Osmanlı sonrası hilafet tartışmaları-5

YORUM | Dr. YÜKSEL ÇAYIROĞLU

Osmanlının yıkılışını müteakip hilafetin fiilî olarak ortadan kalkması, bir yönüyle Müslümanların başsız kalması, İslâm dünyasının paramparça olması, Müslüman ülkelerin yaklaşık yüzde 80’inin sömürgeleştirilmesi, İslâm dünyasının ilmî, siyasi ve iktisadî alanda ciddi bir çözülme ve çöküş sürecine girmesi gibi sebepler bazı Müslümanların gözünde hilafeti iyice kutsallaştırmış ve mevcut problemlerden kurtulma adına ulaşılması gereken ideal bir konuma taşımıştı. Neredeyse bütün İslâm dünyasında, Müslümanların yeniden birlik ve beraberlik tesis edebilmesi, yeniden geçmişteki ihtişamlı günlerine dönebilmesi için hilafet etrafında birleşme zaruri görülüyordu.

İslâm dünyasının halifelik konusunda oldukça duyarlı olduğu bir ortamda Ezher âlimlerinden biri olan Ali Abdürrazık’ın 1925 yılında yayınladığı Usulü’l-hükm isimli kitabındaki hilafetle ilgili görüşleri, Müslümanlar arasında özellikle de Mısır’da büyük fırtınalar kopardı ve ciddi bir sarsıntı meydana getirdi. Kitap yayınlandıktan iki yıl sonra Ömer Rıza Doğrul tarafından İslâmiyet ve Hükümet başlığıyla Türkçe’ye de tercüme edildi.

Ali Abdürrazık, bu kitabında özetle İslâm’ın, siyaset ve yönetimle bir ilgisinin olmadığını, hilafetin Kur’ân ve Sünnet’ten hiçbir mesnedinin bulunmadığını, tamamen aklî ve dünyevî bir mesele olduğunu, Allah Resûlü’nün peygamberliğinin tamamen dinî ve manevî olduğunu, O’nun İslâm devleti kurmak gibi bir amacının olmadığını, yönetim ve siyasetle ilgili meselelerin Efendimiz’in risalet görevleri arasında yer almadığını, Efendimiz’in vefatından sonra hiç kimsenin ne dinî ne de siyasi açıdan O’nun halifesi olamayacağını, Ebu Bekir’in yeni bir devlet kurduğunu, hilafet müessesesinin Müslümanlar açısından kavga ve fitne vesilesine dönüştüğünü iddia etmiştir. Dolayısıyla Ali Abdürrazık’a göre geleneksel hilafet sistemini devam ettirmenin hiçbir dinî gerekçesi bulunmuyordu.

Ali Abdürrazık

O gün için özellikle klasik eğitim almış bir âlim olan Ali Abdürrazık’ın bu görüşleri oldukça radikal ve marjinal bulunmuştu. Kitap, ilmî ve akademik bir üsluptan ziyade gazeteci diliyle kaleme alınmış olsa da dile getirilen iddialar çok ciddi idi. Bu yüzden hacmi küçük bu kitap, büyük tartışmalar doğurmuştu. Ezher uleması başta olmak üzere birçok âlim, Ali Abdürrazık’ın bu görüşlerine sert cevaplar vermekte, reddiyeler yazmakta gecikmediler. Muhammed Bahit, Reşit Rıza, Muhammed Hıdr Hüseyin, Tahir b. Aşur, Mustafa Hilmi, Ziyauddin er-Rayyıs, Muhammed İmara gibi âlimler tarafından telif edilen eserlerde, söz konusu kitapta dile getirilen görüşlere cevaplar verildi.

Verilen tepkiler sadece görüşlerini ilmî usullerle reddetmekle de sınırlı kalmadı; onu, İslâm düşmanı ve Tanrı tanımaz ilan etmeye kadar gitti. İslâm binasını yıkmakla ve nesilleri doğru yoldan saptırmakla suçlandı. Yazarın bu kitabı yazmaktaki maksadının, Osmanlıya saldırmak ve sömürgeci devletlere hizmet etmek olduğu iddia edildi. Nihayetinde Ali Abdürrazık söz konusu görüşlerinin İslâm’a muhalif olduğu gerekçesiyle Ezher’den ihraç edildi, âlimlik sıfatı elinden alındı ve yargı görevine son verildi. Hem Ali Abürrazık’ın görüşleri hem de ona karşı verilen cevaplar, etkisini günümüze kadar devam ettirmiştir.

Muhammed İmara, söz konusu tepkilerin yoğunluk ve şiddetini şu ifadeleriyle anlatmıştır: “Matbaa beldelerimize girdiğinden bu yana basılan hiçbir kitap böylesine bir tartışma, kargaşa, gürültü ve kavga çıkarmamıştır.” (Muhammed İmara, el-İslâm ve Usûlu’l-hukm li Ali Abdurrazık, s. 5) Ali Abdurrazık’a verilen cevapların bir kısmı ilmî usullere dayansa da, diğer bir kısmı oldukça tepkisel, duygusal ve fevri idi.

Ali Abdürrazık, vefat edene kadar (1967) bir daha bu tür tartışmaların içine girmedi. Sonraki yıllarda kendisine iade-i itibar sağlandı. Ali Abdürrazık’ın ömrünün son zamanlarında söz konusu kitabında dile getirdiği görüşlerinden ötürü pişmanlık duyduğu da ifade edilmiştir. 

Onun yazmış olduğu eserin bu ölçüde tepkiyle karşılanmasının tek sebebi, hilafetin aklî, dünyevî ve tarihî bir mesele olduğunu dile getirmesi değildi. Zira Mu’tezile âlimler başta olmak üzere tarihte de bu görüşü savunanlar olmuştu. Bu yüzden kavganın asıl sebebi onun, Allah Resûlü’nün hiçbir şekilde siyasî bir sistem kurmadığı, İslâmiyet’in sadece ruhani bir din olduğu, bu sebeple de siyasi ve idarî meselelere karışmadığı yönündeki iddialarıydı.

Ayrıca yazarın hilafeti reddetme adına saltanat dönemlerinin en kötü örneklerini seçmesi, zalim ve müstebit halifelerin kötü icraatlarının faturasını hilafet kurumuna çıkarması, naslara seçici ve parçacı yaklaşması, ileri sürdüğü tezi desteklemesi adına âyet ve hadisleri kendi anlam ve maksatlarının dışına çıkarması, kendi içinde tenakuzlara düşmesi, Allah Resûlü’nün devlet başkanlığı yaptığını reddetme adına oldukça tekellüflü ve gerçekçi olmayan yorumlara girmesi, Efendimiz’in pek çok idarî, siyasî ve askerî icraatını görmezden gelmesi, kışkırtıcı bir üslûp kullanması, fikirlerini sistematik ve insicam içerisinde sunamaması, maksadını net olarak ortaya koyamaması gibi hususlar da kitabı ilmî açıdan zayıflatmış ve tutarsız hale getirmişti.

İleri sürülen tezlerin doğu olup olmadığını bir yana bırakacak olursak söz konusu kitap, halifelik kurumunun anlamını, din ve devlet ilişkilerinin mahiyetini yeniden tartışmaya imkân tanımıştır. Eserin yayınlanmasını müteakip 25 reddiyenin yazılması da bunu gösterir. Hatta yazarın dile getirdiği görüşler günümüzde bile tartışılmaya devam etmekte, konu etrafında farklı makale, tez ve kitaplar kaleme alınmaktadır.

Hilafetle ilgili kısmen klasik görüşlerin dışına çıkan ve yeni yorumlar yapan diğer bir şahsiyet de Seyyid Bey’dir. O, hilafetin kaldırılması konusunun görüşüldüğü 3 Mart 1924 günü Mecliste hilafetle ilgili önemli bir konuşma yapmış, daha sonra onun bu konuşması Hilafetin Mahiyeti Şer’iyyesi ismiyle bir kitapçık olarak neşredilmiştir. 

Seyyid Bey’in hilafetle ilgili dile getirdiği görüşler hâlâ etkisini sürdürmektedir. Zira o, Kur’ân ve Sünnet’te siyasal bir yönetim biçimi olarak hilafete dair ayrıntılı izahların bulunmamasından yola çıkarak hilafetin dinin aslına ilişkin bir mesele olmadığı sonucuna ulaşır. Ona göre hilafet dinî değil, tamamen dünyevî ve siyasi bir konudur. Bu yüzden Seyyid Bey, sık sık hilafetin “hükümet”ten ibaret olduğunu ifade eder. Dolayısıyla da adil bir siyasi sistemin kurulmasıyla hilafetten beklenen maksat hâsıl olacaktır. 

Seyyid Bey, hilafetin bir vekalet ve velayet akdinden ibaret olması yönüyle millete ait bir iş olduğunu vurgular ve milletin de zamanın gerektirdiği şartlara göre farklı yönetim biçimleri belirleyebileceğini belirtir. Ona göre toplum fertleri sahip oldukları yetki ve sorumluluğu bir kişiye devredebilecekleri gibi, bir heyete de devredebilir. 

Seyyid Bey şu sözleriyle, benimsenen yeni siyasi model olan cumhuriyete meşruiyet kazandırmak istemiştir: “Şer-i Şerif nazarında hilâfetten maksat hükümettir; bir hükûmet-i âdile tesis etmektir. Bizim de bugün mümkün olduğu kadar tesis etmek istediğimiz usûl-i idare meşverettir. Hükümeti meşveret esası üzere tesis etmek istiyoruz ve hatta ettik de. Bu usûl-i idare tahsîn-i İlâhîye (Allah’ın güzel görmesine) mazhar olduğu halde, daha ne istiyoruz. Başımızda heyula gibi bir halife bulundurmanın ne manası var?” (Yıldırım, Hilâfet Tartışmaları, s. 107)

Seyyid Bey de Ali Abdürrazık gibi en temelde hilafet kurumunun şer’i bir dayanağının bulunmadığını ortaya koymaya ve yaşadığı dönemin şartlarında artık bu kurumu devam ettirmenin mümkün olmadığını ifade etmeye çalışmıştır. Her ikisi de bu fikirlerini hemen hemen aynı yıllarda dile getirmişlerdir. Fakat Seyyid Bey’e kayda değer bir itiraz yapılmamış, tepki gösterilmemiştir. Hatta onu savunanların sayısı itiraz edenlerden daha fazla olmuştur.

Muhtemelen bunun önemli bir sebebi, bu iki yazarın konuyu ele alış şekilleridir. Ali Abdürrazık’ın aksine Seyyid Bey, siyaseti İslâm dininin bir parçası olarak görmüş ve İslâm’ın bu alanla ilgili düzenlemeleri üzerinde durmuştur. Aynı şekilde ona göre Allah Resûlü’nün tek vazifesi sadece manevî ve ruhanî alana münhasır değildir. Bilakis O, yönetim işini bizzat üstlenmiş ve şer’i hükümleri tatbik etmiştir. Öte yandan Seyyid Bey, doğrudan hilafet kurumunu hedef almamış, dört halife dönemiyle sonrasını titizlikle birbirinden ayırmıştır. Onun hilafetin hukukî mahiyetine, halifenin seçim şekline ve taşıması gereken şartlara yönelik açıklamaları da fıkıh ve kelam kitaplarında zikredilen görüşlerin tekrarı niteliğindeydi. İşte bu sebepledir ki Seyyid Bey’e yönelik eleştirilerin miktarı ve dozu çok daha düşük seviyede kalmıştır.

İslâm dünyasında modern-ulus devletlerin ortaya çıkması, Batının hilafet aleyhindeki tavrı, seküler kültürün hâkim olmaya başlaması, çoğulculuğun bir realite olarak kendini dayatması gibi sebeplerle daha sonraki yıllarda hilafet meselesi Müslümanların gündemindeki ağırlıklı yerini kaybetti. Fakat o, bazı siyasal İslâmcıların ve radikal İslâmî grupların söylem ve hedeflerinde yer almaya ve ilim mahfillerinde tartışılmaya devam etti.

Görünen o ki halifelikle ilgili ihtilaf ve tartışmalar Hz. Ebu Bekir’in seçimiyle başlamış ve günümüze kadar da varlığını devam ettirmiştir. Şia ve Haricilerin Ehl-i Sünnet çizgisinden ayrılmaları, Müslümanlar arasında Kerbela ve Harre hâdiseleri gibi büyük trajedilerin yaşanması, halife olacak kişinin tayini yüzünden ortaya çıkan kanlı savaşlar bir yönüyle hep halifelik etrafında meydana gelmiştir. Fakat bazılarının iddia ettiği üzere bütün bunların sebebi hilafet meselesi değil, güç ve iktidar mücadelesidir. Bir yönüyle iktidar ve siyasetin tabiatında ihtilaf ve kavganın var olduğu söylenebilir. Zira daha başka sistem ve yönetimlerde de benzer olaylar yaşanmıştır.

Bununla birlikte ömrünün kısa olması dolayısıyla kamil hilafetin yeterince kurumsallaşamaması da bu konuda çok fazla ihtilafın ortaya çıkmasına zemin hazırlamıştır. Zira daha önce de işaret edildiği üzere Emevîlerle birlikte ortaya çıkan yönetim anlayışı hilafet olarak isimlendirilmeye devam etse de büyük oranda saltanat sistemi başlamıştır. Dolayısıyla hilafet etrafında dile getirilen çoğu görüş teoriden öteye geçememiş ve kurumsallaşma imkânı bulamamıştır. Halifenin göreve geliş şekli, azil sebepleri, vazifeleri, yönetim şekli, iktidarının sınırları, istişare usulü, siyasal katılım ve muhalefetin şekli gibi pek çok mesele hakkında yasal düzenlemeler yapılamamış, sonraki dönemler için örnek uygulamalar ortaya konulamamıştır.

Bir sonraki yazımızda bugünün dünyasında hilafetin ne anlam ifade ettiğini, hilafetin ne ölçüde mümkün olup olmadığını ele almaya çalışacağız. 

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

1 YORUM

  1. Abi selamun aleyküm. Hayırlı akşamlar. Konuyu çok uzatmadan izah etmek istiyorum. 13 aydır fiziksel ve yönetsel şartlar açısından sıkıntılı bir kampta kalıyoruz. Henüz dünyaya gelmiş bir evladımız yok, hanımefendi 3 aylık hamile. Arama, Khk, banka vs sıkıntılara rağmen ret aldık. Retli ler Almanyada şu anda ciddi sıkıntılı durumdalar. Oturum alana kadar 2.sınıf hatta belki daha aşağı mülteci olarak görülüyoruz. Normalde kanunen 9.aydan sonra çalışma izni alma hakkımız var. Ama iş yeri uzak, bu ücret yetersiz gibi gerekçelerle bu hak bize kullandırılmıyor.
    Bugüne kadar vergi ödeyen insanlara kul hakkı geçer endişesi ile kayıtsız çalışmayı düşünmedim. Fakat kamp şartları baskı oluşturuyor bazen ve hakkımız olan izni vermedikleri düşüncesiyle acaba kağıt sız şekilde çalışsam mı diye düşünüyorum. Nasip olursa 6 ay sonra çocuğumuz dünyaya gelecek. Fakat diğer bir sıkıntı 18 ayı doldurunca kamptan çıkma hakkımız olmasına rağmen çocuk doğumuna yakın zamanda çıkarmıyorlar. Çocuğun doğumunu bekletiyor ve sonrasında da 40ı çıkana kadar ya da ortalama 2 ay daha tutuyorlar. Senaryo böyle olursa bizim kamp süremiz normalde 5 ay sonra sona ererken yaklaşık ekstra 3 ay daha kalmamız gerekecek gibi duruyor. Bu şartlarda kayıtsız çalışmanın hükmü nedir, ne yapmalıyım, nasıl düşünmeliyiz, lütfen yardımcı olur musunuz.

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin