Kimlik oluşumunda vatan ve millet

YORUM | MAHMUT AKPINAR

(Kimlik Göç Entegrasyon II) 

Bir toplulukta: “kendini tanıtır mısın?” diye sorulduğunda ya da kendimize: “ben kimim?” diye sorduğumuzda bunun pek çok cevabı vardır. Çünkü hepimiz iç içe geçmiş farklı kimliklere sahibiz. Bunlardan hangisinin daha önemli ve öncelikli olduğu kişiye ve duruma göre değişebiliyor. Münhasıran göçmenler arasındaki tanışmalarda doğduğunuz ve yaşadığınız yeri söylemeniz yetmiyor. “Aslen nerelisin?” sorusu gecikmeden geliyor.

Kendimizi veya başkasını tanımlamada çok sayıda kimliğimiz olsa da, üst kimliği tanımlamada vatan ve millet kavramları, yani ülke ve ulus (nationality), etnik köken öne çıkıyor. Türkiye’deki “nerelisin?” sorunun yerini yurt dışında “Where are you from?” sorusu alıyor. İngiltere, ABD gibi çok etnikli ve kültürlü ülkelerde doğan ve büyüyen göçmen kökenlilerin “ben Britishim”, “Amerikanım” demesi de çoğu zaman muhatabı ikna etmiyor. “Buraya hangi ülkeden geldiniz?” sorusu soruluyor. Aslında köken, sınıf, din belirten sorular sormak medeni dünyada dışlamaya, aşağılamaya, ön kabullere ve tasnife sebep olabileceği için hoş karşılanmıyor. Ama kendisi de göçmen olanlar bu konularda çok daha meraklı oluyor, cevap almak istiyor. Yerli insanlar bu soruların cevabını bizim gibi doğrudan sorarak ve hemen almak yerine dolaylı sorularla ve tanışıklık ilerledikçe almayı tercih ediyorlar. Fakat sonuçta göçmenlerin ve göçmen çocuklarının muhatap olmaktan kaçamayacağı ve sıkça karşılaştığı sorular ülke ve millet oluyor. Çok etnikli ülkeler için alt etnik kimlikler bile merak ediliyor. Mesela Türkiye’liyim dediğinizde önemli bir Kürt varlığı bilindiği için benim gibi karayağız olanlara “Kürt müsün?” diye de sorabiliyorlar.

Kimliğin öne çıkarılmasında veya saklanmasında o kimliğin o toplumda kabul veya red görme durumu etkili oluyor. Bazen de kişiler bazı kimliklerini öne çıkarmayı seviyor, tercih ediyor. Mesela Kürt olmak, Alevi olmak Türkiye’de dezavantajlı, dışlamaya maruz kalan kimlikler olmasına rağmen bazen kişiler bu kimliklerini özellikle öne çıkarmak ve vurgulamak isteyebiliyor. Bu vurgu bazen politik ve reaksiyoner sebeplerle, bazen kişinin o kimliği daha çok benimsemesi nedeniyle oluyor. Etnik köken modern demokratik dünyada çok da iftihar edilecek bir şey olmamasına rağmen kişisel profiline etnik kimliğini (Kürt, Türk, Çerkes..) gibi özellikle yazıp öne çıkarıp vurgulama lüzumu görenler az değildir.

Peki kimlik, üst kimlik oluşumunda çok öne çıkan, resmi evrakta sorulan ülke ve millet kavramları nedir? Nereden doğmuştur?

Bugün kullandığımız anlamda vatan ve millet kavramları 1648 Westphalia barışından sonra ortaya çıkan Fransız İhtilalini müteakip şekillenen modern devletle ilgilidir. Bundan önceki dönemlerde ülkeler ve devletler kralların, hanedanların mülkü, halklar da tebasıydı. Vatan, millet kavramlarına yüklenen kutsiyet, bayrak, milli marş gibi sembollerin öne çıkması Fransız ihtilalinden sonra, ulus devlet anlayışıyla ilgilidir. Vatan, devlet denilen siyasi organizasyonun coğrafyasını, millet ise beşeri unsurunu oluşturmaktadır. Vatan kavramı bugünkü anlamıyla bizde Namık Kemal’in (1840-1888) şiirleriyle, yazılarıyla çok geç dönemde ortaya çıkmıştır. Osmanlı son döneminin en önemli devlet ve ilim adamlarından birisi olan, Mecelle yazarı Ahmet Cevdet Paşa (1822-1895) o dönemin olaylarını anlattığı Tezakiri Cevdet isimli eserinde “bir askere vatan nedir?” diye sorarsanız size köyünün meydanını anlatır demektedir.

Millet kavramı ise modern devlet anlayışıyla ortaya çıkmıştır. Zira modern devletle birlikte devletin meşruiyeti dinden, mutlak güce sahip monarktan, kraldan millet denilen ülke sınırları içinde yaşayan insanların onayına dayalı hale geldi. Egemenlik meşruiyetini ulustan almaya başladı. Jean Bodin (1530-1596) yeni bir egemenlik anlayışı ortaya attı, Thomas Hobbes (1588-1679) ve daha sonra J. J. Rousseau (1712-1778) “Toplum Sözleşmesi”, Montesquieu (1689-1755) “Kuvvetler Ayrılığı” kavramlarını geliştirdiler ve egemenliğin, devletin güç ve yetkileri kullanmasının kaynağının ulus/millet olduğunu ortaya koydular. Bugünkü anlamda Nation, millet kavramını tanımlayan Fransız Emmanuel Joseph Sieyès’tir (1749-1836). Ulus/millet kavramı Fransız devriminden sonra yaygınlaşmıştır. Osmanlı’da bu kavramlar azınlıklarda daha erken karşılık bulmuş ise de, Türklere ve Müslüman topluluklara yaklaşık 100 yıl sonra 1800’lü yılların sonlarında ulaşmıştır.  Tarihte “Türk devletleri” olarak saydığımız devletlerin halkları bizim anladığımız manada bir millet kimliğine ve bilincine sahip değildi. “Biz bir milletiz, hadi hep beraber hareket edelim” filan gibi dertleri yoktu. Eski insanların en büyük derdi güven, huzur içinde ve adil bir yönetim altında yaşamaktı. “En uzun yaşayan Türk devleti” olarak anılan Osmanlı Türklere: “etrakı bi idrak” (anlayışı kıt Türkler) olarak bakmaktaydı. Adı anılınca milliyetçilerin gururlandığı Fatih Sultan Mehmet kendisini Türklerin sultanı değil, Roma’nın varisi ilan etmişti.

Devlet ile Millet (toplum) arasındaki ilişkinin İslam’da farklı bir düzlemde geliştiği iddia edilebilir. Hz Peygamber bir insan hakları beyannamesi olan son konuşmasında geniş halk kitlesine hitap etmiştir. Veda Hutbesi’nde bireysel ve kolektif hakları hatırlatması, Medine Vesikasıyla gayrimüslimler dahil, toplumsal kesimleri yönetime ortak etmesi egemenliğin halka dayandırılması noktasında önemlidir. İlk halifelerin seçilmesi ve halkın onayının (biat) aranması o döneme göre oldukça ileri katılımcı, çoğulcu yönetim örneğidir. Hz. Ömer gibi sert bir devlet başkanına dahi kamuya açık alanda halkın hesap sorabilmesi, yanlış yaptığında “kılıçla düzeltmek”ten bahsetmesi halkın önemli ve yönetimde etkili olduğunu göstermektedir. Ancak bu süreç Emevilerle birlikte saltanata dönüşmüş, halk etkisizleşmiştir. 

Anayasa Hukukçusu Kemal Gözler Milleti: “birbirlerine birtakım bağlar ile bağlanmış insanlardan oluşmuş bir topluluk” olarak tanımlamaktadır. Millet (Nation) hukuki ve siyasi anlamda devletin insan unsurunu teşkil eder. Milleti oluşturan faktörler objektif ve subjektif olarak ikiye ayrılmıştır. Objektif millet anlayışı ırk, dil, din birliğine dayanıyor. Ancak bu yaklaşım işgalci ve revizyonist politikaları doğuruyor. Aynı ırktan olduğu, aynı dili konuştuğu veya aynı dine, mezhebe mensup olduğu kimselerle “güçlü devlet”e ulaşma arzusu içte tehcirci, soykırımcı; dışta işgalci, yayılmacı politikaları besliyor. Hitler örneğinde görüldüğü üzere büyük savaşlara ve acılara neden oluyor. Bu tez münhasıran modern, demokratik dünyada önemini kaybediyor. Devletler giderek çok dinli, çok etnikli ve çok dilli hale geliyor.

Objektif millet anlayışının temel yaklaşımları olan ırk, dil ve din birlikteliğinin millet oluşturmadığına, aksine düşmanlıklara, savaşlara neden olduğuna dair çok sayıda örnek bulmak mümkün. Örneğin aynı veya benzer etnik kökenlerden gelen, benzer dilleri konuşan Boşnaklar, Hırvatlar ve Sırplar bir millet olmaktan öte kanlı düşmanlardır. Keza Pakistan ve Hindistan halkı benzer durumdadır. Dil birliği de bir millet olmayı temine yetmiyor. İskoçlar, İrlandalılar ve İngilizler aynı dili konuşuyor ama kendilerini aynı millet kabul etmiyorlar. Öte yandan Belçika, Kanada, İsviçre, ABD gibi ülkelerde çok farklı etnik köken, dil ve dinden insanlar yüzyıllardır barış, refah içinde ve ulus halinde yaşayabiliyor. Arapça konuşan pek çok Arap ülkesi var lakin bir devlet değiller, hatta bazıları birbirine düşmanlar. Din, kültürün en önemli unsurlarından olsa da millet oluşturmak için yeterli değil. Birinci ve İkinci Dünya Savaşlarında aynı dine, bazen aynı mezhebe inanan toplumlar birbirleriyle acımasızca savaştılar. Öte yandan Arnavutların bir kısmı Hristiyan bir kısmı Müslümandır ama bir millet özelliği göstermektedirler.

Millet olmakta insanların ne olduğundan öte kendisini ne ve nasıl hissettiği önemlidir.

Subjektif Millet anlayışına göre, millet birtakım subjektif bağlar ile birbirine bağlı insanların oluşturduğu topluluktur. Bu bağlar, manevî niteliktedir; birtakım duygu ve düşüncelerden oluşur. Subjektif millet anlayışı ilk defa Ernest Renan (1823-1892) tarafından Qu’est-ce qu’une nation (Millet Nedir) isimli eserle ortaya atılmıştır. Buna göre milletin bireylerini birbirine bağlayan subjektif bağlar arasında, mazi, hatıra, amaç, ideal, istikbal, ülkü birliği gibi hususlar vardır. Geçmişte yaşanılan ortak acılar veya birlikte kazanılan başarılar, ortak amaca varmak için yapılan mücadele ve tehlikelere birlikte karşı koyma isteği gibi faktörler insanları birbirine bağlar ve milleti oluşturur.

Ernest Renan milletin objektif faktörlerle oluştuğu düşüncesini reddetmektedir. Yazara göre,  “insan, ne ırkının, ne dilinin, ne dininin, ne de nehirlerin izlediği yolun ve sıradağların eseridir. Sağlam duygulu ve sıcak kalpli insanların bir araya gelmesi manevî bir şuur yaratır, buna millet denir” Renan milleti açıkça “bir ruh, bir manevî prensip” olarak tanımlamaktadır. Bu ruh geçmişte yaşanılan ve şu anda paylaşılan duyguların, hatıraların birleşmesiyle oluşur. Geçmişte yaşanılan ortak acılar veya birlikte kazanılan zaferler insanları birbirine bağlar. Milleti ayakta tutan faktör birlikte yaşama ve ortak miras yaratma isteğidir. Bu unsur amaç, mefkure, istikbal, ülkü birliği gibi hususları ihtiva eder. Özetle Renan’a göre, milleti oluşturan şey birlikte yaşanmış biz maziye sahip olma ve geleceğe dair birlikte yaşama umudunu paylaşmaktır.

Türk milliyetçiliğinin öncülerinden, Cumhuriyetin kurucularını ve İttihatçıları etkilemiş Ziya Gökalp’in millet/ulus yaklaşımı da Renan gibi subjektif millet anlayışına dayanmaktadır. Irka, etnisiteye dayalı bir milliyetçilikten öte Gökalp mefkure, hars, kültür kavramlarını öne çıkarmıştır. Ortak tarihe, kültüre, değerlere sahip olmaya dayalı bir milliyetçilik yaklaşımı ortaya koymuştur.

Bu çerçeveden bakılınca göçtüğümüz yerlerde vatan ve millet kavramlarını tekrar yorumlamamız gerekmektedir. Yeni ülkelerde yetişen çocuklara vatan olarak Türkiye’yi dayatmak da, yaşanan acılar nedeniyle reaksiyoner davranıp ülkeyi olumsuz tanımlamak da çocuklarda problemli bakış gelişmesine neden olabiliyor. Millet kavramına sadece objektif yaklaşımla bakmayı bırakıp, subjektif unsurların da çok önemli olduğunu görmeliyiz.

Gençlerin kimliğini ebeveyn olarak tanımlamaktan, vatan ve millet dayatmasından vazgeçmeliyiz. Onların kendisini Türk veya Türkiye’ye ait hissetmemesini problem edip “Çocuğu kaybettik! Elimizden gidiyor!” gibi bakarak paniklememeliyiz. Modern dönemde, modern dünyada pekâlâ insanın birden fazla ulus kimliği, birden fazla ülkesi, kimliği olabilir. Bize düşen yeni ve eski ülkelerimizin güzelliklerini, kültürünü, değerlerini onlara anlatıp kimlik tercihini onlara bırakmak olmalıdır. Sonuçta kimlik bireylerin tercihidir. Üzüleceksek farklı bir ülkeye ve ulusa aidiyet duymasından değil, evrensel insani ve temel İslami değerlerden uzaklaşmasına üzülmeliyiz. Çocuklarımız bir Alman, Amerikalı, British kimliğiyle iyi bir insan oluyor ve Müslüman kimliğinden kopmuyorsa Türk ve Türkiyeli gibi kimlikleri takıntı haline getirmemeliyiz diye düşünüyorum.

Bazı genetik özellikler dışında kişinin hangi kimliği benimseyip öne çıkaracağı bireysel bir tercihtir. Ebeveynler olarak çocuklarımızın bizim gibi olmasını, kendisini bizim arzu ettiğimiz gibi tanımlamasını isteyebilir, baskı ve şiddete başvurmaksızın bunun için uğraşabilir, ona dair ortamlar, imkanlar hazırlayabiliriz. Ama unutmayalım ki dini kimlik de bir tercihtir. İnsan bu iradi tercihi nedeniyle dünyada ve ahirette sorumludur. Bireysel tercihi ve iradeyi yok ederek insanı bir kimliğe, inanca, aidiyete zorlamak en başta İslami değildir. Hz. Peygamber amcası, hamisi Ebu Talib’in Müslüman olmamasına çok üzülmüştür. Bir ayetle hidayetin, iman ateşini yakmanın Peygamber’in bile elinde olmadığı, sadece Allah’ın hidayet edebileceği kendisine hatırlatılmıştır. (Kasas 56) Nitekim kendi çocuğuna söz geçiremeyen, neşrettiği dine girmesine gücü yetmeyen peygamberler vardır.

Çocuğumuzun Müslüman kimliğiyle kalıp, Türkçe/Kürtçe konuşan Türkiyeli olmasını arzu eder, bununla ilgili hedefli, planlı çaba gösterebiliriz. Ama hukuki ve İslami açıdan onları zorlayamayız, farklı bir kimlik, aidiyet benimsediklerinde aforoz edemeyiz, etmemeliyiz. Diğer ortak noktalarımız devam etmese dahi ebeveyn-evlat ilişkisini merhamet ve şefkat esaslı sürdürmeliyiz. Bu konuda yapılan bir araştırmada İslam’dan çıkan evlatlarını dışlayan, reddeden aileler çocuklarını tamamen yitirirken, ebeveyn-evlat ilişkisini koruyup evladının benimsediği kimliğe saygı gösteren ve bağı koparmayanlar uzun vadede çocuklarını kaybetmemiştir. Aksine gençlerin çoğu zorlu dönemleri atlatınca kendisini yeniden Müslüman olarak tanımlamaya başlamıştır.

Özellikle farklı etnik ve dini kimliğe sahip eşlerin evliliklerinde çocukların hangi kimliği benimseyeceği ciddi problemlere neden olabilmektedir. Bu noktada evlilikten önce bazı konuların netleştirilmesi yararlı olacaktır. Çocuklar her iki ebeveynin dilini ve kültürünü birlikte öğrenebilir ve kendisini ister mix (karışık) olarak tanımlar, isterse bir kimliği öne çıkarır. Dini kimlik konusunda da baştan üzerinde uzlaşılmamış ise ve çatışma varsa her iki din birlikte öğretilip anlatılır, yetişkin hale gelince tercih çocuğa bırakılabilir. Peygamberlerin bile çocukları farklı olmuşken ve çocuklarıyla ebeveyn ilişkisini koparmamışken, maalesef bizde çok sert ve ağır tepkiler veriliyor. Zira farklı dini ve etnik kimlik benimsenmesine karşı toplumumuzda ciddi bir mahalle baskısı var.

Kimse evladını yaratmadı, onun sahibi, efendisi değil. Çocuklar da bize bağımlı köleler değil. Elbette biz elimizden geleni yaparız. Ama her bir beşer hem İslam’a göre, hem de demokratik dünyada kendi tercihi yapan özgür bireylerdir. Bu tercihleri nedeniyle Allah’a, hukuka, topluma karşı bizzat sorumludurlar. Kanaatimce kimlik konusuna ve çocuklarımızın farklı kimlikler benimsemesine bu çerçevede yaklaşmalıyız.

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

2 YORUMLAR

  1. Bence „Cocugumuzu kaybettik! Elimizden gidiyor!“ diyerek paniklemeliyiz. Yukarida saydiginiz millet tariflerinin hangisinden yola cikarsak cikalim bu panik gerekiyor. Bizler anne-baba olarak paniklemeliyiz fakat bu konuyu sükunetle, bir plan-proje cercevesinde sagduyu ile ele alan kurum ve kuruluslar da olmali.

    Hatta cocugun nasil yetistirilecegini düsündügümüz gibi bu kurum ve kuruluslarin nasil kurulmasi ve personelinin nasil egitilmesi gerektigini de iyice düsünmeliyiz. Cocuklarimizla ilgili bu zamana kadar hangi yanlislari yaptigimizi görmek kadar Türk sivil toplum örgütleri olarak bu zamana kadar neleri yanlis yaptigimizi da görmeliyiz.

    Avrupa ortaminda her seyi yeniden düsünmeliyiz; dogum günü kutlamalarini da, yüzme derslerini de, vaazlari da. Alternatifler gelistirmeli ve topluma sunmaliyiz. Bunu biz yapabiliriz. Almanyanin ortasinda Türk kültürünü ögretmek icin cocuklara cami avlularinda Mehter Takimini, aglak aglak hamasi siirleri dayayan STKlar varken bu is bize düserdi. Ama sanirim bizim abilere, ablalara verseniz bu isi onlardan ondan öteye gidemezdi. Her seyi ama her seyi, ruhundan kopmadan yeniden düsünmek, sekillendirmek zorundayiz.

    Ve kendimizi kandirmayalim: Sadece Türk cocuk ve gencleri elden gitmiyor. Alman gencleri de Goethe´den uzaklasiyor.

    Ikidillilik gibi ikikültürlülük de güzel bir meziyettir. Türkce ile Almancayi ayni derecede konusup yazan bir cocuk, bir genc dünya icin bir kazanc oldugu gibi, hem Yunus Emre´nin hem Goethe´nin cocugu olan bir Türk cocugu da dünya icin bir kazanctir. Yunus Emre´nin cocugu olamamis bir cocugu Goethe´nin cocugu yapmak veya Goethe´nin cocugu olamamis bir Alman cocugunu Yunus Emrenin cocugu yapmak göle maya calmak gibi bi seydir. Bu maya 60 yildir tutmadi. Ne Almanin caldigi maya tuttu, ne Türkün caldigi maya tuttu. Dayatmalarin iki yönlü oldugunu unutmayalim.

    Bizim Hizmet olarak sanirim amacimiz suydu: Bir Alman cocugunu Goethenin ve Yunus Emrenin cocugu yapmak. Fakat görüyorum ki su an biz bizim cocugumuzu Goethe´nin cocugu yapmakla mesgulüz. Yazarimizi tenzih ederek söyleyecek olursam, cogunluk olarak Freud´un cocugu yapmak bile sorun degil. Aman Türk olmasin da..

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin