Palu-Kan dosyası ya da kötülüğün sıradanlığı

HABER-YORUM | NACİ KARADAĞ

Adolf Eichmann, soykırım tarihinin önemli figürlerinden biri. “Önemli” derken iyiliği kastetmiyorum şüphesiz. Hannah Arendt’in tabiriyle, tam anlamıyla bir İblis.

Hayat hikayesine bir göz atalım:

Çocukken sınıf arkadaşlarının ona taktığı lakap oldukça ironik: Küçük Yahudi!

1906-1962 yılları arasında yaşamış Nazi Gestapo subayı olan bu şahıs, Nazi iktidarının “Yahudi sorunu” olarak adlandırılan meselesini yine kendilerince “Yahudi uzmanı” olarak addedilip çözülmesiyle görevlendirilmiş kişi…

Bugünün Türkiye’sinde Ergenekon’un ve iktidardaki ortakları vasıtasıyla tabutundan tekrar çıkardığı Eski askeri savcı Ahmet Zeki Üçok ve Deniz Kuvvetleri Kurmay Başkanı Tümamiral Cihat Yaycı’nın aritmetik ortalaması gibi bir şey bu Eichmann.

Köln doğumlu Eichmann, annesi ölünce ailenin geri kalanıyla Avusturya’ya göç ediyor. 1932 yılında tavsiye üzerine Avusturya Nazi Partisi’ne kayıt yaptırıyor. Hitler’in kendisini keşfetmesi uzun sürmüyor tabiatıyla. 1934’te SS’lere katılan Eichmann, bizzat diktatörün kendini Yahudileri yeryüzünden silme işine adıyor.

Madagaskar Planı’nı bilir misiniz?

Bütün Yahudileri bir ada olan Madagaskar’a toplama ve orada yokluğa mahkûm etme işi.

Bunu ciddi anlamda uygulamayı düşünüyor ama başaramıyor.

Kaç insanın katili olduğu hakkında kesin bir rakam yok ama 6 ila 8 milyon masum Yahudi’nin katledilmesinin sorumlusu olduğu düşünülüyor.

İşler Naziler için tersine gitmeye başlayınca Hitler’i anında satıyor ve Arjantin’e kaçıp orada Ricardo Klement ismiyle yaşamaya başlıyor. MOSSAD uzun süre izini sürdükten sonra onu yakalıyor ve İsrail’e getirip yargılıyorlar.

Bu yargılamayı takip eden en önemli isim de Hannah Arendt. 2 yıl süren yargılama neticesinde 1962 yılında idam ediliyor insanlık tarihinin bu en alçak insanlarından biri. Yargılama esnasında yine günümüz Türkiye’sindeki Pelikancılar, Haşmetler, Kurtuluşlar, Hilaller, Ahmet Hakanlar, Cem Küçükler gibi yüzlerce kişiyi aynı amaç uğruna organize ettiğini, hepsini satın alınabilir olarak anlatıyor. Keza, yaptığı bütün kötülüklerin emre itaat bağlamında ele alınması gerektiğini de ısrarla vurguluyor.

Arendt, daha yazdığı kitabın ismi ise şu: Eichmann in Jerusalem: A Report on the Banality of Evil – Eichmann Kudüs’te: Kötülüğün Sıradanlığı Üzerine Bir Rapor…

Eichmann, İsrail tarihinde idama mahkum edilip, infaz edilen tek şahıs olarak tarihte yerini aldı.

İşte “Kötülüğün Sıradanlığı” tabirini ilk kez Hannah Arendt kullanıyor.

Kitapta şöyle izah ediyor meseleyi:

Var olmak için metafizik bir kaynağa ihtiyaç duymayan kötülük, niteliklerini sıradan niteliğini normal insanlardan oluşan kitlelerin iyi ile kötü arasında ayrım yapamayacak duruma getirilerek elde edilir. Esasen kendini etrafında yaşananlardan soyutlayarak rahatsız edici hislerden kurtulma yoluna giden “sokaktaki vatandaş”, bu soyutlama yüzünden “insan” vasfını yitirdiğinin farkına varmama durumudur.

İnsanoğlu fıtraten buna çok müsaittir ama ona bu şartları oluşturmak için iki önemli şey lazımdır; kötüler ve buna izin veren sistem.

Totaliter rejimler bu sebeple kötülüğün sıradanlığı için çok bereketli bir tarladır.

Bir süreden beri kamuoyunu meşgul eden meşhur Palu Ailesi olayını tekdüze bir “toplumsal çürümüşlük” ile okumak yetersiz ve eksik bir okuma olacaktır.

Zira bu kötülüğün paydaşları vardır.

Yine Hitler’in yükselişini anlatan 179 dakikalık muazzam bir başyapıt olan Hitler: Kötülüğün Yükselişi, Edmund Burke’ün şu cümlesiyle ile açılır:

“Şeytanın zaferi için gerekli olan tek şey; iyi insanların hiçbir şey yapmamasıdır.”

Dolayısıyla Müge Anlı’nın TV ekranının tam ortasında yere çaldığı karpuz bir mikro ölçekli ülkenin iç organlarının genel görünümünden başka bir şey değildir.

Bu arada, magazin aleminden bu kayıp arama bulma, suçlu tespit etme işlerine geçtiği ilk dönemlerde izleyip, üstenci kibri ve her önüne geleni azarlayıcı üslubuyla son derece itici bulduğum Anlı’yı inanılmaz bir olgunlaşma sürecinde gördüğümü de söyleyip hakkını teslim etmek isterim.

Anlaşılan kötüleri ele alma sürekliliğinden olsa gerek başarılı televizyoncu kişisel bir olgunlaşma sürecini tamamlamış.

Ahmet Kaya’nın linç edildiği gece başrolü oynayan ağır hakaretler ile sanatçıya çatal bıçak fırlatan kadın gitmiş, tanık olduğu fenalıkların pişirdiği bir televizyon bilgesi gelmiş adeta.

Dönelim Palu Ailesi’ne…

Zulmün, zalimliğin, vicdansızlığın ve akıl dışılığın her gün yüzlercesine şahit olduğumuz bir ülkede, belki vaktiniz olmadığı, mideniz kaldıramadığı için Müge Anlı’nın programını izlememiş olabilirsiniz diye bir özet geçeyim:

Havva Palu ve iki oğlu, Anlı’nın programına “kızımız ve torunumuz 10 yıldır kayıp” diye müracaatta bulunuyorlar.

Ancak vakit ilerledikçe ortada öylesine kirli bir bohça açılıyor ki, içinde cinayet, ensest ilişki, tecavüz, şantaj, büyü, cin, iftira, şiddet vs.. her şey var.

Sonrası öylesine karmaşık ve inanılmaz ki, 16 saatlik program kaydını dikkat izlememe rağmen tam olarak hakim olduğumu söyleyemem.

Bir kere ortada gerçeklerden çok daha fazla yalanın söylendiği ve bir yalanın boyunun iki dakikayı bile geçemediği bir itiraf sarmalı var.

Yine vakit geçtikçe anlıyorsunuz ki, aslında kayıp filan yok, bizzat kendi evlatlarını (ki öteki kızlarının kocası olan damatlarının defalarca tecavüz ettiği) el birliğiyle öldüren bir aile var.

Aile kötülüğü o kadar sıradanlaştırmış ki, ağızlarından “Allah” kelimesini düşürmüyorlar.

Damat ise tam bir suç makinası. Başta kendi eşi ve çocukları olmak üzere, şiddet uygulamadığı kişi yok gibi.

Sahtecilik, dolandırıcılık, büyücülük, muskacılık, tehdit, iftira dolu bir sabıka kaydı var.

Ama buna rağmen gelip stüdyoda “Bunların hepsi oyun, bana komplo kuruyorlar” diye savunabilecek kadar da inanılmaz.

Nasıl bir etkileşim ile adeta uşağı haline getirdiği kayın validesi, eşi, kayın biraderleri de –haşa- ona bir peygamber gibi davranıyorlar.

Kaynanası damadına toz kondurmuyor ve “Yarım hocadır” diyerek övüyor.

Evin her köşesine eciş bücüş Arap harfleriyle çiziktirdiği kâğıt parçalarını “muska” diye duvarlara gömüyor ve bulup, “aha işte hasımlarımız bizlere büyü yapıyorlar” diyerek ailenin elindeki beş evi satıp parasına çöküyor.

Öldürdüğü baldızını bir gün önce notere götürüp tam vekâlet alarak maaşını almaya on yıl boyunca devam ediyor.
Bu noktada akla şu soru geliyor tabiatıyla:

Peki bu insanlar üzeri kapatılmış bir cinayeti, niye kendi ayaklarıyla gelip “kızımız 10 yıldır kayıp, onu bulun” diye neden yapıyorlar?

Sorunun cevabı da bu olsa gerek; çünkü artık onun maaşını alamama durumları var. 10 yıldır düzenli aldıkları para, bir şekilde kesilecek, bunu önleyebilmek adına “kızımız kayıp” diyerek yaşadığı algısını oluşturmak istiyorlar. Bu sebeple, meseleyi “kayıp kız” çerçevesinde tutmayı denediler ama Müge Anlı yılların birikimiyle olayı deştikçe deşti. Şimdi bizzat kendileri de işin içinden çıkamıyorlar.

Maksadım üçüncü sayfa haberini ballandırarak size nakletmek değil.

En garibi ise şu; bütün bu olan bitenlerin neredeyse tamamı, polis kayıtlarında ve mahkeme tutanaklarında var.

Ve ekranda bizzat katilin genç eşi polisleri tehdit edip, ağır suçlamalarda bulunmasına rağmen, en ufak bir adli soruşturma, tutuklama filan geçirmiyorlar.

Bir sosyal medya paylaşımıyla hayatları karartılan insanların bulunduğu bir toplumda, cinayetten tecavüze kadar bin bir türlü melanetin yaşandığı gün gibi ayan bir vakıanın tüm failleri her gün ekrana ellerini kollarını sallayarak çıkıyorlar!

Eren Erdem isimli siyasetçi sırf Cumhurbaşkanı’nın hoşuna gitmiyor diye aylarca hapis kaldıktan sonra hakimin serbest bırakma kararına rağmen, birkaç saat içinde tekrar tutuklanırken, mafya liderleri “kanlarıyla duş alacağız” deyip elini kolunu sallayarak dolaşabiliyor.

Öğretmenler, hukukçular, akademisyenler…

Hem de binlercesi salt iktidarın hoşuna gitmiyor diye hapislerde çürütülürken, Metro Turizm’in mafyatik katil sahibi elini kolunu sallayarak ülke dışına kaçıyor.

Aslında AKP iktidarı ve Erdoğan’ın bilinçli olarak kurguladığı bir ülke bu.

Toplumun her yanına açılan çukurlara konulan “muska”lar ile milyonlarca hain ilan edilip, toplum “hasımlarımız bizi yok etmek için pusuda” yalanına inandırılıyor bir şekilde.

Organ mafyası onların peşlerinymiş!

Düşünsenize, Palu Ailesi 10 kişi yıllarca bir otomobilde yaşamış. Akıl alır gibi değil.

Sebep ise malum; hasımlarımız peşimizde, sabit bir yerde durmamamız lazım!

Oysa onlar arabada perişan halde yaşarken, damatları satılan 5 evin parasını çatır çatır yemekle meşgul.

Bir gazete abonesi olduğu için hapishanede yıllarca tutulan eğitimli onbinlerin olduğu bir ülkede ekranlarda kendi evlatlarını ispirto içirterek öldüren katiller cirit atıyor. Ve her cümleye “Allah’tan korkuyoruz” şeklinde başlıyorlar.

Mevdudi, Kur’an’a göre 4 terimi açıklarken “Allah” bahsinde insanların ilah yerine koyup tapındığı nesnelere “korku”yu da ekler.

Bir boya firmasının şahane reklamı vardı, bilmem hatırlar mısınız.
şöyle diyordu;

Hayattan rengi alın, geriye ne kalır ki?

Ülkeden eğitimli, vicdanlı, dürüst, aklı olan, düşünen kişileri aldığımızda geriye kalanı görüyoruz Palu Ailesi örneğinde.

İçinden cemaatin, Kürtlerin, muhaliflerin, aydınların, akademisyenlerin çekilip alındığı bir Türkiye karşımızdaki.

Erdoğan’ın Palu’laştırıp Pelikan’lar vasıtasıyla öcülerle yönettiği bir toplumun dip koçanı bunlar.

Aşağıda palu Ailesi’nin karakter ve soy ağacı var. Tek eksiği  işin kökeninin silik olması. Yukarı, saray’a kadar kesintili bir çizgisi var aslında bu soy kütüğünün.

Çok ironik belki ama, bilin bakalım; anne ve babası öldürülen, kendisi ise işkenceden akıl sağlığı bozulan çocuğun ismi nedir?

Recep Tayyip..

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin