Neden mülkiyet hakkı?

YORUM | Prof. Dr. MEHMET EFE ÇAMAN

Sermaye birikimine dayalı bir sistem olan kapitalizm, 1991’de Sovyetler Birliği’nin (SSCB) yıkılmasından sonra esli Doğu Bloğu ülkelerinde de benimsendi. Böylece dünya kabaca küresel bir piyasa halini aldı. Aralarında rejim farklılıkları olmasına karşın günümüzde sayıları iki yüze yaklaşmış bulunan teritoryal ulus devletler birkaç istisnayı hariç tutarsak küresel piyasa ekonomisi katılımcılarıdır. Bunların da çok büyük bir bölümü teknik olarak kapitalizm felsefesine göre işleyen ekonomik sistemlere sahiptir. Bu yazıda, mülkiyet hakkının neden temel birey hakları arasında çok merkezi önemde bir hak olduğu konusunu incelemek istiyorum. Çünkü biliyorsunuz, bugün Türkiye rejimi mülkiyet hakları konusunda keyfi uygulamalarda bulunuyor. Bu konuyu kuramsal olarak izah etmek çok önemli kanısındayım. Evet, kapitalizm ve devlet arasında çok ciddi bir ilişki var. 

Kapitalizm konusunda bir şeyler yazmaya başlamadan önce sorulması gereken, hangi kapitalizm sorusudur. Bu soru bizi ister istemez piyasa ve devlet arası bir evrene ışınlar. Herkesin bildiği, kapitalizmin “piyasa ekonomisi” olduğudur. Daha doğrusu kapitalizmin en önemli koşullarından biri diyelim biz buna isterseniz. Diğer koşul, mülkiyet hakkıdır. Her iki koşul da devletle ilintilidir. Yani politik sistem konusudur. Bu nedenle ekonomi alanıyla siyaset (veya politika) bilimi, bu tür analizleri el ele, birlikte yapmak durumundadırlar. Devletin rolünü göz ardı ederek ekonomiyi anlayamayız. Şimdi bazıları yanlış anlayıp, klasik-liberal ya da neo-liberal ekonomi modellerinde devlet müdahalesinin olmadığını bir itiraz gerekçesi olarak öne sürecektir. Hem haklıdırlar, hem haksız. Dedim ya, en başında sorulması gereken, hangi kapitalizm sorusudur. 

Mülkiyet hakkı, Ortaçağ’dan Yeniçağ’a geçişle beraber Avrupa kıtasının Hristiyan toplumlarında büyük ölçüde netlik kazandırılmış bir konuydu. Bu konunun netlik kazanmasında en önemli aşamalardan birisi Kilise kontrolünden bağımsız teritoryal ulus devletlerin ortaya çıkışı ise, diğeri gücü sınırlanan yürütmedir. İster monarşik isterse cumhuriyet tipi olsun, modern zamanlarda ekonomi ve politikayı en çok ilgilendiren olgu, mutlak gücü olan tanrısal devletin yerine, gücü anayasa ve yasalarla sınırlanmış, ayakları yere (bu dünyaya!) basan dünyevi seküler devletlerin geçmesidir. Bu güçsüzleştirilmiş (gücü sınırlandırılmış) iktidar, bireyin otonomisi prensibine dayanmaktaydı. Ne demektir bireyin otonomisi? Öncelikle birey, liberal ekonomi ve siyaset felsefesinin merkezindedir. Bireyin doğumla otomatikman gelen birtakım vazgeçilmez hakları vardır. Kime karşı kendisini korumak içindir bu haklar? Ceberut (gücü sınırlandırılmamış) devlete karşı kendisini korumak içindir. Demek ki, sınırlı iktidar ve bireyin otonomisi (devletten bağımsız oluşu) liberal felsefeye dayanmaktadır. Bu birey otonomisi, birey haklarıyla elde edildi – bu tarihsel bir gerçek. Bu haklar arasında en önemli, en temel hakların başında mülkiyet hakkı gelir. Mülkiyet – bir “şeye” sahip olmak – bireyi devlet karşısında güçlü kılar. Toprağa, eve, paraya, üretim araçlarına sahip birey için en büyük tehlike anarşiden kaynaklanacak talandan ziyade, aşırı güçlü bir devletin el koymasıdır. Çünkü anarşik bir ortamda resmi olarak değil, fiili olarak el koyma vardır. Tabiatıyla birey kendi özel mülkünü savunma olanağına da sahiptir. Oysa ceberut bir devletin mülke el koyuşu çok daha asimetrik bir güce dayanır. Devletin kolluk güçleri vardır. Yasayı olduğu kadar keyfi uygulamaları da zor kullanarak uygulama olanağı vardır. 

Kapitalizm böyle doğmuştur. Monark tarafından tebaaya (kullarına) bahşedilen (lütuf olan, ikram edilen) mal veya mülk gibi değildir. Osmanlı’da sermaye birikiminin olmamasının nedenlerinden biri bu ilişkinin kurulamamış olmasıdır. Osmanlı’da mal ve mülk monark (padişah) tarafından bahşedilir. Lütuf olan bu mal-mülke devlet (monark!) istediği zaman el koyabilir. Monarkı el koymaktan alıkoyabilecek bir yasal veya yargısal zorlayıcılık yoktur. 

Kapitalizmin temel dinamiği olan piyasa ve mülkiyet bu ortamda doğdu. Devlet, mülkiyet hakkını tanıdı, piyasanın işleyişine de müdahil olmadı. Kapitalizm bu nedenle otonom bir birey geliştirdi. Onu toplumun bir “ünitesi” olmaktan çıkardı. Toplumun “âli çıkarları için feda edilebilecek” bir tebaa (kul) pozisyonundan, kendisi evrenin merkezinde olan, devlete karşı kendi hakları olan, bağımsız bir modern vatandaş ortaya çıktı. İşte örneğin Marksiyan sosyalistlerin anlamadığı noktalardan biri, onların “burjuva demokrasisi” diye adlandırdıkları modern liberal demokrasilerde birey hakları arasında neden mülkiyet hakkının merkezi bir yerde olduğu konusudur. Mülkiyet hakkı olmadan bireyin otonom olması için gerekli olan asgari koşullar sağlanamıyor. Ekonomik olarak devlete bağımlı olan insanlar, bireyleşemez. Çünkü devlet modern piyasa ekonomisi öncesi dönemlerde en önemli işverenlerden biriydi. Devletten kast ettiğim burada Katolik Kilisesi, imparatorluklar veya krallıklar, küçük prenslikler, şehir devletler, vs. olabilir. Çoğunlukla Ortaçağ Avrupa’sında aynı anda bir bölgede birkaç “devletlû otorite” vardı. Mesela İtalyan şehir devletlerinde bir kasaba halkı aynı anda hem Katolik Kilisesine, hem de yerel prense vergi veriyordu. Bu yetkileri kısıtlanmamış iktidarların egemenliği altında, asiller haricinde kalan tüm halk tebaaydı. Hakları yok denecek kadar azdı. Dahası, birikimlerinin ve ekonomik varlıklarının kalıcılığı yoktu. 1648 Westfalya Anlaşması sonrası Katolik Kilisesi politika sahnesinden (şeklî olarak) çekildi. Sınırları içerisinde egemen olan merkezi tek bir otorite şeklinde örgütlenen birçok devlet doğdu. Bu devletler, 1789 Fransız İhtilali sonrasında teritoryal devleti teritoryal ulus devlete dönüştürdü. Bu büyük dönüşümler olurken, siyasi iktidarın (ister kral veya prens, isterse seçilmiş diktatörler olsun!) gücü sınırlandı. Bu, aniden veya tek hamlede olabilirken, bazı örneklerde kademeli bir geçiş sürecinde gerçekleşti. 

Sonuca yaklaştık…

Artık birey otonomdu. Bireyin mülkiyet hakkı, bireylerin ekonomik aktivitelerini hızlandırmış, arttırmış, ağ örgütlenmesini yoğunlaştırmış, yerel ve ulusal pazarları bütünleştirmiş, hatta sınır aşan ekonomik faaliyetlere ivme katmıştı. Bu, sermaye birikimini hızlandırdı. Korsanlar, legalleşerek tüccar oldular ve dünyanın diğer bölgelerinden zenginlikleri kendi sermaye birikimleri için kullanmaya başladılar. Kolonileşme başladı. Türkçede genellikle “sömürgecilik” denen kolonileşme, esasında merkezden periferiye insanların geçici-kalıcı olarak yaşamak üzere göç etmesiydi. Yaşanan hak ihlalleri vs. konuları aklamak için değil – ama esasında bir devletin diğer bölgelere taşarak onları kontrol etmesi olgusu insanlık tarihi kadar eski bir meseledir. Bunu yapan en ilkel insan gruplarından göçebe imparatorluklarına, antik krallıklar ve imparatorluklardan dini imparatorluklara kadar, onlarca örnek var. Bu modern dönemki fark, merkez ve periferi arasındaki dinamikten kaynaklanıyor. Bu konuyu ayrı bir yazıya bırakarak, devam edeyim. Bu erken küreselleşme de diyebileceğimiz dönemde, devletlerden iyice bağımsızlaşan bireyler (ve firmalar, şirketler vs. ekonomik aktörler) oldukça olgunlaşmış bir kapitalizm modeli ortaya koydu.

Bu kapitalizm, Marks’ın haklı olarak eleştirdiği üzere, yoğun bir emek sömürüsüne dayanıyordu. Çalışma saatleri sınırlandırılmamış, sağlık sigortası olmayan, hafta sonu izni bulunmayan, sakatlık veya işsizliğe karşı güvencesiz, emeklilik gibi bir olgunun bilinmediği erken kapitalizm, kumralsal sosyalizmi doğurdu. Artık bireyin ekonomik sefaletini önceleyen ve yenmeye çalışan bir ideolojik rakip vardı. Doğal olarak sorunu kökünden çözmek istedi, sosyalistler. Kapitalistlerin mülklerini ellerinden almak ve kolektifleştirmek! Bu yolla, sömürü olmayan bir üretim düzeni tesis edilecekti. Fabrikalar işçilerin olacaktı. Sınıf farklılıkları bitecek, herkes proleterleşecekti (işçi sınıfından olacaktı). Fakat bunu kim yapacaktı?

Marks bunu işçi sınıfının bilinçlenip, devrim yapmasıyla elde edeceğini düşünüyordu. Fakat işçi sınıfı bazı istisnalar dışında “proleter” aidiyetini diğer önemli kimliklerinin önüne geçiremedi. Sınıf aidiyeti, ulusal aidiyetten, etnik farklılıklardan, ırki farklıklardan, coğrafi farklılıklardan vs. dolayı, tüm dünyada “biz işçileriz, işte o kadar!” diyecek bir aidiyet ortaya koyamadı. O halde devrimi nasıl yapacaklardı? 

Bu sorunun yanıtını Lenin verdi. Birincisi, küresel devrim işinden vazgeçti. Çünkü bu, Ekim 1917’de çok gerçeklere tekabül etmiyordu. Böylece Marksizm dönüştürüldü (Leninizm) ve tek ülkede devrim realitesine geçildi. İkincisi, devrimi işçiler yapmıyordu. Çünkü ortak hareket edecek bir bilinçte değillerdi. Dahası, organize değildiler. Lenin “öncü güçler” dediği, politize olmuş bilinçli Komünist Parti üyelerini devrimi organize edecek güç olarak yeniden tanımladı. Artık devrimin önünde engel kalmamıştı. 

Sorun şuydu: ekonomik eşitliği ve sömürüyü bitirme amacıyla yola çıkan komünistler, Pareto’nun meşhur “elit” kuramına toslayacaktı. Nerede olursa olsun toplumları (devletleri) elitler yönetiyordu. Seçkin anlamında söylemiyorum – elit derken kat ettiğim (daha doğrusu Pareto’nun kast ettiği), çok küçük sayıda bir grubun toplumun tümünü yönetmesidir. Komünistler, kendi yönetici elitlerini oluşturdu. Ve eşitlik bitti. Dışarıdan eşitmiş gibi görünen bir sosyalizm, kendi içinde adeta bir kast sistemi kurmuştu. Dahası, ekonomik eşitliği öncelediği için, insan hakları boyutu bireyi ezmekteydi. Çok güçlü bir devlet altında hakları son derece sınırlı “toplum üniteleri” sosyalizmin en büyük çıktısıydı. İdealde bireyin özgürleştirilmesi, pratikte bireyin politbüro elitleri altında proleter üretim robotları olarak algılanması sonucunu doğurmuştu.

Gelelim kapitalizme. Erken dönem hastalıklarının neden olduğu memnuniyetsizliği aşmak için, giderek refah toplumuna yönelecekti. İşçilerin çalışma saatleri düzenlendi, emeklilik hakları geldi. İşsizlik sigortası, herkese açık eğitim ve sağlık sistemi, sosyal mobilitenin (sınıflar arası geçişenliğin) sağlanması, çalışan sınıfların ekonomik ve sosyal koşullarını iyileştirdi. Bu, tüketim toplumunu oluşturdu, pazarı daha verimli hale getirdi. Bunu yapan, kapitalizmi dönüştüren reformist liberallerdi. Böylece reform liberaller sosyal devleti inşa etti. Onlara sosyal demokratlar da katkı sundu. Birbirlerine rakip olsalar da, sosyal devleti birlikte inşa ettiler. Refah toplumunu oluşturdular. 

Devlet bu ortamdan nasıl etkilendi? Bu önemli sorulardan biridir. İnsan hak ve özgürlüklerinin sağlandığı, azınlık haklarının yerleştiği, güçler ayrılığının kurumsallaştığı bu yeni devlet, hem yetkileri sınırlandırılmış, ama aynı zamanda ekonomiyi (piyasayı) regüle edebilecek enstrümanlarla donatılmış bir devletti. Piyasalar, bırakınız geçsinler mottosundan, kontrol edilen ve insanların (tüm toplumun) lehine bir mekanizmaya dönüştürüldü. Bunu yapan devlet, görev tanımına sosyal eşitliği sağlamak için çalışmayı da ekledi. 

Bir başka yazıda Türkiye’de mülkiyet hakkının ihlali meselesine daha derinlemesine girmek istiyorum.

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

1 YORUM

  1. Bu yazıda ozetlenmeye calisanin bir sonraki asaması tam mulkiyet dedigimiz ( eger hakiki abdi hudabin isen onun mulku seninsir gor ( bediuzzaman)) insanların tam bir topluluk haline gelip hakkı gozeten insanlar olup birbirinin hakkını gozetmesi ile rakamların donusumunu saglayan yapıdan birbirinin hakkını gozeten yapıya gecmesi olan acık toplum istisareli yuruyen toplum duzenine gecmesi ve aradıgı saadeti bulma donemi. Islamiyet bunu saglamak uzere islah ediyor bır sonraki asamaya insanlari hazırlıyor tam mulkiyet donemi. borc donemini ortadan kaldirabilecek bir potansiyeli icinde barindiriyor.

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin