Propaganda savaş kazandırır mı? 

YORUM | Dr. YÜKSEL NİZAMOĞLU

Türkiye şu an Suriye’nin kuzeyinde daha birkaç yıl önce dost ve müttefik olarak gördüğü YPG’ye ve dolayısıyla Kürtlere karşı bir askerî harekât gerçekleştiriyor. AKP iktidarı bunu yaparken karşısındaki güçleri kamuoyu önünde çok güçlü göstererek sanki “Dünya Savaşı” veya “Kurtuluş Savaşı” yıllarına benzer bir mücadeleye giriştiği izlenimi veriyor.

İktidar muhalefetin de desteğiyle askerî harekâtı eleştirenleri ya da karşı çıkanları daha önce birçok kesime yaptığı gibi “vatan haini” ilan ediyor. Bu söylemleri resmi yayın organına dönüşen basın da körüklüyor ve böylece “propaganda” her şeyin önüne geçtiğinden sağlıklı bir değerlendirme yapılamıyor.

Türkiye’yi “Üç taraftan deniz, dört taraftan düşmanla çevrili” bir ülke olarak gören ideolojinin gözlüğünden bakıldığında “düşman, vatan haini” söylemleriyle halkın desteği alındığı gibi muhalefet de “neden, nasıl, nereye” sorularını sormadan iktidarın yanında yer alıyor.

Harekâtın başladığı günün sabahında Diyanet’in organizasyonuyla camilerde sabah namazı sonrasında “Fetih Süresi” okutulması, iktidarın “milliyetçi söylemler” yanında halkın dini duygularından da yararlanmak istediğini gösteriyor. Yine basında yer alan bir habere göre propagandanın etkisiyle olsa gerek bazı “kraldan çok kralcı öğretmenler” ortaokul öğrencilerine yürüyüşler bile yaptırıyor.

Harp İsteriz Çığlıkları 

Osmanlı Devleti’nin İtalya ile Trablusgarp Savaşı’nı devam ettirdiği, askerin bir bölümünün terhis edildiği bir ortamda Balkan devletlerine karşı savaş çığlıkları atılmaya başlamıştı. “93 Harbi kahramanı” Gazi Ahmet Muhtar Paşa’nın başında bulunduğu hükümet, Balkan devletlerinin reform taleplerini kabul ederek gerginliği düşürmeye çalışırken o sırada muhalefete düşen İttihatçıların tahrikleriyle Darülfünun öğrencileri “Harp İsteriz” sloganlarıyla Babıali’ye yürümüşlerdi.

Öğrenciler ve onlara katılan halk, Balkan devletlerinin taleplerinin kabulüne karşı çıkmakta ve savaş yoluyla bu devletlerin kısa sürede “dize getirilmesini” istemekteydiler.

7 Ekim 1912’de kabinenin toplantı halinde olduğu sırada Sadaret kapısı kırıldı ve “Harp İsteriz Harp! Kahrolsun Hainler!” çığlıklarıyla Babıali’ye giren binlerce kişi Sadrazamı dışarıya çağırdı. Gazi Ahmet Muhtar Paşa “savaşın ne olduğunu biz biliriz. Fiiliyatı lafı gibi kolay değildir” diyerek halkı yatıştırsa da ertesi gün Balkan Harbi başladı.

Bozgun

Osmanlı orduları savaşa diğer devletlerin de dahil olmasıyla dört devlete karşı savaşmak zorunda kaldılar. Savaş çığlıklarının cepheye bir faydası olmadı ve büyük bir “bozgun” yaşandı. Cephelerde yenilgiler yaşanırken asker “firar” ediyordu.

Sonuçta Edirne, Kırklareli ve Tekirdağ hariç bütün Rumeli elden çıktı. Harp boyunca yapılan propagandalar işe yaramamış, binlerce asker yaşanan mağlubiyetlerle beraber ordularını terk ederek kaçmayı tercih etmişlerdi.

Hafız Hakkı Paşa Balkan Harbi felaketini “Bozgun” adlı eserinde şöyle özetliyordu: “Bozgun, bu büyük afet son seferimizde orduyu ne kadar sarsmıştı. Kumanova’da, Kırklareli’nde, Süloğlu’nda, Geçginli’de, Lüleburgaz’da hep orduya kâbus gibi çöker; veba gibi kolera gibi müthiş, elektrik gibi çabuk orduyu istila ederdi. Birçok kumandanlar gördükleri bozgunlar yüzünden ordudan büsbütün ümidi kesmişlerdi”.

Cihat Fetvası 

Osmanlı Devleti Balkan Harbi felaketine rağmen Birinci Dünya Savaşı’na da benzer söylemlerle girmiş, halkın dini duygularının harekete geçirilmesi için de “cihat fetvası” çıkarılmıştı.

Fetva sadece Osmanlı topraklarında yaşayan Müslümanlara hitap etmiyor aynı zamanda İngiltere, Fransa ve İtalya’nın sömürgesi olan veya egemenliğinde bulunan topraklardaki halkı da harekete geçirmeyi hedefliyordu. Bu fetva vasıtasıyla Hindistan ve Mısır’da İngilizlere, Trablusgarp’ta İtalyanlara, Azerbaycan ve Türkistan’da Ruslara, Tunus ve Cezayir’de Fransızlara karşı isyanlar çıkarılarak İtilaf devletlerinin zor duruma düşürülmesi planlanmıştı.

Fetvada İslam memleketlerinin saldırıya maruz kalması nedeniyle “İslam Padişahı ve İslam Halifesi” tarafından İngiltere, Fransa ve Rusya’ya karşı “cihat” ilan edilmesiyle genç ve ihtiyar bütün Müslümanların mallarıyla ya da piyade veya süvari olarak bedenleriyle gazaya iştirak etmelerinin farz olduğu belirtiliyordu.

Fetvaya göre savaşa iştirak etmeyen Müslüman halk “cehennem azabına müstahak” olacaktı. Ayrıca İtilaf devletleri egemenliğinde yaşayan Müslümanlar için de cihadın farz olduğu belirtiliyordu.

Padişah-Halife cihadı İngiltere, Fransa ve Rusya’ya karşı ilan etse de Osmanlı Devleti savaşa “İslam olmayan” Almanya ve Avusturya’nın yanında girmiş, Almanlar Halife’nin konumundan yararlanarak Müslüman toplulukları ayaklandırmak istemişlerdi. Bu durum aslında “cihat fetvasının” arka planında Almanların olduğunu gösteriyordu.

Cihat fetvası Fatih Camii’nde yüksek sesle okunarak dualar edildi, uzun konuşmalar yapıldı, şenlikler organize edildi. İstanbul’un ana caddelerinde yürüyüşler düzenlendi hatta Alman ve Avusturya elçilikleri ziyaret edildi.

Sıra artık savaşa ve İtilaf devletlerinin sömürgelerindeki Müslümanların isyan ettirilmesine gelmişti. Sömürgelerde isyan çıkarmak amacıyla Teşkilat-ı Mahsusa görevlendirilerek o bölgelerde operasyonlara girişilmişti. Ancak Almanların ve İttihat ve Terakki yönetiminin beklentileri gerçekleşmedi.

Propaganda faaliyetlerinin diğer ayağını Osmanlı basını ve özellikle de İstanbul gazeteleri oluşturmaktaydı. Gazeteler İran’da Rusya ve İngiltere’ye karşı cihat fetvasına destek veren Caferi ulemanın fetvalarını yayınlamak suretiyle İran’da çoğunluğu oluşturan Şiileri ve Sünni Kürtleri ayaklandırmaya çalışıyordu.

Diğer taraftan da Azerbaycan Türklerini Osmanlı Devleti’nin yanına çekmek önemli amaçlardan birisi olmuştu. Fakat “propaganda” amaçlı yayın yapan gazetelerin haberleri çok abartılıydı. Örneğin İttihatçıların yayın organı Tanin Azerbaycan’ın “Moskof istilasından hâlâsının yakın olduğunu” yazıyordu.

Sabah gazetesi ise Osmanlı ordusunun Azerbaycan’ın tamamına yakınını ele geçirdiğini duyuruyordu. Halbuki buralardaki Osmanlı üstünlüğü sadece iki hafta sürmüş, Ruslar yeniden hâkim duruma gelmişlerdi. Cihat fetvasına ve yapılan propagandalara rağmen “İranî kardeşlerimiz” denilen İranlıların ve “kan ve din kardeşi oldukları” sürekli vurgulanan Azerbaycan Türklerinin Şii olmaları, birlikte hareket etmenin önünde önemli bir engel teşkil etmişti.

Kötü Haberlere Sansür

Savaş sırasında izlenen propaganda yöntemlerinin başarılı olma şansı yoktu. Yayınlar daha çok iç kamuoyuna hitap ediyor, cihat fetvası ve beyannameler diğer Müslüman topluluklar üzerinde etkili olmuyordu. Teşkilat-ı Mahsusa’nın faaliyetlerinin de karşılık bulması mümkün değildi.

İttihat ve Terakki iktidarı cephelerden gelen kötü haberler için de çare bulmuş, basını “sansür” vasıtasıyla kontrol altına alarak bu tür haberlerin kamuoyuna yansımasının önüne geçmeye çalışmıştı. Hatta Sarıkamış harekâtındaki yenilgi başlangıçta gizlenmiş ve yaşanan “felaket” Alman basınında yer alan haberler sonrasında açıklanmıştı.

Cihat fetvası da büyük ümitlerle Tatarca, Farsça, Hintçe ve Arapçaya tercüme edilip 50.000 adet basılarak dağıtılmak üzere Alman Hariciye Nezareti’ne gönderilmişti. Berlin’de kurulan “Doğu İstihbarat Dairesi” bu çalışmaları organize etmiş, İtilaf devletlerinden alınan Müslüman esirlere “cihat propagandası” için Şeyh Salih Tunusi ve Mehmet Akif Berlin’e gönderilmişti.

Bütün bu gayretlere rağmen “cihad-ı mukaddes ilanı” başarılı olamadığı gibi yapılan propagandalar da yeterli olmadı. Cihat ilanıyla İngiltere, Fransa ve İtalya’ya karşı Müslüman halkın isyan edeceği beklentisi hiçbir zaman gerçekleşmedi. 1916’da Hicaz Emiri Şerif Hüseyin’in Halife-Padişah’ın başında bulunduğu Osmanlı yönetimine karşı isyan etmesi de bu beklentilerin Osmanlı topraklarında bile karşılığının olmadığının ispatı oldu.

Birinci Dünya Savaşı Osmanlı Devleti için her yönüyle hüsranla bitti. Bir taraftan “Turan” diğer taraftan “İslam Birliği” hayaliyle başlayan savaş, cihat fetvası ve propagandalara rağmen yenilgiyle sonuçlandığı gibi “devlet-i ebed müddet” denilen Osmanlı Devleti’nin de sonunu getirdi.

Osmanlılar için devletin gerçek gücünü dikkate almadan hayaller peşinde koşmanın faturası çok ağır olmuş, altı yüz yıllık devlet tarihe karışmıştı.

Bu tablo aynı zamanda kamuoyuna sürekli olarak “ne kadar güçlü olduğunu” anlatma ihtiyacı hisseden ve gece gündüz “hayaller pazarlayan” devletlerin propagandayla başarı sağlayamayacağının da bir göstergesi değil mi?

Seçilmiş Kaynakça: Osmanlı Belgelerinde Birinci Dünya Savaşı, BOA, İstanbul, 2013, C. 1; T. Öğün, “Osmanlı Basınında Cihad-ı Ekber”, Türkiyat Mecmuası, C. 28/1, 2018; N. Meriç, “Siyaset-Fetva İlişkisi: Birinci Dünya Savaşında Cihad Fetvası”, 100. Yılında Birinci Dünya Savaşını Anlamak, Harp Akademileri Komutanlığı Saren, İstanbul, 2014.

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin