Koronavirüs Wuhan’daki laboratuvardan mı kaçtı?

HABER ANALİZ | YAVUZ ALTUN 

19 Şubat 2020’de, henüz Covid-19 hastalığı küresel ölçekte bir salgın yani “pandemi” ilân edilmeden evvel, 27 bilim insanı prestijli The Lancet dergisinde yayınladıkları bir açık mektupla, yeni tip koronavirüsün (SARS-CoV-2) kesinlikle laboratuvarda üretilmediğini ve bu yöndeki haberlerin “komplo teorisi” olduğunu savunmuştu. Malum hastalığın ilk olarak Çin’in Wuhan bölgesinde görüldüğü haberleri yayılmış, Çin yönetimi de Wuhan’daki vahşi hayvan pazarlarını “muhtemel kaynak” olarak işaret etmişti. Bilhassa ABD’de dönemin Başkanı Donald Trump ve yakın çevresi virüsün “Çin kaynaklı bir komplo” olduğunu savunduğundan, yani siyasal kutuplaşmanın ortasında, ana akım medya bilim insanlarının bu açıklamasını peşinen sahiplendi.

Wuhan’ın merkez olmasında kafaları karıştıran bir durum var. 1950’lerden bu yana bu şehirde faaliyet gösteren Wuhan Viroloji Enstitüsü (WIV) içinde son yıllarda koronavirüsle ilgili çalışmalar yapıldığı biliniyor. Özellikle 2010’ların başında ortaya çıkan ilk SARS hastalığının ardından, “bir sonraki koronavirüs salgınına hazırlık” denebilecek deneyler üzerinde yoğunlaşılmış. Ayrıca bu enstitünün başındaki Dr. Shi Zhengli ve ekibi yine Wuhan’daki yarasa mağaralarında koronavirüs örnekleri toplayıp bunların insan dokularında nasıl etkiler uyandırabileceği üzerine çalışıyor. Nitekim ilk aylarda Covid-19’a sebep olan virüsün de, yarasalardan bir başka aracı hayvan yoluyla insanlara geçtiği teorisi “en akla yatkın” açıklama olarak görülüyordu. Mart 2020’de bir başka prestijli bilim dergisi Nature Medicine’de yayınlanan bir makalede bilim insanları, bir kez daha “laboratuvarda üretildi” tezinin “bilimsel olarak desteklenebilir nitelikte olmadığını” ilân etmişti.

BU YAZIYI YOUTUBE’TA İZLEYEBİLİRSİNİZ ⤵️

Bütün bunlar olurken Trump yönetimi “elimizde istihbarat raporları var” diyerek, virüsün kaynağının Wuhan laboratuvarı olduğunu iddia etmeyi sürdürdü. Dedikodular arasında bu laboratuvarda çalışan üç kişinin 2019’un Aralık ayında “grip benzeri ağır bir hastalık” sebebiyle tedavi gördükleri de vardı. Her ne kadar daha radikal görüşteki insanlar bu hastalığı Çin’in bilerek yaydığını söylese de, uzun süre üzerinde durulan teori aslında SARS-CoV-2 virüsünün “kazara” laboratuvardan dışarı sızdığı ve bugün bildiğimiz pandemiyi netice verdiğiydi. İstihbarat raporlarına göre 2018’de ABD’den bir grup yetkili Wuhan’daki enstitüyü ziyaret etmiş ve laboratuvar güvenliğinin “yetersiz olduğunu” haber vermişti. Esasında yarasalardaki koronavirüslerin insana doğrudan bulaşabildiğine dair bir kanıt yoktu fakat Wuhan’daki merkezde koronavirüslere genetik müdahalede bulunarak, insan dokularına bulaşmaları ve burada meydana getirecekleri etkilerin araştırıldığı iddiaları dile getiriliyordu. Hafta başında The New York Times’ın görüştüğü Dr. Shi Zhengli, bu iddiaların tamamını reddetti, şeffaf olmama suçlamasını ise “Elde kanıt yoksa ben size nasıl sunabilirim?” sözleriyle karşıladı.

Virüsün kaynağı bulunamadıkça yeni teoriler ortaya çıktı. Geçtiğimiz kasım ayında yayınlanan bir makalede, “laboratuvardan sızma” hikâyesinin bilimsel olarak çürütülemediği ve virüsün bazı özelliklerinin yapay olarak geliştirilmiş olabileceği ihtimalini taşıdığı vurgulandı. Bu sırada Çin’e giden bir Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) heyeti, Pekin yönetiminin yeterli bilgi paylaşmamasından ve soruşturmanın sağlıklı yürümesini engellemesinden yakınan bir açıklama yaptı. Çin’in süreci şeffaf bir şekilde yürütmemesi, virüsün laboratuvardan sızdığına dair kanaati giderek pekiştirdi. Mayıs ayında yeni ABD Başkanı Joe Biden, virüsün kaynağına dair herkesi tatmin edecek kapsamlı bir araştırma yapılması emri verdi. Bunun üzerine bir zamanlar “komplo teorisi” olarak görülen ihtimal, bir anda yeniden ana akıma taşınmış oldu.

Henüz işin başında ABD’li Senatör Tom Cotton, virüsün laboratuvardan sızdığını söyleyerek, bu olayı “Çin’in Çernobil faciası” olarak nitelemişti. Kulağa hoş gelen bu benzetme, aynı zamanda Çin gibi otoriter ülkelerin “eninde sonunda her şeyi ellerine yüzlerine bulaştıracakları” iması taşıyor. Nitekim Çernobil faciası uzun yıllar, totaliter Sovyetler Birliği rejiminin yarattığı korku ikliminin doğal bir sonucu olarak görüldü. (Yakın zamanda HBO’da yayınlanan Çernobil isimli dizi de bu varsayım üzerinde duruyor.) Çin’in 2000’lerden itibaren hazırlop Soğuk Savaş anlatılarında Sovyetlerin yerini alması, beklenen bir gelişme. Hâlihazırda laboratuvar sızıntısı ihtimalini destekleyen bilimsel bir kanıt yok, sadece çeşitli iddialar var. Fakat buna rağmen bir anda bu teoriye yönelik ilginin artmasının en büyük sebebi bana kalırsa Çin’le ilgili negatif algı. Burada Çin’i aklamaya çalışmıyorum elbette, ancak hakikati ararken fikirlerimizin algılarımızla ilişkisi üzerinde durmakta fayda var.

Bir diğer önemli sebep, bilim insanlarının bu süreçte fazlaca antipati toplaması. Pek çoklarının bugün söylediği üzere, henüz sürecin başında laboratuvar hikâyesini “yok saymak” büyük hataydı. Çünkü bilimsel olarak “çürütülmüş” değildi. Üstelik prestijli isimler bunu ortaya atınca, bir anda ana akım medya da aksini söyleyenlere “komplocu” iması yapmaya başladı. Haklarını teslim etmek lazım, virüsün laboratuvardan sızmış olabileceğini söyleyen haberler ve yorumlar benim görebildiğim kadarıyla The New York Times ve The Washington Post başta olmak üzere pek çok büyük mecrada yayınlandı. Ancak hâkim söylemin değişmesi bir yılı buldu. Şimdi Çin’e ve Çinli bilim insanlarına karşı “düşmanca” bir hava oluştu ve ağır suçlamalar altında Wuhan’daki uzmanların çıkıp bütün dünyadan özür dilemesi bekleniyor. Bilim insanları bu “havanın” gerçeğin ortaya çıkmasına yardımcı olmayacağını söylüyor.

Virüsün bilim insanları üzerindeki baskısı sadece kaynağıyla ilgili tartışmalarda değil, bir yıldan fazla süredir hayatımızın orta yerinde duran pandeminin her safhasında hissedilebiliyor. Bir yandan bu zor şartlarda hayatlarının en yoğun dönemini geçiren sağlık çalışanlarına minnet duyulsa da, öte yandan pandemiyle ilgili sosyal kısıtlamaları tavsiye eden bilim insanlarına ve siyasetçilere karşı bir öfke hissediliyor. Üç gün önce Reuters’e konuşan bir güvenlik uzmanı, Almanya’da karantina ve kapanma tedbirlerine karşı “bilenen” toplum kesimlerinin “aşırı sağ” partilere can suyu verdiğini söylüyordu. Gerçekten de “orantısız” yasaklar, huzursuzluk doğurdu, bunun da politik karşılıkları görülmeye başlandı. İspanya’da hükümet pandemi süresince barların ve restoranların kapatılması kararı verirken, Madrid bölgesini yöneten Popüler Parti’den Isabel Díaz Ayusod, bu karara direnmişti. Sonucu ne oldu dersiniz? Mayıs ayındaki yerel parlamento seçimlerinde sandalye sayısını iki katına çıkardı.

Ciddi bir tehlike karşısında korumacı olmak en rasyonel davranış gibi görünüyor fakat insanlar özgürlüklerine çok fazla müdahalede bulunulduğu hissine kapılınca “irrasyonel” tepkiler verebiliyor. Koronavirüsten korunmak için faydalı görünen “yasaklar” başka yönlerden insanları korumasız bırakabiliyor. Nitekim pandeminin ekonomi kadar bireysel ruh sağlığı üzerinde de ciddi tahribi oldu. Aşıya dair “çekinceler” ve bunlara verilen cevaplar da benzer bir yol izliyor. Bir yanda “bilime güvenin” derken yol gösterici rolünü abartıp tepeden inmeci ve zorlayıcı bir üsluba bürünen “rasyonel” akıllar, diğer yanda çekinceleri giderilmediği ya da basitçe bu tavra “kıl olduğu” için aşı olmayacağını deklare eden, aşılarla ilgili şüpheleri yaygınlaştıran “irrasyonel” kimseler… Elbette bu tabloda, “sürüden ayrı” durma motivasyonuyla çarşaf çarşaf yayınlanan bilimsel çalışmalara gözünü kapatan aklı evveller olduğunu da unutmamak gerekir.

Ancak bütün bu süreç bize önemli bir ders veriyor. Bilimsel olarak defalarca test edilip ispat edilmiş bile olsa, bir bilginin kamuoyu tarafından “satın alınması” öyle bir anda olmuyor. Haliyle “uzmanlar” toplumsal dinamikleri de göz önünde bulundurarak hitapta bulunmadıkça, “yalan haber endüstrisi” onların yerini doldurmayı sürdürecek.

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin