‘Medyaya baskı Türkiye’nin AB sürecini sorgulatıyor’

Türkiye’de özgür medya hızla kan kaybediyor. İfade ve basın özgürlüğü hiç olmadığı kadar baskı ve tehdit altında. Gazeteciler gözaltına alınıp tutuklanırken gazeteler ceza, tazminat davaları ve kayyımlarla sindiriliyor. Bu hukuksuz müdahaleler Avrupa Birliği, Avrupa Parlamentosu ve ABD raporlarında sert bir dille eleştiriliyor.  Basın özgürlüğünün geldiği bu durumu;  Medya Gözlem Raporlarıyla olup bitenin fotoğrafını çeken Sınır Tanımayan Gazeteciler (RSF) örgütünün Türkiye temsilcisi Erol Önderoğlu’yla  konuştuk. Ona göre iktidar geleneksel basını sindirme mücadelesine sonuna kadar devam edebilir. Önderoğlu, 90’lı yıllarda başladığı gazetecilik mesleğindeki gözlem ve tespitleriyle Türkiye’nin bugün basın özgürlüğünde içinde olduğu durumu özetliyor.  

AİHM’nin 1959-2015 yılları arası istatistiklerine göre en çok ifade ve basın özgürlüğü ihlalini gerçekleştiren ülke Türkiye. Sizce bu, kronikleşmiş bir sorun mu?

Böyle olduğunu söylemek mümkün. Üstelik kronikleşme sadece bu da değil. Türkiye’de çok iyi yargıçlar var ama yargı bağımsızlığı yok. Eğer siz yargı şantiyeye çevirilirse,  davanıza bakan hakimi ikinci duruşmada göremeyebilirsiniz. Lehinizde karar veren bir hakimin Hakkari’ye sürüldüğü öğreniyorsanız, Türkiye’de temel özgürlükleri gözetecek yetkili kalmamış demektir. Brüksel’de reformlara imza atarken Türkiye’de bunların tam tersi uygulanırsa bizim için yaşanabilir bir toplum modeli yok demektir.

İktidarın sorumluluk veya ihmalini ortaya çıkaran her türlü olaya yayın yasağı getiriliyor. Erişim engellemeleri binlerle ifade ediliyor. Bu yasakların asıl sebebi sizce ne?

Bu idari müdahalelerin eleştirel yaklaşımı yok etmek için yapıldığını görüyoruz. Türkiye’de 2015 yılında medyanın geneline yönelik 6 yayın yasağı oldu. 10’u aşkın akreditasyon ayrımcılığı yaşandı. Onlarca medya organı mağdur duruma düşürüldü. 399 internet haberi ve köşe yazısı sansürlendi. Tabi ki Türkiye medyasının bombalı saldırılarda ceset parçalarını gösterme veya canlı bombanın kendisini nasıl havaya uçurduğuna dair videolara yer vermesini kesinlikle doğru bulmuyorum. Yayın yasaklarının küçük bir bölümü buna yönelik ve söyleyecek bir şeyimiz yok. Ancak soruşturma açıldı diye bombalı saldırıların haberleştirilmesi, tartışılması, güvenlik ve sosyal ortamı irdelemeyi yasaklamak temel özgürlüklere müdahale etmektir. Bu da düpedüz sansürdür.

Ceza ve tazminat davaları, soruşturmalar, kayyım atamalarıyla medya baskı altına alınıyor. Muhalif basın tamamen susturulabilir mi?

İktidarın geleneksel basını sindirme yolunu sonuna kadar götürebileceğini düşünüyorum. 10 yıl önce bu soruyu sorsanız, saçma bulabilirdim. Konvansiyonel medya yaygın bir ideolojik baskının yörüngesinde tutuluyor. Ancak Türkiye medyası için hâlâ küçük ölçekli gazeteler açısından umudumuzu sürdürüyoruz.

Son dönemde medya sahiplerinin neredeyse hepsi iktidara bir şekilde angaje olmuş durumda. Bu medyanın ‘ticarileşme’sinin sonucu değil mi?

Türkiye’de medyanın en ciddi sorunu ‘editoryal bağımsızlığın’ olmaması. Yayın yönetmenleri, sermayecilerin taleplerini yazı işlerine empoze etme yüküyle karşı karşıya. Türkiye’ye “gerçek anlamda medya organı kurmak editoryal bağımsızlığı zorunlu kılar” anlayışı getirilebilseydi, bağımsız gazetecilikten bahsedebilirdik. Fakat Türkiye’nin genelinde Batı’nın kastettiği anlamda bağımsız bir gazetecilik yok. Örneğin bu bağımsızlık, sol veya dini bir cemaate bağlı medya organının kendi camiasındaki yolsuzluğu ortaya çıkarmasını ihtiva etmeli.

Adalet Bakanlığı’na göre 1845, hukukçulara göre ise 2 binden fazla cumhurbaşkanına hakaret davası var. Bu kadar çok ceza davası açılmasını ifade ve basın özgürlüğü açısından nasıl değerlendiriyorsunuz?

Türkiye’de ceza kanunu düşünce özgürlüğüne karşı orantısız bir susturma aracı olarak işlev görüyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan başbakan iken TCK’nın 125. maddesi aynı orantısızlık içerisinde devreye sokulmuştu. Cumhurbaşkanı olur olmaz 299. maddesi de bu sertlikte uygulanmaya başlandı. Cumhurbaşkanına yönelik herhangi bir söylemin bu kadar ağır ve özellikle de hapis yaptırımıyla bastırılması demokratik değerlere taban tabana zıt bir düzenleme. Zaten Venedik Komisyonu Raporu’ndan sonra, AP Türkiye İlerleme Raporu da aynı tespitleri içeriyor.

Hükümet sivil toplum kuruluşlarının tespitlerini hiçbir zaman umursamadı

Türkiye son yıllarda AB, Avrupa Parlamentosu ve ABD’nin raporlarında ifade ve basın özgürlüğü konusunda giderek sertleşen uyarılar alıyor. Peki bu ihlaller karşısında STK’lar ve basın kuruluşları üzerine düşen görevi yapıyor mu?

Sivil toplum veya medyanın çok fazla bir şey yapabileceğini düşünmüyorum. Türkiye’de hükümet, AB adaylık süreci de dahil olmak üzere sivil toplum kuruluşlarının tespitlerini hiçbir zaman umursamadı. Eğer bizim uyarılarımız dikkate alınmış olsaydı Hrant Dink katledilmemiş olurdu. Önerilerimiz TCK’nın ruhu itibariyle dikkate alınmış olsaydı Türkiye muhalefeti bölünmemiş ve ortak bir yurttaş profili üzerinde bu toplum uzlaşmış olurdu. Dolayısıyla sivil toplum hareketleri görevini yapıyor ancak iktidarlar kendi siyaset odaklarını ayrıcalıklı kılmak için toplumun geri kalanını gözden çıkarıyor.

90’lı yılların militarist tabuları bugün iktidar tarafından sürdürülüyor

Yıllardır hazırladığınız ‘Medya Gözlem’ raporlarıyla medya dünyasının nabzını tutuyorsunuz. Sizce gazetecilerin en fazla baskı gördüğü dönem hangisi?

Türkiye medyasını 90’lı yılların ortasından beri takip ediyorum. Mesela 28 Şubat dönemi ya da Güneydoğu’da düşük yoğunluklu savaş süreci ekonomik darlık içerisindeki Türkiye’ye korkunç bir yük getiriyordu. Türkiye demokratik hedeflerin konulduğu bir ülke değildi. 2000-2010 yılları AB üyeliğine yönelik reform dönemi olarak görülse bile aslında ifade özgürlüğü anlamında çalkantılı bir dönem. 2005’ten itibaren hükümet, medya sahiplerini kendisine doğru çekmeye, eleştirel sesleri kısmaya ve hoşa gitmeyen düşünceler peşindeki gazetecileri tasfiye etmeye çalıştı. Bugün bu reformların bütün Türkiye için yapılmadığını sadece belirli bir iktidar odağını pekiştirmek ve onu kalkındırmak, özgürlükleri belirli bir zümreye ayrıcalıklı kılmak için yapıldığını düşünüyorum. 2000’li yıllar bizim demokratik standartlar, refah ve kalkınma açısından umut verici olacağını düşündüğümüz bir dönemdi. Ancak aradan geçen zaman bu umudumuzu kırdı ve geleceğe endişeyle bakmamıza sebep oldu. 90’lı yıllarda militarist özlü tabular vardı. Bugün de aşağı yukarı bu tabuların sürdüğünü görüyoruz. AKP hükümeti Genelkurmay’ın bundan 20 yıl önceki akreditasyon uygulamalarını birebir aldı. Hatta daha da ağırlaştırarak uyguluyor.

Gazetecilerin yaptığı haberler nedeniyle casusluk ve terör örgütü üyeliği gibi suçlamalarla yargılanması yurtdışındaki meslektaşlarınızı şaşırtıyor mu?

2005-2010 arasındaki 5 yıllık dönemde Avrupa ülkeleri Türkiye’nin birçok Arap ülkesine demokrasi bakımından model oluşturabileceğini düşündü. Türkiye, Ortadoğu ve dünyanın birçok bölgesi için umut verdi. Reform dönemlerinin sancılı gitmesi normal karşılandıysa da 2010’dan itibaren muhalif her kesime karşı yoğun yargılama ve sansür ayyuka çıktı. Yayın yasaklarının sistemli bir duruma gelmesi, güvenlik kuvvetlerinin gazetecilere yönelik fiziki şiddet uygulaması ve bunun durdurulamaması, tutuklu gazeteciler meselesinin hastalıklı bir hal alması, Avrupa’yı AKP’nin niyetini sorgular hale getirdi.

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin