Millî Görüş Partileri de Sistem Partileri mi? 

YORUM | Dr. YÜKSEL NİZAMOĞLU

Çok partili hayata geçilmesiyle beraber muhafazakâr kesim DP’yi destekledi. Tek Parti döneminde CHP’nin uygulamalarına karşılık DP’nin Arapça ezana izin veren kanuni düzenlemeyi çıkarması ve kullanılan dini söylemler dindar kitlenin desteğinde önemli bir rol oynadı.

Dönemin cemaat ve tarikatları Cumhurbaşkanı Celal Bayar’ı “mason” olarak görerek sevmeseler de Menderes’e her zaman destek verdiler. Bediüzzaman da DP iktidarı tarafından 1955 yılında bile Kürt milliyetçiliği fikir ve gayelerini daima din ve tarikat maskesi altında inkişaf ettirmeye’ çalışan biri” olarak fişlense de Menderes’i “İslamiyet’in bir kahramanı” olarak nitelendirmişti.

Risale-i Nur talebeleri başta olmak üzere birçok cemaat ve tarikat, 27 Mayıs darbesinden sonra da AP’yi desteklediler. DP ve AP ise bu kesimleri temsilen çok az kişiyi parti listelerinden aday göstererek “gönüllerini aldı”. 1960’ların sonunda ise Türk siyasetinde doğrudan dini referans alan Millî Görüş (MG) partileri ortaya çıktı.

Millî Görüşün İlk Partisi 

“İslamköy’lü” Demirel’le beraber AP’nin seküler yönünün daha belirgin hale gelmesi, dindar kitleyi yeni arayışlara itti ve bu süreç İskenderpaşa Cemaati lideri Mehmet Zahit Kotku’nun desteğini alan Necmettin Erbakan’ın Millî Nizam Partisi’ni (MNP) kurmasıyla sonuçlandı. Böylece Türkiye siyasetinde bugüne kadar varlığını devam ettiren MG partileri geleneği başladı.

Bu geleneğin lideri Erbakan, Süleyman Arif Emre’nin anlatımına göre Kotku tarafından “Abdülhamit’in tahttan indirilmesinden sonra masonların eline geçen Türkiye’de bir siyasi parti kurmakla” görevlendirmişti.

1968’de TOBB başkanı seçildiği halde Demirel ve iş adamlarının bir kısmının tepkisiyle bu görevden uzaklaştırılan Erbakan, 1969 seçimlerinde AP’den Konya milletvekili olmak istemişse de adaylığı veto edilmiş, sonuçta Konya’dan bağımsız olarak milletvekili seçilerek TBMM’ye girmiştir.

Erbakan ve arkadaşları, 26 Ocak 1970’te MNP’yi kurdular. Parti İskenderpaşa (Nakşibendi) ağırlıklı olmak üzere Kadiri tarikatı ve Risale-i Nur talebelerinin bir kısmının desteğine dayanan “bir cemaatler koalisyonu” gibi gözükmekte, maddi olarak Anadolu sermayesi tarafından finanse edilmekteydi.

MNP ile Türkiye dini sembolleri ve söylemleri çok rahat kullanan bir siyasetle karşılaştıysa da AYM 12 Mart Muhtırasından sekiz gün sonra “laiklik karşıtı eylemlerin odağı” olduğu gerekçesiyle partiyi kapattı.

MSP ve 12 Eylül

MNP’nin kapatılması sonrasında “sağlık sorunları” gerekçesiyle İsviçre’ye giden Erbakan bir süre yurtdışında kaldı. Yurda döndükten sonra da MG’ün ikinci partisi olan Milli Selamet Partisi’nin (MSP) kuruluşunda aktif bir rol oynadı. Bu süreçle ilgili olarak 12 Mart’ın “kudretli generalleri” Muhsin Batur ve Turgut Sunalp’ın Erbakan’la görüşüp kendisini “hicret ettiği İsviçre’den” davet ettikleri de iddia edilmektedir.

MG partilerinin önündeki en büyük engel, kapatılma tehlikesiydi. Bu endişe bu partileri meşruiyet sorununu çözmeye yönelik arayışlara yöneltmiştir. Bunun ilk adımı da 1973’de MSP’nin Bülent Ecevit başbakanlığında kurulan koalisyon hükümetinde yer almasıdır.

MSP sol bir partiyle hükümet kurmanın faturasını 1977 seçimlerinde oy kaybı yaşayarak ödese de bundan sonra kurulan Milliyetçi Cephe hükümetlerinde yer alarak kendisini devlete kabul ettirme fırsatı buldu.

Bu dönemde MSP “Adil Düzen, İslam Ortak Pazarı, Ortak Pazara Hayır, Manevi Kalkınma” gibi “siyasal İslamcı” olarak nitelendirilen söylemleri dışında “projelendirilmemiş ve finansmanı çözülmemiş olsa da” ağır sanayi hamlesi gibi sloganlarla geniş halk kitlelerine ulaşmaya yönelik söylemler de geliştirmiştir.

12 Eylül 1980’e kadar MSP’yi başta İskenderpaşa olmak üzere Erenköy, Menzil, İsmail Ağa cemaatlerinin ve Risale-i Nur talebelerinin bir kısmının desteklemesine karşılık diğer cemaatler AP’ye destek verdiler.

Özellikle Süleyman Efendi Cemaati ve Risale-i Nur talebelerinin büyük çoğunluğu, dinin siyasete alet edilmesinden rahatsız olarak MG partilerine karşı mesafeli durmuşlar, MSP’ye ilk dönem destek veren Risale-i Nur talebeleri de bir süre sonra partiden ayrılmışlardır.

12 Eylül sonrasında MSP de diğer partiler gibi kapatıldı ve partinin lideri Erbakan MSP’yi “illegal bir cemiyete dönüştürmek ve laikliğe aykırı davranmak” suçlamasıyla tutuklandı. Hatta 12 Eylül darbesinin en önemli nedenlerinden birisi olarak MSP’nin 6 Eylül 1980’de Konya’da gerçekleştirdiği “Kudüs Mitingi” gösterildi.

12 Eylül’den 28 Şubat’a 

Erbakan, 12 Eylül’ün siyasi yasakları nedeniyle bu dönemde kurulan MG partisi Refah’ın başına ancak 1987’de geçebildi. Refah Partisi (RP) de %10 seçim barajı nedeniyle TBMM’ye 1991’de Türkeş’in MÇP’si ve Edibali’nin IDP’siyle ittifak yaparak girebildi. Böylece RP, MHP’yi meclise taşıyan parti olmakla kalmıyor, devlet nezdinde “meşruiyet” yolunda önemli bir adım daha atıyordu.

1990’larda bir taraftan sağ partilerin kısır çekişmeleri diğer taraftan ekonomik krizler ve ortaya çıkan yolsuzluklar, siyasal İslamcı RP’nin yükselişine zemin hazırladı.

1994 yerel seçimlerinde İstanbul ve Ankara belediye başkanlıklarının kazanılması sonrasında RP, 1995 seçimlerinde birinci parti oldu. Bu RP’nin sisteme eklemlenmesi için büyük bir fırsattı. RP, DYP’nin ortağı olarak hükümeti kurdu ve 1973’ten beri her seçim öncesi iktidar olacağını iddia eden Erbakan, 1996’da başbakanlık koltuğuna kavuştu.

Erbakan başbakanlığı sırasında bir taraftan MG çerçevesinde icraatlarını yaparken diğer taraftan dönemin en güçlü aktörü olan TSK’ya olumlu mesajlar vermeye çalıştı. “Devlete toz kondurmamak” gerekçesiyle Susurluk olayının üzerine gitmediği gibi “Atatürk’ün de Refahlı olduğunu söyleyerek” sisteme adapte olmak istediğini ortaya koydu. Hatta YAŞ’ta “irtica” gerekçesiyle ordudan atılma işlemlerini onayladı.

TSK yine de RP’yi büyük bir tehlike olarak görerek 28 Şubat sürecini başlattı. Bir diğer ilginç nokta 12 Eylül’de nasıl “Kudüs Günü” bardağı taşıran son damla olduysa 28 Şubat’ta da Sincan’da düzenlenen “Kudüs Gecesi” süreci tetikledi.

28 Şubat Erbakan’ın iktidardan düşmesi, AYM’nin RP’yi kapatması ve Hoca’nın siyasi yasaklı olmasıyla sonuçlandı. RP’nin yerine kurulan Fazilet Partisi de aynı akıbetten kurtulamadı ve 2001’de kapatıldı.

Sevenleri tarafından başkomutan, aziz insan, mücahit, kahraman, ender ve önder şahsiyet, kutlu komutan” olarak takdim edilen hatta “Halife” olarak nitelendirilen Erbakan FP’nin yerine kurulan SP’ye genel başkan olsa da “Kayıp Trilyon Davası” ile siyasi hayatını noktaladı.

Bir zamanlar “rüşvet ve yolsuzluk karşıtı” olarak halk nezdinde popüler olan MG partilerinden RP’nin “Süleyman Mercümek Davası”, FP’nin de “Kayıp Trilyon Davası” ile yolsuzlukla suçlanması gelinen noktayı göstermesi yönüyle ilginç örneklerdir.

AKP Bir Sistem Partisi mi? 

Millî Görüş’ün önde gelen birçok kişisi “partinin, hedefe ulaşmak için bir araç” olduğunu ifade ediyordu. Bu araçtan vazgeçilmediğinden FP’nin ardından iki ayrı parti kurularak MG geleneği devam ettirildi. Erbakan’ın işaret ettiği grup Saadet Partisi’ni kurarken Recep Tayyip Erdoğan, Abdullah Gül ve Bülent Arınç’ın başını çektiği “yenilikçiler” Adalet ve Kalkınma Partisi’ni kurdu.

Bir 28 Şubat partisi olan AKP ilk günden itibaren “Millî Görüş gömleğini çıkardığını” söyledi. Erdoğan partide değişik kesimlere yer vererek ve “Avrupa Birliği, evrensel hukuk, demokratik değerler” vurgusu yaparak farklı bir üslup sergiledi. Bu söylemleriyle sağ partilerin silindiği Türk siyasetinde büyük başarılara imza attı.

Önceki Millî Görüş partilerinin aksine AKP özellikle 27 Nisan muhtırası sonrasında Gülen cemaatinin de tam desteğini almayı başardı. Buna rağmen AKP’de Gülen hareketine yakın vekillerin sayısı hiçbir zaman birkaç kişiyi geçmedi.

AKP’nin önündeki en büyük problem, önceki Millî Görüş partilerinin başına gelenleri yaşamamak için sisteme kendini kabul ettirmesiydi. Aksi durumda parti kapanacak ve lider kadro siyasetten uzaklaştırılacaktı. Bu nedenle askerle uzlaşmacı bir siyaset izlendi.

İlk AKP’li Başbakan Gül “şerh koysa da” subayların “irtica” nedeniyle ordudan atılmalarını onaylayan YAŞ kararlarını imzaladı. Yıllar sonra da Erdoğan Hükümetinin daha 2004 MGK’sında Gülen Hareketi’ni bitirme planına onay verdiği ortaya çıktı.

AKP bu adımlarla bir sistem partisi olmayı arzuladığını ortaya koyuyordu. 27 Nisan Muhtırası sonrasında Dolmabahçe Sarayı’nda gerçekleşen Erdoğan-Büyükanıt görüşmesiyle de bu sürecin tamamlandığı anlaşılıyor.

Bugün AKP, bir taraftan Millî Görüş’ten devraldığı “yerli, milli, Filistin davası” gibi söylemleri kullanırken diğer taraftan tam bir devlet partisi olarak hareket ediyor. 28 Şubatçıların planlayıp da gerçekleştiremediği her adımı dini söylemler eşliğinde “büyük bir aşkla ve şevkle” yerine getirerek bir sistem partisi olduğunu açıkça gösteriyor.

Makbul Kürtlerden Kürt Siyasi Partilerine 

Cumhuriyet yönetimi bir ulus devlet olarak Kürtleri öne çıkaran bir siyaset anlayışını tasvip etmedi. Bunun sonucu olarak da “makbul Kürtler” sadece CHP’de siyaset yapması uygun görülen Kürtler oldu.

Benzer yaklaşım çok partili dönemde de devam etti. Kürt kökenli siyasetçiler 1950’lerde çoğu DP’de olmak üzere politika yaptılar. Sonraki dönemlerde de yine CHP ve AP saflarında siyasete devam ederek bakan bile oldular.

1990’lara gelindiğinde ilk defa kendi partilerini kurdular ve seçimlere katılma imkânı elde ettiler. Ülke genelinde uygulanan %10 barajı TBMM’ye seçilme için engel teşkil ettiğinden 1991 seçimlerinde SHP listelerinden 22 milletvekili meclise girdiyse de TBMM’de yaşanan “yemin krizi” sonucunda birçok Kürt siyasetçi yargılanarak hapse mahkûm edildi.

Dönemin ilk Kürt partisi olan DEP, AYM tarafından kapatıldı. Bundan sonra Kürt siyaseti yeni partiler kursa da hepsi AYM kararlarıyla sona erdirildi. Kürt partileri bir taraftan PKK ve Öcalan’ı memnun etmek diğer taraftan devlete kendisini kabul ettirmek zorundaydı. Bu dilemma bundan sonra da Kürt siyasetinin en büyük handikabı oldu.

Bu partiler PKK’ya mesafe koymamakla suçlandılar. Kürt partileri Türkiye geneline hitap etmeyi de başaramadılar. Devlet ise Kürtlerin legal siyasetine izin vermek yerine ilk fırsatta cezalandırmayı tercih edince bu kısır döngü bugüne kadar devam etti.

HDP Sistem Partisi mi? 

Kürt siyaseti AKP iktidarında başlatılan “çözüm süreciyle” farklı bir sürece evrildi ve dönemin Kürt partisi HDP Selahattin Demirtaş’ın liderliğinde bir Türkiye partisi olma fırsatını yakaladı. Ancak Erdoğan’ın diğer icraatları gibi bu açılımının da bir prensip dahilinde gerçekleşmediği aksine “tek adam-tek parti” rejiminin kurulmasında Kürtleri bir basamak olarak kullanmak istediği ortaya çıktı.

Bu durum giderek totaliter rejim heveslisi haline gelen Erdoğan’ın “yeni ortaklarının ilkelerine uygun olarak” Demirtaş ve önde gelen Kürt siyasetçileri hapisle cezalandırmasıyla sonuçlandı.

HDP son üç seçimde barajı aşmasına ve lideri Demirtaş son iki cumhurbaşkanı seçiminde ciddi oranda oy almasına rağmen hala devlet nazarında “meşruiyet sorunu” yaşamaya devam ediyor. 7 Haziran seçimlerinden sonra diğer partilerin HDP ile koalisyona yanaşmamaları, çeşitli gerekçelerle Kürt siyasetçilerin yargı önüne çıkarılması ve artık sıradan hale gelen belediyelere “kayyum atanma” işlemleri, rejimin HDP’yi dolayısıyla Kürt partilerini “sistem dışı” olarak değerlendirmeye devam ettiğini gösteriyor.

Seçilmiş Kaynakça: T. Bora, M. Gültekingil (Ed), Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce (İslamcılık), İletişim, İstanbul, 2005, C.6; T. Bora, Türk Sağının Üç Hali, Birikim, İstanbul, 2003; Ö. Baykal, Ö. Çaha, “Politik Aktör Olarak Necmettin Erbakan’ın Türk Siyasetindeki Yeri”, Akademik Hassasiyetler, S. 8; 2017; K. Eren, MSP ve 14 Ekim 1973 Seçimleri, YYÜ SBE Yüksek Lisans Tezi, Van, 2016; R. Türk, “Türkiye’de Siyasal İslam’ın Örgütlenme Faaliyetleri”, Akademik Hassasiyetler S. 3, 2015; K. Okudan Dernek, 1990-2014 Dönemi Kürt Siyasal Hareketinin Söyleminin Dönüşümü, AÜ SBE Doktora Tezi, Antalya, 2014; A. Özcan, U. Aküzüm, Düşünmek ve Düşlemek Arasında Kürt Meselesi, Arı Hareketi,  2012.

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin