Mazeret yok

YORUM | REŞİT HAYLAMAZ 

Yaşını başını almış ve tecrübeli insanları bile dinlemeyecek kadar gözü kara bir kumandandı, Mâlik İbn-i Avf. Gemileri yakmış bir görüntüyle hareket eden her canlıyı, kıymet ifade eden her varlığı alarak, “Savaşın ne olduğunu ben gösteririm!” tehditleriyle Huneyn’e kadar gelmişti.

Ne var ki sonuç, istediği gibi olmadı.

Huneyn sonrası Ci’râne’de, çoğunluğu kadın ve çocuklardan müteşekkil 6 bin esir vardı.

Turistik bir seyahate gelmemişlerdi; askerle birlikte at veya develere binmiş olarak ok atıp mızrak savurmuş, savaş boyunca kılıç sallamışlardı!

Öyle inandırılmış, öyle kurgulanmışlardı!

Ne var ki Resûlullah’ın (sallallahu aleyhi ve sellem) şefkat ve merhametinden onlar da istifade edecekti!

Hatta bu istifade, savaşın kızıştığı demlerde kendini göstermişti; gözüne ilişen bir manzaraya anında müdahale etmiş ve kendilerine saldıran kadın ve çocuklara kılıcını çeken ashâbını görünce, “Kendilerine kılıç kaldırılmaması gerektiğini söylediğim halde onlara ne oluyor ki kadın ve çocuklara kılıç çekiyorlar?” diye ashâbını ikaz edip sormuştu.

Bu sırada yanında bulunan Üseyd İbn-i Hudayr’ın (radıyallahu anh), “Onlar müşriklerin çocukları değil mi yâ Resûlallah?” şeklindeki taaccübüne karşılık o gün öyle bir cümle söylemişti ki herkesin tüyleri diken diken olmuştu:

“Sizin en hayırlılarınız da müşriklerin çocukları değil mi?”

Öyle ya, öldürmek esas olsaydı kim hayatta kalırdı ki!

Sonra da ilave etmişti:

“Dünyaya her gelen, işlenmemiş bir maden gibidir; onu anne-babası ve çevresi şekillendirir! Anne-babası Hristiyan ise Hristiyan, Yahudî ise Yahudî ve Mecûsî ise Mecûsî olur!”

Bunun anlamı da belliydi; henüz işlenmemiş ve üzerine yazı yazılmamış duruluktaki dimağların yanında yer alınacak ve İslâm’ın safvetiyle yeşermeleri temin edilecekti.

Esirler arasında o gün, ordu kumandanı Mâlik İbn-i Avf’ın hanımı ve çocukları da yer alıyordu ki Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) onları, halası Ümmü Abdullah’a emanet etmiş ve gözbebeği gibi bakmasını söyleyerek Mekke’ye göndermişti.

Bu arada ashâbına da tembihleri vardı; yediklerinden yedirecekler, giydiklerinden giydireceklerdi ve hiç kimse onlara esir muamelesi yapmayacaktı. 

Hatta, hayatının karardığını düşünen 6 bin insana o gün yeni elbiseler dağıtmış ve hiç tahayyül edemeyecekleri kadar aydın bir dünyanın kapısını sonuna kadar aralamıştı.

Halbuki büyük çoğunluğu itibariyle kendi yanındaki insanların bile beklentisi, onların askerler arasında taksimat yapılması ve köleleştirilmesi istikametindeydi.

Ne var ki Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) günler geçmesine rağmen bu beklentiye “Evet” demiyor ve seslerin yükselmeye başlamasına, huzura gelip de taleplerin dile getirilmesine rağmen beklemeyi tercih ediyordu.

Sebebi sonra anlaşılacaktı.

Derken Ci’râne’ye, Hevâzin’den 14 kişi geldi; anlamsız savaşlardan usandıklarını ifade ediyor ve Resûlullah’a (sallallahu aleyhi ve sellem) teslimiyetlerini arz ediyorlardı.

Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) ilk tepkisi, çoluk-çocuk demeden herkesi cepheye sürüp kendilerini maceraya sokan toy kumanı sormak oldu ve onlara, “Mâlik İbn-i Avf yapıyor?” dedi.

Sakîflilerle birlikte kaçıp Tâif’e sığındığını söylediler.

“Gidip ona haber verin!” buyurdu. “Şayet o da gelirse hem mal ve mülkünü hem de çoluk-çocuğunu ona teslim eder, üstüne de yüz deve veririm!”

Öylesine sevinmişlerdi ki “Yâ Resûlallah!” dediler. “Onlar bizim efendilerimiz ve en çok sevdiğimiz kimselerdir!”

Bu sevinci pekiştiren bir cümle daha geliyordu:

“Zaten ben de onlar için hayır murâd etmekteyim.”

Duydukları beyanlar ve gördükleri muamele ile gözlerinin içi gülen Hevâzinliler, fırsat fevt etmeden bu haberi Tâif’e, liderleri Mâlik İbn-i Avf’a ulaştırdılar. “Bildiğin gibi değil!” diyorlardı ve o güne kadar göremedikleri, hiçbir yerde de göremeyecekleri bir şefkat ve merhametten dem vuruyorlardı!

Bu arada, Ci’râne’deki herkesi hürriyete kavuşturacak bir irade ortaya koymuş, ‘İlla esir istiyorum!’ diyenleri de ikna ederek 6 bin kişiyi de serbest bırakmıştı!

Zaten ailesi dahil her şeyini kaybetmiş, müflis bir kumandandı, Mâlik İbn-i Avf. Yalnızlaşmış ve kendisi gibi yalnızlaşanlar tarafından da yalnızlaştırılmıştı!

Karamsarlığın kıskacında bunaldığı bir dönemde gelen bu haberle içi ısınıvermişti. Halbuki bu sıralarda o, hanımı ve çocuklarının kim bilir kimlerin kölesi olacağının derdine düşmüş, esaretlerine sebebiyet verdiği insanların da köle pazarlarının konusu haline geleceğini tahayyül ettikçe çıldıracak gibi oluyordu.

Onun için şok bir haberdi bu ve beklentilerinin aksine yine ters köşe olmuştu!

Üstelik hem Ci’râne hem de Mekke’den gelen haberler duyduklarını destekler mahiyetteydi; kimleri affetmemişti ki? Hatta kaçanların bile arkasından adamlar göndermiş, gelişlerini kolaylaştırabilmek için adeta ayaklarının altına kırmızı halılar sermişti!

Öylesine bir cömertlik öyle bir civanmertlik vardı ki fakirlik endişesi yaşamaksızın veriyordu!

Kararını verdi; o da gidecekti.

Ancak duydukları takdirde Sakîflilerin bundan hoşlanmayacağını, kendilerini de maceraya atan birisi olarak elini kolunu sallayarak gidişine rıza göstermeyeceklerini biliyordu. Onun için hiç kimseye hissettirmeden bir deve hazırladı ve güvendiği bir delikanlı ile gecenin karanlığında Dehnâ’ya gönderdi; kendisi gelinceye kadar orada beklemesini söylüyordu.

Ortalıktan el-ayak çekilince bir ata bindi ve o da Dehnâ’nın yolunu tuttu. Hedefinde, nice mürde gönülün fethine şahitlik yapan Ci’râne vardı.

Mahcup ama bir o kadar da ümit dolu hislerle Allah Resûlü’nün (sallallahu aleyhi ve sellem) huzuruna geldi.

Şüphe yok ki bu huzurda, duyduklarından fazlasını bulacaktı; öyle bir şefkat öyle bir sıcaklıkla karşılanmıştı ki ne mahcubiyetinden ne de endişelerinden eser kalmıştı! Kıpırdamaya başlayan yüreğindeki heyecana hâkim olmak imkansızdı ve haftalar öncesinde orduyu toplayıp da üzerine yürüdüğü Fahr-i Rusül’ün (sallallahu aleyhi ve sellem) huzurunda o da teslimiyetini ilan etti.

Ne var ki bu teslimiyet, kendisini esir eden bütün bağlardan kurtulup sadece O’na (celle celâlühû) kul olduğunu ilan eden bir teslimiyetti.

Doğal olarak bu teslimiyet, Resûlullah’ı da (sallallahu aleyhi ve sellem) sevindirmişti. Vadettiği gibi malı-mülkünü iade etmiş, ailesiyle çoluk-çocuğunu da kendisine teslim etmişti. Üstelik, iki devenin zenginlik alameti olarak görüldüğü bir dönemde kendisine, karşılıksız yüz deve de ihsanda bulunmuştu.

Bununla da yetinmedi, Tâif ve çevresinde yaşayan Sümâle, Selime ve Fehm kabilelerine âmil olarak tavzif etti onu, Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem).

Bundan böyle Mâlik İbn-i Avf da eski günlerinin derdine düşmüş, onları affettirebilmek için hızını artırarak koşturan bir süvari olmuştu.

Şüphesiz o, yaklaşık bir yıl sonra Medîne’ye gelip de Müslüman olan Sakîflilerin dönüşümündeki kilit isimlerin başında geliyordu.

Hazreti Ebû Bekir (radıyallahu anh) döneminde de âmillik vazifesine devam etti.

Kâdisiye ve Suriye fethinde bulundu ve sonraki günlerinde Şâm’a yerleşti.

İlim meclislerinden feyz almayı ihmal etmeyen, ulemanın kapısında dolaşmayı fazilet bilen bir hassasiyeti vardı.

Hicretin 20. yılında Şâm’da vefat etti.

Binlerce örneğinde olduğu gibi İslâm’ın Peygamberi (sallallahu aleyhi ve sellem), nefret dolu bir kumandanı, dünkü amansız bir düşmanı daha arındırmış, dost ikliminin yaman bir müdâfii, mûnis bir ferdi haline getirmişti!

Bunun anlamı açıktır: Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem), ‘olabilir’ olduğunu bize de göstermiş ve ileri sürebileceğimiz bütün mazeretleri elimizden almıştır.

Yol, O’nun (sallallahu aleyhi ve sellem) yolu ise başka değil, ümmetine düşen de bu yolda yürümektir!

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

1 YORUM

  1. Hocaefendi, hizmet ve hizmetin hadimleri ile dava ve gönül birliği yapmak, ahde vefa gösterip, sebat etmek. Rabbimizin bu asrın bahtiyarlarına bağışladığı en büyük ikramdır. Elhamdülillah 🇹🇷

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin