Krater ağzında seyre dalmak

YORUM | HAKAN ZAFER

Çoğunlukla, aklı reddederken etkin kullanıyoruz zannetsek de aslında aklın en temel işlevi, kabul etmektir. Ve kabul etmek ya da kabullenmek öyle kolay bir iş değildir.

Doğruyu, yanlışı; bilmeyi, cehaleti; hakkı, batılı; hayrı, şerri; yenilgiyi, muvaffakiyeti…

İlginçtir, Hitler “Kavgam”da Tanrıyı insanlardan ayıran özelliğin “kandırılamamak” olduğunu, Tanrının kandırılamadığı için üstün, insanın kandırılabildiği için zayıf kabul edilmesi gerektiğini söylüyor. Hatta insanın, ısrarla söylenen bir yalana kalbinin köşesinde mutlaka müsait bir yer ayıracağını, kandırmayı meslek edinmiş kimselerin, ayrılmış bu yeri herkesten önce kapma konusunda pek mahir olduklarını ekliyor. Maksadım istemeden de olsa Hitler’i referans göstermek değil elbet, bahsettiği kandırıcıların önde koşanlarından biri de kendisi olduğu için, kandırmanın alt yapısına dair verdiği ipucunu önemsemek.

Kandırmanın tersi, uyarmak olmalı.

Tıpkı kabul etmek gibi uyarmak da zor iş.

Toplumun veya toplulukların haddini aşan iyimser tutumlarına rağmen ortamın kaldırmakta zorlanacağı çıkışları yapmak, sadece bilgi değil aynı zamanda cesaret de isteyen bir meseledir.

Çağdaşı diğer düşünürler gibi Hitler’den çok çekmiş Erich From; kendine yakın dönemden Marx, Nietzsche ve Freud gibi isimleri örnek verip bu isimlerin en önemli vasıflarını, faşizmin volkanı patlamadan önce halkı krater ağzına kadar çıkarıp fokurdamayı göstermek olarak tarif ediyor.

Hakikati apaçık ortaya koyma karşılığında ücret istememenin, istisnasız bütün Peygamberler için sayılan ortak özelliklerden olmasına bir de bu açıdan bakmakta yarar var galiba.

Ne ücreti artırsın diye ikazın şiddetini artırmak, ne de ücret almak uğruna ikaz etmekten vaz geçmek. Kendilerine neye mâl olursa olsun, işin sonunda kaybettiklerini ücret cinsinden tartmamak.

Hz. Nuh(as)’un, onu yalanlayan kavmi karşısındaki mağlubiyeti sonrası iç döküşünü (Kamer Suresi 10), coşkulu ortamlarda ne de güzel duamızın arasına sıkıştırıyoruz. Hele o itirafın gök kapılarını, yerin kapalı pınar kapaklarını bir anahtar gibi açıp koparttığı tufanı anlatırken zihnimizdeki ihtişam…

Ama “mağlup oldum” deme sırası bize gelince…

*****

Kandırmakla şevke getirmek arasındaki uçurumu hesaplayamayınca sonuca odaklanıyor insan. Söylediğinin en kavî mümini kendiymiş duruşuyla, karşısındakileri en azından bir süreliğine yetecek kadar yüreklendirebiliyorsa, “Neden olmasın, fena mı oldu?” diyen biri için dert, sonuç dururken süreç mi olur?

Yetinmeyip manzarayı tersten okutur, bir de “Yo, her şey  yolunda gidiyor aslında” türünden ancak bir deterjan reklamının kaldıracağı kadar güçlü iknaıyla ısrar ederse, biz “inanası gelenlere” bilinmeze savrulmak kalır.

Ne olabilir sebebi?

Ya muayeneye, “Neme lazım, doktor durduk yere başımıza iş çıkarır şimdi” diye gitmemek kabilinden korkudan,

ya da “Hoşuma gidiyor, nasıl yalan olabilir!” diye inanma ihtiyacını gerçek olmayanla gideren hevâdan.

Her ne sebeple olursa olsun, benzer durumlarda aklın, akıllı davranmanın emaresi, kabul etmek veya kabullenmektir.

İşte böyle…

Faili olduğu suçtan kaynaklı yargılamaya kendini hâkim atayacak kadar işin işinden sıyrılabilen maharetli kimseyi, kendi suçunu başkası işlemiş gibi yargılamaktan kim geri tutabilir!

Maden öyle…

Ölüler, dirilerin hep helva yediğine dair suizanlarını terk etsinler diye beklemek kısa sürmeyecek bir iştir.

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

1 YORUM

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin