Müslüman doğmak şans mı?

Yorum | Hakan Zafer | @Hknzfr

Yaşadığımız güncel sorunlara kökenleri itibariyle yaklaşım sergilemek adına “dindarlık” çatısında devam yazılar kaleme almaya çalışıyorum. Bu nedenle bir önceki yazının ana fikrini yazarak başlamak yerinde olacak.

Dindar olduğu iddiasındaki kimselere duyduğumuz öfke bizi doğrudan dindarlaştırmaz. Hele hele bu öfke sebebiyle sırf onlardan ayrışmak adına dinin özünde olan inanç ve ibadetleri terk etmenin inançla, akılla izah edilir tarafı yoktur. Bu durumdan kurtulmak savrulmakla değil, inancın özüne dönmekle ancak aşılabilir.

Evvela, yaygın kullanıma atfen yazdığım başlığı düzelteyim. Müslüman doğulmaz. İnsan doğulur. Kişi aklıyla kendine hâkim olmaya başladıktan sonraki ömrünü insaniyet dairesinde geçirirse Müslümanlıktan bahsedebiliriz.

İkincisi, malum hadisi hoşumuza giden şekliyle tercüme ediyoruz. “Her doğan fıtrat üzere doğar” olacağı yerde belli ki “Müslüman doğar” daha sempatik geliyor.

Üçüncüsü, şans kelimesini bilerek kullandım. Ben de şansa inanmam. İnandığımız Allah, hiçbir şeyi şansa bırakmayacak kadar mutlak kudret sahibidir. İnanç da şans ile değil ölçüyledir ve her ölçülü durum gibi mutlaka akılla ilişkilidir.

AVANTAJ YOK, ŞARTLAR EŞİT

Müslümanların yoğun olduğu yerleşim yerlerinde, Müslüman ebeveynden dünyaya gelme her ne kadar avantaj gibi gözükse de ben durumun eşit olduğunu düşünenlerdenim.

Bahse değer avantajlar (ezan, Kuran, coğrafya, dindar ebeveyn, kültür, vb.) her zaman hidayet unsuru olmayabilir. Kiminde, inanç kaybından bir adım önceki dezavantaja dönüşebilir. Şiddeti yoğun dini dönüşümlerde bireylerin çoğu zaman dindar ebeveyn veya bakıcılarından ya da toplumlarından intikam almak adına daha sert tutum sergilediklerine şahit olabiliriz.

“Âlimden zalim, zalimden âlim doğar” şeklinde halkın diline yerleşmiş bu durum için farklı inanç ve coğrafyalardan örnek bulmada zorlanmayız. Beni en çok şaşırtanlardan birinin hümanist düşüncenin temsilcilerinden Abraham Maslow olduğunu söyleyebilirim. Maslow, annesinin dindarlığından aldığı intikamı ifade ederken kurduğu cümlede bile şaşırtıyor: “Tüm hayat felsefem, araştırmalarım ve teorilerimin hepsi köklerini annemin bana yaptıklarına karşı duyduğum tiksinti ve nefretten almıştır.”

HERKESTE OLAN BİR POTANSİYEL

Kuran’a göre iman etme bir potansiyeldir. Yani her insan için iman etme fırsatı eşittir. Onu bu konuda zorlayan “Tanrı Geni” gibi biyolojik bir baskıdan veya kültürel mirastan (atalar, arketip) söz edemeyiz. Bu iddia, aklın yeterliliğini de göz ardı etmekten öteye geçmez. Çünkü insanın inanacağı dini seçmesi akılladır. Hz. Peygamber (sav) bahsettiğimiz meşhur hadiste “her çocuk fıtrat üzere doğar” buyuruyor. Burada fıtrattan kasıt İslam’ın kendisi değil, insanın İslam’a yatkınlığıdır. Bu yatkınlık kimden ve nerede doğarsa doğsun her insanda eşittir. Şartları olgunlaştığında (biyolojik/bulûğ – psikolojik/akil) genç insan dinî seçimde bulunur. Bu, o vakte kadar gördüğünü reddetme ile kabul edip devam etme arasında aklen mecbur olmadan verdiği karardır. Aynen devam etmeye karar verse bile herhangi bir yaşam evresinde vesvese, kötü temsil veya olumsuz yaşam tecrübesiyle yeniden tercih yapma durumunda kalabilir. Bunu herhangi bir yaş aralığıyla da sınırlandıramayız. Bu esnada kişinin kulağındaki ezana güvenerek zihnindeki çengellere yiğitlik yapması muhtemelen mağlubiyetle sonuçlanır.

Aslında mesele avantaj/dezavantaj yönüyle değil akıl ve akılla tevhide ulaşma adına ortaya konan çaba noktasından hareketle ele alınmalıdır.

Kısa süreli etkilenmeleri dindarlık adına nereye koyacağız? Turistik gezide ezan duyup hayatını aniden değiştiren kimselerin sonraki yaşamları nedense pek merak edilmez. Güney Koreli Müslümanlar üzerine yapılmış bir çalışma hatırlıyorum. Din değiştirip Müslüman olan Korelilerin önemli bir kısmı aile kültürlerine direnemeyip inançlarından yana tutum sergileyememekte ve yeni inançlarının bazı yasaklarını “mecburen” çiğnediklerini belirtmekteydiler. Benzer araştırmaların sonuçları arasında alkol tüketimi ve faiz gibi direnç kıran veya terkedilmesi zor alışkanlıkların hidayet sonrasında da devam etmesi göze çarpar.

MİRAS ALDIKLARIMIZI İŞLETMEK İÇİN

Konu yeni bakış açılarına ihtiyaç duyacak nitelikte. Artık insanlar sadece anne babasının etkisinde kalmadığı gibi kulaklarına gelen ses sadece minareden gelmiyor. Önceleri insanlar fiziki yakınlığın verdiği iletişimle birbirini gözlemleyebiliyorken modern çağın armağanlarıyla(!) nerde olursanız olun haberiniz herkese çok hızlı ulaşabiliyor. Mesela aynı dinin müntesibi iki kişiden biri, yüzme bilmeyen kızı denizde boğulurken yardıma giden cankurtaranı “erkek olduğu için” durdurup, kızının ölümüne neden olurken [1] diğeri, kimsenin kabul etmediği, ölümcül hastalıklara yakalanmış onlarca çocuğu evlat edinip, son anlarını mutlu yaşamaları için çırpınabiliyor [2].  Bu ve benzeri olayların bilgisine kısa sürede ulaşan bireye “mesajın ulaşmasını” artık eski sınırlılıklarla düşünemeyiz.

Özetle söylemek istediğim şu:

“Miras aldığımız” dini, ortam hazzını, heybetli ağızlardan dinlediklerimizin zevkini, bilmeme ısrarının konforunu, gizem bağımlılığını, gerçekten koparan menkıbe sarhoşluklarını vs. bir tarafa bırakıp, “neden Müslümanım, neye inanıyorum ve şu halimle inandıklarımın insanı mıyım” gibi soruları terazinin diğer kefesine koyarak kendimizi tartmak zorundayız. Artık dindarların, inançlarını yayma uğruna verdiği emeğin önemli bir kısmını dini bilinç adına da ortaya koymaları gerektiğini acı acı öğrenmiş bulunuyoruz.

[1] http://www.latimes.com/local/lanow/la-me-ln-foster-father-sick-children-2017-story.html

[2] http://www.emirates247.com/news/emirates/dad-lets-daughter-die-rather-than-be-touched-by-strange-rescuer-2015-08-09-1.599613

 

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

3 YORUMLAR

  1. Hakan bey;

    Son zamanlarda ırkçılık ve milliyetçilik kavramlarından o kadar çok tiksinti duymaya başladım ki, kendi milliyetimden ciddi şekilde rahatsız olmaya başladım. Türklerin gelmiş geçmiş en zalim milletler arasında olduğundan artık hiç şüphem yok. Ve günümüz koşulları ile islam ahlakına daha yakın bir ülkede mesela Norveç, İsveç, Almanya gibi bir ülkede doğmuş olmayı dilerken din mevzu araya giriyor düşüncelerimin. Her ne kadar Allah’ın belası bir milletin içinde doğmuş olsamda, İslamı öğrenmek için direk ve dolaylı birçok vasıtanın içinde buluyor insan kendini. Hani bir laf vardır ya, takva yoluna riya kapısından girilir. Belki diyorum bu riyakarlar ülkesinde Allah benide o riyakarların içine koyması bile birşeyleri öğrenmeme vesile olmuştur. Eğer batıda gayrimüslim bir anne-babadan doğmuş olsaydım dedim ve durdum. Çünkü elimde o durumda ne olacağımın senedi yok. Hatta istatistiksel olarak o coğrafyada doğan çocuklar ekseriyetle gayrimüslim olarak yaşayıp ölüyorlar. Bende üstün zekalı veya ayrıcalıklı biri olmadığıma göre o istatistiklerde yerimi alacaktım eğer oralarda doğmuş olsaydım. Peki şimdi ben İspanyanın Madrid şehrinde gayrimüslim bir anne-babadan doğan ve öyle yetiştirilen Robert’den daha avantajlı değilmiyim? Peki bu avantajı Allah bana verdiyse bunun bedeli nedir? Yani bu bedel öyle bir bedel olmalı ki cennet-cehennem farkını belirleyecek kadar büyük olmalı mı? Robert tarafından bakacak olursak benimle kıyasen bu büyük dezavantajına rağmen cennete onunda gidebilmesi için ona benimle şartları eşitleyecek ne gibi avantajlar veriliyor olabilir? Bu bahiste adalet varmı, varsa nasıl tecelli ediyor?

  2. Hakan Bey, Youtube programınızı ve yazılarınızı zevkle takip ediyorum. Müsadenizle bir eleştirim olacak, yazılarınızdaki cümleleri biraz uzun buluyorum ve takip etmekte zorlanıyorum. Biz avam tabakasının seviyesine biraz daha inebilir misiniz?

    Not: Twitter kullanmadığım için dm atamadım, public olarak yazıp,hata ettiysek affola.

  3. Her doğan fıtrat üzere doğar hadisinin tam metni:
    “Küllü mevlûdin yûledü ale’l-fitrati. Sümme ebevâhü yühevvidânihim ve yünassirânihim ve yümeccisânihim”

    Hadis metninin ikinci bölümünde, “sonra ebeveynleri onları yahudi, hıristiyan ve mecusi yaparlar” buyurulduğuna göre, siyak sibak ve bağlam açısından, metnin ilk bölümünde geçen “fıtrat” tabirinin, “din” manasına geldiği, “metnin zahirine göre” apaçık ortadadır.. Şer’i bir lafzın, zahirdeki ilk manasının dışında, başkaca bir anlam ifade ediyor olduğunu iddia edebilmek ise, ya başka bir şer’i lafzın o manaya delaletiyle ya da başka bir kuvvetli karinenin -mesela akli bir karinenin- varlığıyla iddia edildiğinde bir kıymet ifade eder.. Yoksa ancak recmen bi’l-ğayb olur.. Yalnızca indî bir mülahaza olur.. Sadece diyalektik olur..
    Hadis-i şerifteki fıtrat tabiri, hususan İslam dinini ifade ettiği de söylenemez.. Fıtrat, tevhidi gerektirir.. Dolayısıyla da fıtrat üzere doğduğu için, her insan doğuştan muvahhiddir veya haniftir denilebilir.. bu, anlaşılabilir bir yaklaşımdır.. fakat fıtrat kelimesini “insan olarak doğar” şeklinde yorumlamak/tercüme etmek, doğru değildir.. Gerçi yazar, fakirin anlatmaya çalıştığı şeyi de ifade ediyor yazısında. Fakat ilk baştaki tercüme, yanlış olmuştur. Geleneksel tercümedeki “müslüman olarak doğar” anlayışı daha uygundur.. Çünkü dünden bu güne hangi ad ve ünvanla semavi bir din gelmiş olursa olsun, hepsinin ortak noktası tevhiddir. Müslümanlık da tevhid dinidir. O halde öteden beri gelmiş geçmiş bütün “mü’minler”, ıstılah olarak “müslüman”dırlar.. Bu yaklaşıma göre hadisteki fıtrat kelimesi “müslüman” şeklinde tercüme edilegelmiştir.. Bunu sayın yazarın bilmediğini değil, belki gözden kaçırmış olabileceğini anlatmaya çalışıyorum.. Bir de, ilmi olarak “paslanmamak” için bu tür yorumlar yazıyorum.. Malum, hocalıktan atılınca, iş ortamı, çevre, atmosfer vs. değişti.. Egzersiz gerekiyor.. affola..

    Bir de şu noktaya dikkat çekmek isterim:
    Madem insanlar inanıp inanmamada eşittirler, o halde camid değil de, canlı; sırf canlı değil de, insan; sırf insan değil de, müslüman olarak yaratılmış olduğumuza şükretmemiz niçin gerekiyor? Demek ki ortada bir ilahi tercih var ve şükür gerekiyor.. Ayrıca, şartlara göre, insanın bazen sadece aklıyla tevhide ulaşması yeterliyken; Nübüvvetten haberdar olan bir insanın ise, haram-helal mükellefiyetinin doğması da, farklı şeylerdir..

    Velhasıl, bu konu ele alınırken “ehl-i fetret” kavramı es geçilemez.. Hüsün-kubuh meselesi bile, birazcık irdelenmese olmaz.. “Aklın sınırı”, “bilginin kaynağı” gibi konular es geçilemez.. Selametle kalınız..

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin