Muhaceret albümünden portreler (2)

-Sıraladığım prototipler bütünü ifade etmiyor. Çoğunluğu kapsamıyor. Artı veya eksi “göze çarpan” ve “göze batan” örnekler.-

KENDİNDEN EMİN YÖNETİCİ PROTOTİPİ

Büyük başarılara imza attım. Üst düzey başarılarımın listesini çıkarsam gözleriniz kamaşır. Birçok açılımın altında benim imzam var. Bulunduğum kurumlara çağ atlattım. Onlarca müesseseyi aynı anda idare ettim.

Hataları başkaları yaptı. Beni niye suçluyorlar anlamıyorum. Yanlış yapmadım. Ne dendiyse onu yaptım. Bu antipatinin sebebini anlayamıyorum. Çekemezlik olabilir.

Böyle düşünüyorsam, üst perdeden konuşuyorsam benim için kurtuluş yolu gözükmüyor. Vazife başındayken de böyle düşünüyordum demek ki… Şimdi onun faturası olarak aynı düşüncedeyim.

Demek ki Allah’ı unutmuşum O da bana nefsimi unutturmuş. Kendimin farkında değilim. (Bknz: Haşir 19)

Kötü olan şu ki kendimi hala göz alıcı endamıyla salınan Süreyya yıldızı sanıyorum.

Allah, beni seviyorsa ya yakında başıma büyük imtihanlar gelebilir. Veya maazAllah kovulmuşlar zümresinde kalmaya devam ederim.

Lütfen bana rağmen benim elimden tutun!

Eğer hasbe’l kader hala bir direksiyonun başındaysam ve insanlar nazarında “persona non grata” haline gelmişsem Kader beni karga tulumba sahnedeki veya sahadaki rolüöden tribüne atmadan onurumla kenara çekilmeyi bilmeliyim.

Kader, ihmal etmez, ağırlaştırarak imhal eder.

ELEŞTİRMEN PROTOTİPİ

Moralim çok bozuk. Olanlardan dolayı çok acı çekiyorum. “Dertli sölegen, âşık yırılgan olur.” Çok yıkımlara şahit oldum. Söylüyorum söylüyorum olmuyor. Dinleyen yok.

Artık “güzel görüp güzel düşünemiyorum.” İtikadımı dayadığım sütunlar çatırdıyor.

Şiirler mırıldanıp duruyorum. “Dudaklarımı kanatırcasına ısırıyorum günlerdir/ Her sözcük dilimin ucunda küfre dönüyor çünkü/ Bir gök gürlese bari diyorum, bir sağnak patlasa/Bitse bu sessizlik, bu kirli yapışkanlık bitse/Ama bir tufan az mı gelir yoksa yine de…/ Sessizce çekip gidiyorum şimdi, sessiz ve kimliksiz/ Belki yine gelirim, sesime ses veren olursa bir gün…”

Peki ben ne yapayım?

Gördüğüm yanlışları, eğrileri, yamukları ulaşabildiğim en üst yerlere kendimi/onurumu/makamımı riske atarak ulaştırdıysam vazifemi yapmışım demektir. Onun ötesindeki tehalüküm nefsî olur ve bana zarar verir. Ufkumu karartır, ümidimi yok eder.

Kur’an’da “Rauf” ve “Rahim” olarak zikredilen, çevresinin ve toplumunun iman sorumluluğunu sırtında taşıyan Nübüvvete verasetle muvazzaf insanlar, meslekleri gereği insanları kovamaz, tedib edemez. Gönülleri insanları atmayı, kesmeyi kaldırmaz.

Hizmet bir gönüllüler hareketidir. “Müspet hareket” dışında bir seçeneğimiz yok.

Ama merak etmeme gerek yok. Kader kimsenin yanlışını yanına bırakmıyor.

Yapacağım iş, her şey kabzayı kudretinde tutan Rabbime dönmektir.

“Ev/mülk sahibinden” fazla gayret “başımı örse vurup kırmaya” sebep olur.

“Güzel görebilmek” için gözlük camlarımın isini pasını göz yaşıyla silmeliyim.

Evleviyetle namazlarımı, gecemi ve duamı restore etmeliyim.

Yani Hizmeti kurtarmadan önce kendimi kurtarmalıyım.

Ebeveyn, çocuğu için canını verir ama uçakta “oksijen maskesini” evladından önce takmak zorundadır.

Oksijen yetmezliği ile kıvrananlar başkasına nasıl oksijen transfer etsin?

MUHACİR, ESNAF, ÖĞRETMEN… PROTOTİPİ

Bir şekilde Allah nasip etti hicret ettim. Hicret’le ümit ederim ki seyyiat defterlerim silindi, günah sicilim temizledi.

Evet çok malım mülküm vardı. Kariyerim, şöhretim, ünvanım, itibarım … vardı. Hepsi geride kaldı. Eşkıyalar gasp etti.

Varlığımın, mal ve mülkümün içine bilmiyorum haram karışmış mıydı? Kul hakkı bulaşmış mıydı?

Münazaalı, faizli bir şeyler var mıydı?

Öyle bile olsa zulmen alındığı için “temizlendi” benim sadakam olarak Ahiret dağarcığıma yerleşti.

O zaman “veren” Allah’tı. Dolayısıyla dilerse şimdi de verir. İçine atıldığım toprakla bütünleştiğimde Allah’ın öncekilerden daha büyük semereler vereceğine ümidim kavi.

Şu iki ayet benim garanti sertifikam:

“(Bulundukları yerde inançlarından dolayı) zulme maruz kaldıktan sonra Allah uğrunda hicret edenleri elbette dünyada (Yeminle ifade ediliyor) güzel bir şekilde yerleştiririz. Âhiret’te verilecek mükâfat ise şüphesiz daha büyüktür. (İnsanlar) bunu bir bilselerdi!” (Nahl/ 41)

“Bundan sonra şunu bil ki: Şüphesiz ki senin Rabbin, mihnet ve işkenceye, zulme ve baskıya uğradıktan sonra mücahede edip sabreden, ardından da hicret edenlerle beraberdir. Evet Rabbin, onların bütün bu güzel hareketlerine karşılık elbette onları bağışlayıp ihsanda bulunacaktır. Çünkü O gafurdur, rahîmdir.” (Nahl/110)

Hocaefendi yıllardır “kendinizi sıfırlayın” diyordu. Bu, irademizle mümkün olmadı. Ama duası kabul olmuş olmalı ki hem mal-mülküm hem de kibir-gurur ve enaniyetim sıfırlandı.

Hayatım şimdi yepyeni, bembeyaz bir sayfa ile devam ediyor.

Eski alışkanlıklarımı terk ettim. Az da olsa işlerime karışan “yalan”, “tevil”, “ticari manevra”, “iltimas” gibi kirli şeyleri terk ettim. Sözüm artık senet.

Bu sıkıntılı vasıflar zaten baştan da bende yok idiyse bayağı bir “mukarrebin”denmişim demek ki!

Doğru söyleyerek batmayı, yalan söyleyerek milyonlar kazanmaya tercih ediyorum. Yalanın ne beyazı ne de siyahı artık yeni defterimde yer almayacak.

NECAŞİ’NİN SARAYI’NDA

Bir bakıma “Necaşi’nin Sarayı”ndayım artık. Kibar, nazik, hassas, kılı kırk yaran bir mümin “temsil”i sunmalı, Saray’ın kaidelerini ihlal etmemeliyim.

Bu “Saray”da; falanın yerine filanı gösterme, otobüse bilet atmama, çalışmadan devletten geçinme, çalışmayıp işsizlik maaşı alma ve benzeri Ortadoğu’dan taşınmış virüsleri ve hastalıkları bünyeme bulaştırmamak gerek.

Ayrıca psikolojimi ve moralimi korumak için “kendinden emin”, “mağrur ve kibirli”, “sürekli öfke ve nefret üreten” insanlardan -velev ki Hizmet için söylüyor olsun- uzak durmalıyım.

Onun dışında yaşıma bakmayıp dil öğrenmeye başlayabilirim. Bu yaşımda 5 yılımı harcasam yeni bir dil öğrensem sonra da komşum olan tek bir insanın hidayetine vesile olsam yetmez mi?

Ki niyetim bu olunca dil öğrenmek için harcadığım bütün dakikalar, saatler, günler ve yıllar nafile ibadete dönüşür.

TRİBÜN PROTOTİPİ

Orta ölçekte bir vazifem vardı. Kendimce dikkatli bir şekilde hizmet ediyordum. Gecemi gündüze katıp koşturdum. Şimdi kendimi bir tribünde buldum.

Tribünde veya yedek kulübesinde olmak bir “ceza” mıdır?

Şöyle örnekleyeyim.

Çok güzel futbol oynuyorum. Art arda goller atmışım. Maçın bitmesine yarım saat var. Teknik direktör beklemediğim anda beni kenara alıyor. Canım sıkılır. Çünkü maça daha yeni ısınmışımdır. Atacağım goller vardır.

Bu, zor bir sınavdır. Hırçınlık yaparsam, kaybederim. Öfkelenirsem, takım disiplinini bozarım. Hem teknik direktöre hem takım arkadaşlarıma hem de taraftarıma saygısızlık yapmış olurum.

Konuyu futboldan ‘hizmet’e getirip teşbihe devam edeyim.

Sahada gol atarken mi, yedek kulübesinde otururken mi, maçta haksızca kırmızı kart görüp atılınca mı, yoksa daha ötesi ihraç edilmiş seyircilerin arasında otururken mi ‘Allah nazarında daha değerliyim’ bilemem.

Yapılan amellere değer takdir edecek olan Allah’tır. Benim beğenmem ve takdir etmemin önemi yok. Belki de büyük bir tevazu ile başım önümde yedek kulübesine doğru gidişim ‘attığım goller’den daha fazla kabule karin olur.

Fevkalade büyük bir doktorum, Lokman Hekim’i aratmıyorum. İyi bir akademisyenim, orijinal te’liflerim mebzul ve emsalsiz. Efsanevî bir polisim, en zor vak’aları ben çözüyorum. Müdakkik bir savcı, hassas bir hâkimim, adalet dağıtıyorum. Veya alabildiğine zenginim, himmet üstüne himmet veriyorum.

Bilmiyorum bu haldeyken mi; yoksa cerrahken neşterim elimden alındığında, akademisyenken kürsüm gittiğinde, polisken yaldızım söküldüğünde, savcıyken dosyam alındığında, hâkimken tokmağım kırıldığında, zenginliğimi kaybedip ‘olmayanı vermeye’ çalışırken mi daha fazla ‘Hak yörüngeli’ ve ‘Rıza eksenliyim?’ bilmiyorum.

Hizmetim elimden alınmış -ki elimden alanın gerçekte Allah olduğunu bilecek kadar muvahhidim- bir kenarda Allah’ın takdirine eşsiz bir saygıyla iki büklüm beklerken gök kapıları ihtizaza gelip de daha kolay açılıyor olmasın?

Kader hakkımda “itikaf” kararı vermişse bana düşen sorgulama değil, hikmetine teslim olmaktır.

En verimli “toprağın” bile nadasa ihtiyacı vardır.

Peygamberlerin ve büyük velilerin hayatında belli bir dönem “kenarda”- bir dağ başında, bir mescitte, bir tekkede, bir mağarada- inziva vardır.

Bilemem “tribün” veya “yedek kulübesi” günlerimde Allah’a teslimiyetle öyle bir noktaya erişir ve sonrasında -sadece bir ay veya bir yıl bile olsa- öyle bir hizmete muvaffak olurum ki eski hizmetlerim bunun yanında sözü edilmeye değmeyecek kadar küçük kalır.

“GEMİNİ YENİLE…”

Efendimiz (sav)’in Hz. Ebuzer’e(ra) nasihatı ile bitireyim:

“Gemini bir kere daha elden geçirerek yenile, çünkü deniz çok derin.

Azığını tastamam al, şüphesiz yolculuk pek uzun.

Sırtındaki yükünü hafif tut, çünkü tırmanacağın yokuş sarp mı sarp.

Amelinde ihlaslı ol, zira her şeyi görüp gözeten ve hakkıyla değerlendiren Rabb’in senin yapıp ettiklerinden de haberdârdır.”

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

4 YORUMLAR

  1. güzel abim,
    Rabbim size böyle güzel yazılar yazdırmak için mi bunca sene
    yedek klübesinde oturtmuş.(Süreçten önce sizi tanımaz bilmezdik)
    Allah ebeden razı olsun.
    120 m2 koğuşta 52 kişiyle beraber 7 ay eksiklerini tamamlamaya
    çalışmış kardeşlerinden biri..

  2. Veysel Abim; siz kendinizi bu portrelerden hangisinde buluyorsunuz? Ve sizin gibi gazetemizin çılgın yöneticileri kendilerini nerede konumlandırıyor? Gazetemizin Şeyhülislam ları kendilerini hangi portrede buluyor? Yazık abim yazık. Keşke zamanında ve şimdi bir çok yanlışa yanlış diyebilseydiniz!!! Ben kendi adıma söyleyeyim; yapılan yanlış yönetimlerin, adamcılıkların ayrımcılıkların ve halen devam eden bunca şeye rağmen yapılan edepsizliklere ses çıkarılmamasının oluşturduğu haksızlıklar için hesap gününde belliyor olacağım. …

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin