı masaya getiriyordu. 1999 yılında Bülent Ecevit döneminde Türkiye Kopenhag Kriterlerini kabul etti ve bunların gereğini yerine getirme yönünde eylem planları geliştirmeye başladı. AKP bu mirası devraldı ve bu kıstaslara göre AB demokratik seviyesini yakalamaya yönelik mevzuat reformu ve uygulama adımlarına devam etti. Fakat tüm sıkıntılarına rağmen, 1998 Türkiye’si bile bugünkü ile mukayese kabul etmeyecek şekilde daha ilerideydi. Çünkü bu dönemde tüm sorunlarına rağmen yerleşik bir anayasal düzen, güçler ayrılığı, hesaplanabilir bir bürokrasi ve denetlenebilir bir meclis ve hükümet vardı.

KENDİ YASALARINA UYMAYAN BİR DEVLET

Bugün olan ise, tüm devletin tek bir güç odağına bağlanması ve buna bağlı devlet çöküşü. Bugünkü rejimde kendi anayasasına ve yasalarına uymayan bir yönetim var. Bu yönetim, anayasal siyasi sistemle bağını tamamen kopartmış durumda. Keyfiliğin hukuksuz alanında, kanunsuz ve kişiye özel işlemler yapan bir yargı ve bürokrasi var. Anayasanın ve yasaların belirlediği dikey hiyerarşik yapının tümüyle çözüldüğü, bunun yerine yatay hiyerarşilerin ortaya çıktığı bir yapı var. Bu yapıya siyasi sistem demek mümkün değil. Çünkü ortada bir sistemsizlik var. Her şeyin tek adamın iki dudağı arasında olduğu, derin yapıların gayrikanuni kanallardan bu kişisel diktatörlük üzerinde öyle ya da böyle etkin olduğunun gözlemlendiği, hesapsız kitapsız, anayasa ve yasasız bir yapı.

Devlet olma özelliğinin bile sorgulanması gereken bu yapının AB tarafından muhatap kabul edilmesinin tek sebebi, mevcut çıkarlar. İşte bamteli de burada. AB, aynı NATO ve ABD gibi artık Türkiye’yi yalnızca kendi kısa ve orta vadeli çıkarları perspektifinden değerlendiriyor. Bunların başında, AB ile Ankara arasındaki mültecilere ilişkin memorandum geliyor. Türkiye’nin kendi sınırlarındaki Suriyeli ve diğer sığınmacıları AB’ye göndermemesi üzerine kurulu bu denklemde, AB Erdoğan’ın geçmişte şantaj argümanı olarak kullandığı sınırların açılması ve sığınmacı yüz binlerin Avrupa’ya girmesinden korkuyor. AB’yi 15 Temmuz’dan bu yana üyelik müzakerelerini Avrupa Parlamentosu’nun bu yöndeki tutumuna karşın durdurmamasının arka planında bu var.

ALMANYA İŞARET FİŞEĞİNİ ATEŞLEDİ

Fakat şu anda bu politika sarsılmaya başladı. Başta Almanya olmak üzere birçok AB üyesi hükümet, Erdoğan rejimine yönelik daha etkin politikalara kapıyı aralamaya kararlı görünüyor. İlk etapta genişletilmesi ve derinleştirilmesi gereken Gümrük Birliği ortaklığı Almanya’nın vetosu ile gündemden çıktı. Oysa bu gerçekleşse, Türkiye mevcut GB’nin dışında tarımsal ürünleri de kapsayan bir seri avantaja kavuşacak ve bu dış ticaret açığından muzdarip Türkiye için büyük bir artı değer oluşturacaktı. Başta Deniz Yücel gibi Alman gazeteci ve insan hakları savunucularının gayrı hukuki sebeplerle keyfi olarak tutuklanması, bunun ardından bu tür tutuklamaların ve pasaport iptallerinin rejimin şantaj enstrümanı olarak kullanımına devam edilmesi, bardağı taşırdı. 3 Temmuz TV düellosunda merkez sağ ve merkez solun 24 Eylül seçimleri ardından bir dizi yaptırımı devreye sokacağı artık kesin. Seyahat uyarılarından AB fonlarına, üyelik müzakerelerinin dondurulmasından Türkiye’nin Interpol veri tabanından çıkartılmasına kadar bir somut önlemler silsilesi bu sonbaharın Erdoğan rejimi için zor bir dönem olacağının işaretlerini veriyor.

ULUSLARARASI ÇERÇEVEDE ERDOĞAN’IN MEŞRUİYETİ ABD YARGISINA BAĞLI

ABD’de ise Zarrab davası ve Halkbank davaları, Erdoğan’ın İran ambargosunun delinmesi yönündeki siyasi sorumlu olduğu gerçeğini hukuki süreç ardından tescilleyecek. Bunun rejimin uluslararası hukuk çerçevesindeki meşruiyeti ve dokunulmazlığı bakımından yıkıcı etkileri olacak kanısındayım. Bunun yanı sıra Erdoğan’ın korumaları hakkında açılan davada göstericilere saldırma emrinin bizzat Erdoğan tarafından verildiği savı mahkemede kabul edilirse, bu yine rejimin ve Erdoğan’ın meşruiyeti bakımından ciddi uluslararası sonuçlar doğurabilir. Fakat bunlardan çok ama çok daha önemli olan, Erdoğan’ın MİT kanalı ile Türkiye’deki yasalara da aykırı şekilde, ABD ve Batı tarafından terörist kabul edilen Suriye’deki cihatçı gruplara silah ve mühimmat sevkiyatı yapması. Bu elbette rejimin ideolojik tercihleri ile de alakalı bir durum ve ABD bunu biliyor. Bu görüşü destekleyen birçok kanıt var. Mesela IŞİD’li teröristlerin Türkiye’de tedavi edilmeleri, petrol ticareti, bazı IŞİD elemanlarının Türk topraklarında ikamet etmesi, cihatçıların Türk topraklarını halen kullanmaya devam etmeleri ve daha bir sürü kanıt, Erdoğan rejiminin sorunları arasında. En güçlü olgulardan bir diğeri ise PYD konusu. ABD’nin artık Ankara’yı sadece kâğıt üzerinde bir müttefik olarak algıladığı bir sır değil. Yine, Rus yapımı silahların ABD ve NATO’nun tüm eleştiri ve uyarılarına karşın Ankara tarafından ısrarla alınmak istenmesi de sorunlar arasında. Bunlara geçen yazının konusu olan, NATO yanlısı subayların tasfiyesi ile Erdoğan rejiminin (severek ya da metazori) Avrasyacı yönelimlerini de dâhil edelim. Tüm bunlar Türkiye için ciddi sonuçlar doğurabilecek meseleler.

Bu yazının işaret ettiği hususların Almanya seçimleri ve Kürdistan referandumu sonrası dönemde ön plana çıkarak önem kazanacağını ve Türkiye’deki rejimin kaderi konusundaki dış belirleyiciler arasında yer alacağını düşünüyorum. Diğer bir dış belirleyici unsur olan ekonomik istikrar konusunun bu yazıda sıralanan sorunlar ekseninde ciddi bir etki altında kalacağını bildiğim için, bu konulara kafa yormanın sadece entelektüel bir merakı doyurmaktan çok daha önemli olduğuna inanıyorum. Fakat bu da başka bir yazının konusu olsun, ne dersiniz?

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin