Nefret bahçesinde açan şefkat gülleri

YORUM | REŞİT HAYLAMAZ 

Öteden beri dilimize pelesenk bir söz var: “Öyle bir hayat yaşa ki seni öldürmeye gelenler sende hayat bulsun!”

Doğru!

Ancak bu doğrunun hayatımızda herhangi bir karşılığı yoksa, oturup ciddi ciddi düşünmemiz gerekiyor.

Neden mi?

Çünkü başta Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) öyle yaşadı; istisnasız, yaşatmaktı O’nun (sallallahu aleyhi ve sellem) ideali.

BU YAZIYI YOUTUBE’TA İZLEYEBİLİRSİNİZ ⤵️

Rehberimiz O (sallallahu aleyhi ve sellem) ise şüphesiz düsturumuz da bu olmalı.

Tarihin kaydettiği belli başlı suikastlar var; sistemli ve planlı bir şekilde Allah’ın Resûlü’nü öldürmeyi düşünmüşler. Üstelik, yanına kadar da sokulmuşlar ve hedeflerine ulaşmaya ramak kalmış.

Peki, sonuç?

Bugüne kadar görebildiğim sekiz hadisenin sekizinin finali de aynı; öldürmeye gelenler O’nda (sallallahu aleyhi ve sellem) hayat bulmuş!

Umeyr İbn-i Vehb’den Dü’sur İbn-i Hâris’e, Ebû Süfyân’ın gönderdiği ama adını bile bilemediğimiz bedeviden Zeyneb Bint-i Hâris’e ve Fedâle İbn-i Umeyr’den Nudayr İbn-i Hâris’e kadar O’nu (sallallahu aleyhi ve sellem) öldürmeyi kimler düşünmemiş ki!

O’nun (sallallahu aleyhi ve sellem) ölümüne ferman kesenler sadece Mekke müşriklerinden ibaret değil; Medîne’deki bir kısım münafıklar da bu sevdaya kapılmış, boylarını aşkın işlere girişmişler!   

Üstelik, oturmuş ve kurgulamışlar; hangi yüzle ve nasıl bir sebeple huzura çıkacaklarını konuşmuş, yardım ve yataklık yapacaklarla son hamleyi kimin yapacağına varıncaya kadar bütün detayları planlamışlar.

Bunlardan birisi de Şeybe İbn-i Osmân.

Babası Osmân İbn-i Ebî Talha’yı Uhud’da bırakıp da eli boş dönenlerden.

Doğal olarak, başta Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) olmak üzere Ashâb-ı Kirâm’ın bütününe karşı kin ve nefret dolu.

Aylar, yıllar geçse de içindeki bu tepkiyi bir türlü teskin edememiş.

Kabullenememiş.

Öyle bir ruh haleti var ki yüreğine su serpecek tek şey, intikam!

Her şeyin müsebbibi olarak gördüğü Allah’ın Resûlü’nü (sallallahu aleyhi ve sellem) öldürmeyi kafasına koymuş!

Bunun için beş yıl boyunca fırsat kollamış, çok çırpınmış ama bir türlü emeline ulaşamamış.

Bitip tükenme bilmeyen bir kin ve nefretle dolu olduğu günlerin birisinde Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) memleketine gelmiş gelmesine ama gel gör ki birçok arkadaşı gibi o da bu gelişten hiç hoşnut olmamış. Göz göre göre böyle bir yenilgiyi hazmedememiş ama dünkü dengeler değiştiği için yapabileceği pek bir şey de yok!

Duygularını bastırarak bunu da kabullenmeye çalışmış; ne var ki ağzını bıçak açmıyor!

Şefkat Güneşi’nin Mekke’ye doğuşuyla birlikte ışığa koşuş başlamış olsa da hiç oralı olmamış, o gün; üstelik, “Araplar veya başkalarından Muhammed’e tâbi olmayan hiç kimse kalmasa bile ben gidip O’na asla teslim olmam!” diyor.  

Bu sırada Huneyn’in patlak vermesi, ümidini yeşertmiş, gözlerinin içini güldürmüş; ‘Mekkeliler savaş bilmeyen insanlar; ben O’na gösteririm!’ diyerek durumdan vazife çıkaran Hevâzin’in toy kumandanı Mâlik İbn-i Avf, çoluk çocuk dahil orduyu toplamış geliyor!

Bundan daha güzel bir fırsat olabilir mi?

Aldığı haberle birlikte hayal dünyasında yeni bir ışık belirmiş; yıllardır beklediği sonuca çok yaklaştığını düşünerek sinsice hareket etmiş!

Zira, son şans olarak görmüş, Huneyn’i ve henüz Müslüman olmadığı halde Huneyn’e katılan 2.000 civarındaki insan arasına o da dahil olmuş. Bunların bir kısmı, Huneyn’deki sonuca göre hareket edeceklerini düşünürken diğer bir kısmı, ‘Nasıl olsa girdiği her savaşı kazanıyor; biz de O’nunla birlikte gidelim ki zafer sonrası ganimetten hissemizi alırız!’ diye düşünenler. Osmân İbn-i Şeybe ve emsalinin niyetinde ise fırsat bulduklarında kan içmek, intikam almak var.

Niyetlerini gizlemiş, en önde ve şen-şakrak gidiyorlar! Dolayısıyla Vâdi’deki tuzağa ilk muhatap olanlar da bunlar.

Ne var ki işlerin sapa sardığı yerde sebat öyle kolay değil; dört bir koldan üzerlerine gelen mızrak ve ok yağmuru karşısında darmadağın olmuş ve arkalarından gelen orduyu da panikletmişler!

Çünkü, bidayeti itibariyle Huneyn, âdeta bir can pazarı!

Bu gidişi o gün, ‘bitiş’ olarak yorumlayanlar, bugüne kadar devam edegelen sihrin bozulduğunu söyleyip söz konusu dağılmanın önünün alınamayacağını seslendirenler bile var, Huneyn’de.

Bakış açıları ufuklarını daraltmış ve aralarında, ümitlerin tükenme kertesine geldiği yerde, “Ben Peygamberim; bunda yalan yok!” deyip sebat gösteren bir Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) var olduğunu görememiş, bilememişler! 

İşte herkesin can derdine düştüğü bu hengameyi değerlendirmek isteyen Şeybe İbn-i Osmân, fırsatı ganimet bilerek Uhud’dan bu yana hedef haline getirdiği Resûlullah’ın (sallallahu aleyhi ve sellem) yanına sokulmak istemiş. Ancak yaklaşmak istediği tarafta amcası Hazreti Abbâs (radıyallahu anh) ile karşılaşmış ve onu aşıp da hedefine ulaşamayacağını düşünerek yönünü değiştirmek istemiş. Olacak ya burada da Allah Resûlü’nün (sallallahu aleyhi ve sellem) bir diğer amcası Hâris’in (radıyallahu anh) oğlu Ebû Süfyân var!

Bu yolun da kapalı olduğunu düşünerek çaresiz geri çekilmiş.

Vazgeçmemiş ve gerilere gitmiş; ortamı müsait bulunca da hiç ses çıkarmadan usulca yaklaşmış!

Önünde herhangi bir engel yok ve içine su serpecek bir neticeye ulaşmak üzere!

Hiç toz kaldırmadan hemen arkasına kadar gelmiş!

Sırada son hamle var; kabzasını sıkıca tuttuğu kılıcını kınından sıyırıp kaldırmış ki “Şeyb! Yerinde kal!” cümlesiyle irkilmiş!

Önce bir anlam verememiş ama kendisini görmediği halde adını bile söyleyerek hitap ediyor olması, şok etmiş, Şeybe İbn-i Osmân’ı; hem de samimiyet ifade eden bir kısaltmayla!

Hele, bunu söylerken sesine yansıyan şefkat, merhamet ve kucaklayıcılık?

Ses tonuna yansıyan kadife yumuşaklığı ve duruşundaki temkinden anlaşılan, niyetinin de anlaşıldığını gösteriyor ki bunu, “Sakın ha!” dercesine bir tonla ifade ediyor!

Saniyeler içine bir ömrü sığdırmışçasına sıkışmış, Şeybe İbn-i Osmân; bu arada, sanki bir şimşek çakmış da başından aşağıya yıldırım düşmüş gibi bir ağırlık hissetmiş.

Hiç alışık olmadığı bu durum karşısında içini tarifi imkânsız bir korku kaplamış; can derdine düşmüş ve endişeyle titremeye başlamış!

Çünkü anlamış ve görmüş ki hayatına kastettiği insan, bilmediği bir güç tarafından korunuyor!

Bu sırada şefkat dolu ve kucaklayan bir yüzle dönmüş, Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem); “Ey Şeybe! Yaklaş!” demiş, ona. Bir taraftan da “Allah’ım! Bundan Şeytân’ı uzaklaştır!” diye dua etmiş.  

İsterseniz, bundan sonrasını kendi ağzından dinleyelim:

“Sonra bana döndü ve yüz yüze, göz göze geldik. Benim için o bakış, her şeyi değiştiren bir bakıştı! Halbuki, o âna kadar yeryüzünde en nefret ettiğim insan O idi; ancak o andan itibaren benim için O (sallallahu aleyhi ve sellem), yeryüzündeki en sevgiliydi!

Sonra bir adım daha yaklaştı ve elini göğsüme koydu; “Haydi, git ve savaş!” diyordu. O âna kadar O’nu öldürebilmek için can atan ben, o dakikadan itibaren O’nu (sallallahu aleyhi ve sellem) müdafaa adına savaştım!”

Evet, ölümden başka düşüncesi olmayan bir can daha hayat bulmuştu; üstelik, öldürmek için fırsat kolladığı baş düşmanını korumak için canını feda edercesine kendini cepheye atan bir can!

O günden sonra bambaşka bir insan olmuştu, Şeybe İbn-i Osmân (radıyallahu anh).

Bir de iltifatı vardı, Allah Resûlü’nün (sallallahu aleyhi ve sellem); yeniden Mekke’ye döndüğünde, amca oğlu Osmân İbn-i Talha ile birlikte ona Kâbe’nin anahtarlarını verdi. Zira o güne kadar bu anahtarlar, dedeleri Ebû Talha’nın uhdesindeydi. Verirken de “Ebû Talha’nın oğulları!” diyordu. “Bunu, Kıyâmet’e kadar ve ilelebet, bir daha sizden alınmamak şartıyla alın; şüphe yok ki bunu sizden alan, ancak zâlimdir!”

Demek ki, oluyormuş!

Demek ki, olur olmaz yerde şiddetle inancımıza zift saçmak değilmiş, vazifemiz; Rehber-i Ekmel’imizin (sallallahu aleyhi ve sellem) yaptığı gibi kin ve nefret bahçelerini bile şefkat ve merhamet gülleriyle bezemektir, işimiz!

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin