Merhaba Mekke [Harun Tokak-Hac Hatıraları-1]

Bir sonbahar eylülünde gecenin bağrındaki aydınlık sabaha akıyor.

Kadifeyi andıran gece göğünde gerdanlık gibi parlayan yıldızların altında bizi Mekke’ye taşıyacak otobüsleri bekliyoruz. Gündüz sıcağında kavrulan beton binalar, çöldeki kumlar, kayalar hala etrafa alev saçıyor.  Ilık bir çöl rüzgârı okşuyor saçlarımızı.

Nihayet otobüsler geliyor. Yorgun bedenlerimizle eski model otobüslere yığılıyoruz.

Cidde’den Mekke’ye doğru yolculuk başlıyor. Göz alabildiğine karanlık bir çöl,  sıra sıra tepeler ve tabii ki hala çağlayan gibi inen sıcak…

Bir saat kadar yol aldıktan sonra uzaklardan ışığın kent haline dönüştüğü Mekke görünüyor.

Artık Kâbe’ye çok yakınız.

Mekke’n etrafını çevreleyen peş peşe dalga dalga tepeler aydınlık bir gecenin koynunda dinleniyor. Kelimelerin ve tahayyülün ötesinde bir manzara…

Hazreti Âdemin, Hazreti İbrahim’in, Hazreti Hacer’in, Hazreti Peygamberin ayak izlerini barındıran topraklar, seslerine, ses vermiş dağlar, tepeler, koşturdukları vadiler. Biraz ötede vadilerin, tepelerin arkasında, affın ve aşkın sembolü Arafat, kendi yüceliklerinde yükselen Hira ve Sevr, gecenin siyah şalına bürünmüşler, süt buğusu mavi tüllerin arkasından etraflarına pırıltılı gülücükler saçıyorlar.  Çöle aşk yağmış.

YÜREĞİMİZ GÜM GÜM ATIYOR

Kâbe’ye yaklaştıkça “Lebbeyk Allahümme lebbeyk” sesleri daha bir coşku ile yükseliyor.

Yüzyıllar boyunca aşkın kendilerinde cisme büründüğü nice peygamber ve Allah dostları, yüreklerinden kopup gelen bu lahuti sesi, kömür karası lav tepeciklerine, güz sarısı çöllere ve çıplak göğe dinletmişlerdi.

Mekke, sabırlı bir anne gibi evlatlarını bu gerçeği anlamasını bekliyor. Olur da duyulur, duyulur da anlaşılır diye her daim bıkmadan, usanmadan kendi şiirini okuyor:

“Ben Mekke…

Şehirlerin anasıyım ben… Benim tarihim insanlık tarihinden önce başlar.

Aşk kokar benim toprak ve taşım.

Göllerim, ırmaklarım, sahillerim, yeşil ormanlarım olmasa da gam değil!

Cennetten sürgün yemiş bir kadın olarak Hazreti Havva ilkin bu topraklara geldi. Hazreti Âdem’le benim bağrımda buluştular. Burada dünya toprağına kök saldılar. Yeryüzünün ilk yapısı Kâbe’yi burada inşa ettiler.

O gün bugün kutsalın başkenti oldum.

Nice milletler savaşlarda yok olup gitti. Nice şehirler yanıp küle döndü. Bir insan sesi duymak için yüzyıllarca beklediğim oldu.

Nuh Tufanından sonra bütün bütün unutuldum.

Derken Hazreti Hacer kucağında İsmail’le çıka geldi topraklarıma.

Onun Hazreti İbrahim’in arkasından seslenişi hala kulaklarımda,

“BİZİ BIRAKIP NEREYE GİDİYORSUN EY İBRAHİM?”

Gittikçe kısılan sesiyle Rabbine yakararak güneşin bağrında oradan oraya koşuşunu hiç unutmadım.

Önce Zemzem suyunu, sonra konu komşuyu buldu Hacer. Ben de onunla ilk yaradılışın tazeliğine büründüm.

Büyük insanların bu topraklardaki çile ve imtihanları hiç bitmedi.

Hazreti İbrahim, gelişini bir ömür boyu beklediği oğlu İsmail’ini kurban etmeye götürürken canım boğazıma geldi.

Bir gün baba oğul Kâbe’yi taş taş, duvar duvar yeniden inşa etmeye başladılar. Benim sevincime sınır yoktu.

Duvarlar yükselttikçe onlar da sevindiler, coştular. Güzel insanlar, güzel dualar ettiler ve en güzel şekilde cevap aldılar.

Hazreti İbrahim, Ebu Kubeys Dağının tepesinden insanları Allah’ın evine davet etti. Bu çağrıyı kıyamete kadar kalbinde imanın nurunu taşıyan herkes duydu. Dünyanın dört bir yanından denize koşan nehirler gibi bana doğru akmaya başladılar.

Yeryüzünde benden mutlusu yoktu.

Fakat zamanla, insanlar Peygamberlerin ışığından yeniden uzaklaştı ve Kâbe’nin içine koydukları putlara tapmaya başladılar.

Ufuklar daraldı.

Ve bir sabah…

Filler yaklaştı, sağdan soldan ama sadece yaklaşabildiler. Çünkü Rabbimiz fillerin Kâbe’ye girmesini yasaklamıştı. Bu şehir kötü efendilerin şer niyetlerine haram kılınmıştı.

Bu olayın üzerinden kırk yıl geçti.

610 Yılı Ramazan’ın yirmi yedisi pazartesi gecesi idi.

Hira Nur Dağı, derin ve beklenti içinde bir sessizliğe bürünmüştü.

Gecenin yarısı çoktan geçmiş, zaman seher vaktine yaklaşmıştı.

Beklenen an gelmişti.

Muştular vardı ötelerden.

Fezayı ışık denizine kesen bir ışık patlamasının arasından melek Cebrail gökleri dolduran ihtişamıyla göründü.

Hazreti İsa’dan sonra kopan bağ yeniden bağlandı. Evrenin çağlar üstü senfonisi yeniden duyulmaya başladı.

Yeni doğan güneşle birlikte ben de bir ışık pınarı haline geldim.

Ben Mekke’yim!

Benim üzerimde yürüdü o Sevgili!

Vahyin terlerini ellerimle sildim onun aydınlık alnından.

Onun bastığı yerler rahmet oldu benim için. Yorulunca uzandı, dinlendi benim üzerimde. Susayınca içimden çıkan pırıl pırıl zemzemden içti, abdest aldı. Mübarek ellerini sürdü bana. Kıyama durdu üzerimde. Secdede sımsıcak gözyaşları ile ıslattı toprağımı…

Üşüdüğünde yorgan, terlediğinde bulut, takati kesildiğinde umut oldum ona.

Ama ona burada rahat vermediler. Ben hayatımın en hazin ânını o bağrımdan zorla koparılırken yaşadım.

“Ey Mekke!” diye seslendi bana. “Vallahi seni çok seviyorum. Eğer beni mecbur etmeselerdi asla senden ayrılmazdım.”

“Ey Muhammed! (sav)” diye cevap verdim muhabbetin diliyle, “Vallahi ben de seni çok seviyorum.  Seni mecbur etmeselerdi biliyorum ki asla benden ayrılmazdın.”

KÂBE: KÂİNATIN KALBİ

Şafak söktü söküyor.

Otobüsümüz otelin önünde duruyor. Mekke yüreği yaralı bir ana gibi hala konuşuyor.

Bu şehir insanı sarıp sarmalıyor. İster ağla ister gül ama hep “ol ve duy” hâlinde bir akış içinde.

Konuşuyor, şarkı söylüyor, destan yazıyor, menkıbe anlatıyor, ağlıyor, gülüyor, rüya görüyor…

Sanmayın ki kafası karışıktı. Nurlu bir bilinç halinde, herkesle anlayacağı dille konuşuyor.

Aziziye’deki otelimize eşyalarımızı alelacele bırakıp eşimle birlikte Kâbe yollarına düşüyoruz. Oda komşumuz Hasan Abdullah’da bizimle birlikte.

Uçakta tanıştığımız Hasan Abdullah, uzun boylu, esmer, aydınlık çehreli bir insan. Yüzü hep bir tebessüm baharı. Bir ömür boyu mukaddes toprakların hasretiyle tutuşmuş yüreğini serinletmek için, emekli olur olmaz eşi Ümmühan hanımla birlikte buralara koşmuş.

Otelimizle Kâbe arası yaklaşık üç kilometrelik bir yol. Her adımı sevinç üstüne sevinç, her adımı özgürlük…

Yıllar yılı içimde yanan hasretler, sevdalar birdenbire korlaşıyor.

Kâbe’yi bir an evvel görme arzusu, yorgun bedenlerimizi kamçılıyor.

Tatlı bir sonbahar gecesi sabaha akarken beyaz elbiselere bürünmüş insanlar da, coşkun bir nehir gibi köpük köpük Kâbe okyanusuna doğru akıyor.

Sonsuz bir huzurla dopdoluyum.

Kalbimizle, aklımızla, hislerimizle duyuyoruz Rabbimizin bizimle olduğunu. Kayaların yüzünde, taşların parıltısında, dağların silsilesinde, çölün derinliklerinde hep O var.

Cennetten sürgün edilmiş bir Âdem mahviyetinde Kâbe’ye doğru yürüyoruz.

“Davete kabul edilir miyim?” ümidine karışmış “Kapıdan çevrilir miyim?” korkusuyla.

Havada gizemli sesler yankılanıyor.  Vahye şahit olan tepelerde, dağlarda hala Allah Rasûlünün sesi yankılanıyor.

Kâbe’ye iyice yaklaşıyoruz.

Kalplerimiz, olduğundan daha büyük, çeperinden taşıyor.

Önce Kâbe’nin ışıl ışıl minareleri görünüyor. Sonra, etrafını genişleyen çemberler halinde çevreleyen beyaz mermerler…

Ay ışığının raks ettiği parlak yollar, yüzyıllar boyunca milyonlarca insanın özlemlerinin yurdu olmuş ‘Allah’ın Evi’ne taşıyor bizi.

Hasret sona eriyor.

Kâbe, ulu bir çınar gibi bütün vakarı ile gözlerimizin önünde.

VAKT-İ SEHER.

İçinde varlığın sırlarını taşıyan bir ışık fanusunun etrafında müminler, beyaz kelebekler gibi durmadan dönüyorlar.

Kâbe, her rengin, her desenin kendisine yaraştığı, cömert yaradılışlı bir güzele benziyor.

‘Güzel’in en büyük özelliği sizi başka bir âleme uyanmaya zorlaması değil midir?

Kâbe’yi ilk görenlerin duasının makbul olacağına dair birçok rivayetler var.

Acaba hangi duayı etmeliyiz?

Ebu Hanife gibi mi demeliyiz:

“Rabbim! Şimdiye kadar yaptığım ve bundan sonra da yapacağım tüm dualarımı kabul eyle.”

Dudaklar kıpırdıyor;

“Allah’ım! Peygamberimiz (as), Senden ne istemişse onları Senden istiyoruz. Neden Sana sığınmışsa onlardan Sana sığınıyoruz.

Allah’ım Ümmet-i Muhammed olarak zor günlerden geçiyoruz… İlahi! Yolumuz uzun azığımız kıt, yükümüz ağır, düşmanımız kavi… Yetiş imdadımıza! Yetiş ki, ukdeler çözülsün bir bir.”

Burada her şeye Kâbe hükmediyor. Her şey onun imbiğinden süzülüyor, onun duvar ve kemerlerine çarpa çarpa kıvamını buluyor.

Yerden fışkırıp çıkmış veya gökte melekler tarafından inşa edilip bilahare yeryüzüne indirilmiş gibi.

Adeta dünya ile ahiret arasındaki perde kalkmış. Burada hayal öyle geniş ufuklara yelken açıyor ki, insan zaman zaman kendini ötelerin hülyalı yamaçlarında dolaştığını sanıyor.

“Safa-Merve tepeleri hakikat semasını temaşa için hazırlanmış birer kameriye, Makam-ı İbrahim ötelere yükselten nurlu bir merdiven, Zemzem kuyusu bir sâki, Kâbe de yanı başındaki, yanmış kavrulmuş, büyük küçük, dağ tepe ve taş yığınları arasında, bir zikir halkasındaki serzâkire benziyor.”

Binlerce beyaz kelebek, bir sonbahar gecesinde, ay ışığının altında ümitle uçuşuyor. Kimileri ağlıyor, kimileri yakarıyor. Söyleyecek söz, akıtacak gözyaşı bulamayanlar ise başlarını göğüslerine saklayıp bir Mevlevi gibi dönüyor.

Bir an evvel Kâbe’nin kucağına atılma aşkı kamçılıyor bizi.

Bir damla gibi karışıyoruz nurlu okyanusa.

“Lebbeyk Allahümme lebbeyk!” sesleri gecenin aydınlığında gökten boşalan şelaleler gibi üzerimize dökülüyor.

Yarın 2. Bölüm: ÇÖLDE BİR NİLÜFER ÇİÇEĞİ

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin