Omurgasız salyangozların muhaberat rejimi

Akıllı devletler ihtiyaç duydukları bilgileri sıkı kurallarla sınırladıkları, sağlam denetim mekanizmaları ile kontrol altında tuttukları işinin ehli istihbarat örgütleri aracılığıyla temin ederler. Devlet olmayı eline yüzüne bulaştırmış ya da yönetimini şu ya da bu şekilde devraldıkları devleti yoldan çıkarmış paçoz kadrolar ise tepelerine çıkardıkları istihbarat örgütlerinin oyuncağı haline gelirler. Ortadoğu diktatörlüklerinde sıklıkla rastlanıldığı gibi, vatandaşlarından başka kimseye korku salamayan muhaberat devletine dönüşmüş kof rejimler, devasa zaaflarının aksine, güçlü rejim algısı oluşturma kabiliyetini kendi vatandaşlarının hayatlarını zehir etmekle doğru orantılı görürler.

ERİLE DİŞİ, DİŞİYE ERİL BİR KARAKTER

Dışarıdaki güçlere karşı zoraki bir güvercinlikle alabildiğine ezik ve edilgen, kendi vatandaşlarına karşı ceberut ve yırtıcı bir şahin gibi hareket eden bu tür yönetimlerin asıl baskın karakterleri ise ne güvercindir, ne de şahin. Onların, Janus gibi ikiyüzlü şizofrenik karakterleriyle en fazla benzeştikleri canlı türü salyangozdur aslında. Şair ve yazar Cemal Süreya bir kitabında müstebit karakteri ile öne çıkan Sezar’ı, hakkında bazı bilimsel yazılar okuduğu salyangozlara benzetir. Hakikaten de, salyangozlar türlerinin bütün erillerinin dişisi, bütün dişilerinin ise erkeği gibi hareket ederlermiş. Bu ilginç ve ilginç olduğu kadar da yerinde benzetme, sizce bugün Türkiye’yi görülmedik bir despotlukla yönetenlerin tarzına da fazlasıyla uymuyor mu?

Despot Erdoğan ve peşine taktığı siyasal İslamcı yoz güruhun belki de en baskın karakteri, erillik hormonlarının yerli yersiz baskın çıktığı zamanlarda horozlanarak önlerine çıkan herkese ağızlar dolusu tükürmek oldu. Azıcık zoru gördüklerinde ise, salyangoz fıtratlı bu omurgasız zevatın yaptıkları, türlü mazeretlerle bezedikleri maharetli kıvırmalarla bu yapmacık erilliklerinden vazgeçmekten ve dün ağızlar dolusu tükürdüklerini bugün afiyetle yalamaktan ibaret kaldı.

EFELENMENİN YERİNİ ALAN EFEMİNE YALTAKÇILIK…

spot erd

Çok kötü bir senaryo ve koreografiyle sahnelenen ama tribünlere oldukça başarılı bir PR stratejisiyle pazarlanan “One Minute” şovu ile Türkiye’yi taammüden ekseninden çıkarmak amacıyla kurgulanan Mavi Marmara krizi, takip eden günlerde bir huy haline getirecekleri tükürdüğünü afiyetle yalama pespayeliğinin ilk örneklerini teşkil etti. Tiksindirici bu davranış biçimi, medyasından trollerine, siyasetçisinden bürokratına varıncaya kadar sabah akşam koro halinde küfrettikleri ABD ile olan eziklerin eziği kompleksli ilişkilerinde de hep görülegeldi.

Yüksek perdeden heyheylenmeyi sadece birkaç ay içerisinde takip eden evzinmelerin ve kanırta kanırta özürlerin izleyerek şahikaya çıkardığı en eşsiz örneği ise, angajman kurallarını ihlal ettiği gerekçesiyle bir Rus savaş uçağının düşürülmesinin ardından yaşananlar oluşturdu. Olayı takip eden günlerde paylaşılamayan bir kahramanlık destanı gibi sahiplenilen uçak düşürme, Rusya’nın azıcık diş göstermesi üzerine sessiz sedasız cami avlusuna terk edilmiş gayr-i meşru bebek muamelesine tabi tutuldu. Kof kahramanlık söylemlerinin yerini “ben yapmadım, o yaptı” kepazelikleri, havada uçuşan tehditlerin ve efelenmelerin yerini ise efemine bir yaltaklanma aldı. En nihayet Rusya karşısındaki bu eziklenme, Türkiye’nin yüzlerce yıllık Batı yönelimini tersine çevirecek kontrolsüz bir savrulmaya kadar vardı.

DIŞARIDA SÜRTÜLDÜKÇE İÇERİDE BÜYÜYEN BURNUYLA…

spot erd1Neyse konumuz dış politika değil. Konumuz salyangoz karakterli, Dr. Jekyll ve Ms. Hyde misali bir karakter bozukluğundan muzdarip Sezar fıtratlı Erdoğan rejiminin kendi vatandaşlarının anasından emdiği sütü burnundan getiren despotluğu. Erdoğan rejiminin dışarıda sürtüldükçe içeride daha da büyüyen burnu, büyüklenme, kibir ve zalimlik… Malum olduğu üzere aklı başındaki her ülke, tüm imkânları gibi istihbaratlarını da  kendi vatandaşlarının huzuru, güveni ve refahı için seferber eder. Erdoğan rejimi ise, tam tersine, tarih boyunca lanetle anılmış tüm dikta rejimlerinin yaptığı gibi istihbaratın tüm imkânlarını kendi vatandaşlarına karşı seferber etmiş durumda. Sadece babasının çiftliği gibi keyfince evirip çevirdiği, altını üstüne getirdiği ülkede değil, yurtdışında bile…

Kendi halkını hedefe koyan devasa istihbarat ağıyla yetinmeyen Erdoğan da, bir zamanlar Sovyetlerde, Mısır’ın muhaberat devletinde, Baasçı Suriye’de ve Saddam Hüseyin rejiminde vesaire olduğu gibi, insanların birbirine olan asgari güvenini tarumar eden, vatandaşın vatandaşı jurnallediği ahlak yoksunu bir hafiyelik düzenini çoktan kurdu. Adeta bir terör devleti haline getirdiği Türkiye’yi güvensizlik ve endişenin kol gezdiği bir korku imparatorluğuna dönüştürdü.

Türkiye Cumhuriyeti’ni Ortadoğu’da örneklerine sıklıkla rastlanan, ailesi ve dar çevresinin keyfine göre hareket eden tipik bir polis ve muhaberat aygıtına çeviren Erdoğan’ın hanedanvari iktidarının devamından başka bir derdi ve amacı da kalmadı doğrusu. Erdoğan bu amacını sadece devletin müesses nizamını, anayasal ve yasal kurum ve kuruluşlarını işletmekle gerçekleştiremeyeceğinin elbette farkında. Bu yüzden, keskin bir fanatizmle kendisine bağladığı militanlaşmış kitlelere ve yandaş bürokratik çetelere bu konuda bel bağlamaktadır.

KARDEŞİN KARDEŞİ, BABANIN OĞLU JURNALLEDİĞİ BİR DÜZEN…

Erdoğan, bugün, II. Abdülhamit örneğinde olduğu gibi kişisel paranoyası arttıkça topluma yaydığı korkuyu daha da artıran jenerik istibdat rejimlerinin izlediği yolu izlemektedir. Kontrolündeki medya imkânlarını, devletin ödüllendirici ya da cezalandırıcı araçlarını sonuna kadar istismar ederek kendisine bağladığı kitleleri araçsallaştırmak suretiyle hafiyeliğin, casusluğun, jurnalin, ihbarın ve iftiranın kol gezdiği bir terör ve dehşet devleti kurmuş durumda.

Korkulan artık sadece, polisten ziyade milisi, ordudan ziyade saray muhafızını andıran devletin silahlı unsurlarının pervasızca giriştikleri zulümler, yargısız infazlar, hak ve özgürlük ihlalleri ve hukuksuzluklardan ibaret değil. Asıl korkulan ve kitleleri terörize eden şey kardeşin kardeşi, babanın oğlu, çocukların anne-babalarını, akrabaların ve arkadaşların birbirlerini jurnallediği bir ahlaksızlık düzeninin kurulmuş olması. Kesintisiz propaganda faaliyetleriyle mankurtlaştırdığı yandaşlarını yeri geldiğinde birer muhbir, yeri geldiğinde itirafçı kılığında birer müfteri, yeri geldiğinde en yakınlarını bile jurnalleyecek kadar kendinden geçmiş birer robot, yeri geldiğinde ise birlikte aynı safta durduklarını fişleyecek kadar ahlaktan soyunmuş hafiyeler ve casuslar haline getiren Erdoğan’ın ülkeye ve millete verdiği zarar artık telafisi imkânsız bir noktaya doğru ilerliyor.

YURTİÇİNDE CÜBBELİ HAFİYE, YURTDIŞINDA TAKKELİ CASUS

Bakanların, belediye başkanlarının ihbarcı ve iftiracı trollere dönüştüğü, muhtarların kendi mahallelilerine tehdit oluşturduğu, polis ve istihbaratın en azılı teröristler yerine toplumun en hayırsever ve barışçıl insanlarının peşine düşüp toplumda huzur ve barışı bozduğu, imamların yurtiçinde cübbeli hafiye ve muhbirlere, yurtdışında takkeli ajan ve casuslara dönüşerek kendi vatandaşlarını fişlemeye ve ihbara koyulduğu bir ortamda güven ve huzurdan bahsetmenin imkânı kalır mı hiç? Yandaşlarını fanatizmle biledikçe bileyen Erdoğan, hedefe koyduğu toplumsal kesimlere karşı esnaftan, manavdan, bakkaldan, kasaptan, işçiden, memurdan, emekliden oluşan bir yandaş muhbirler ağını çoktan kurmuş durumda.

Dış tehditlere karşı acizliğinin ayyuka çıktığı, ülkede fink atan terör örgütlerinin şehirleri her gün kana ve ölüme boğduğu bir ortamda anlı şanlı istihbaratımız yurt içinde ve dışında eğitimci, gazeteci, akademisyen, aydın ve işadamı peşinde koşturuyor. Yer yer adi çeteler gibi başka ülkelerde insan kaçırıyor ya da yönlendirme kabiliyetine sahip olduğu terör örgütlerine kendi vatandaşlarını infaz ettirmenin zeminini hazırlıyor.

Peki, tüm bunların sonucu ne olur dersiniz? İstihbaratı cadı avına, teröre ve suça, imamları casusluğa ve muhbirliğe, vatandaşı hafiyeliğe ve jurnale teşvik eden bu despotik ahlaksızlığın çok büyük haksızlıklara, hukuksuzluklara ve zulümlere yol açtığı ortada. Ama şundan kesinlikle emin olmak lazım ki, bu iş asla burada kalmaz. 1979 sonrası devrim ve rejim ihracı için yapmadığını bırakmayan İran rejiminin başına geldiği gibi Erdoğan rejiminin de yurtdışında görevlendirdiği herkesin ajan ve casus olarak görülmesi noktasına hızla gelinebilir. O noktaya varıldığında ise ne diplomatik dokunulmazlıklar işe yarar, ne de zırh ve kamuflaj olarak arkasına saklanılan imamlık, din adamlığı ya da gazetecilik.

BİLEĞİNİ BÜKEMEDİKLERİNİN AYAĞINA KAPANAN OMURGASIZLIK…

Bir zamanlar, Sovyetler Birliği (SSCB) de bütün gücünü “istihbarat” adı altında ajanlığa, casusluğa ve jurnalciliğe teksif etmişti. KGB sadece yurtdışında 90 bin kişilik bir ajan kadrosu görevlendirmiş, bunlara destek olacak bir de 400 bin kişilik bir memur kadrosu oluşturmuştu. Bunlar yetmezmiş gibi SSCB sınırları içerisinde yüz binlerce istihbaratçıyı seferber etmiş ve onun üstüne herkesinin herkesi jurnallediği bir muhbirlik ve jurnal sistemi oluşturmuştu. Herkesi ve her şeyi paranoyakça kontrol etme çabası nihayet toplumu iyice terörize etmeye başlamış ve belki de bu Sovyetlerin yıkılmasındaki en önemli faktörlerden biri olmuştu.

Sovyetler Birliği, en azından içeride olduğu kadar dışarıda hedefe koyduklarına karşı da diş gıcırdatabiliyordu. Ellerine geçirdiklerinin üzerinde ahlaksızca tepinen, bileğini bükemediklerinin ise değil ellerine ayaklarına kapanan salyangoz omurgasızlığı ise her türlü ahlaktan azade siyasal İslamcı despotlara nasip oldu.

spot erd2

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin