Jurnalciliğin tarihçesi: Abdülhamit’in hafiyelerinden DİTİB’in imamlarına [Dr. Serdar Efeoğlu]

Son günlerde kamuoyuna, DİTİB imamlarının bulundukları ülkelerde casusluk yaptıkları gerekçesiyle haklarında soruşturmalar açıldığına dair haberler yansıdı. Namaz kıldırma ve cemaati dini konularda bilgilendirme görevini yapması gereken imamların cami cemaatini fişledikleri iddia edildi. Kamuoyu, daha önce muhtarlara ve halka yapılan fişleme çağrısını bildiğinden imamların muhbirliğine şaşırmadı.

Tarih boyunca devletler varlıklarını devam ettirmek için iç ve dış istihbarata ihtiyaç duyarak teşkilatlar kurdular. Bunlar profesyonel olarak çeşitli konular ve kişiler hakkında bilgi toplamaya çalışmaktaydı. Bu örgütlerin hazırladığı raporlar, devletin gerekli birimlerine iletiliyor ve çeşitli konularda politikalar oluşturuluyordu. Osmanlı tarihinde de istihbarat amaçlı faaliyetler yapılmış ve teşkilatlar kurulmuştur. Bunlar içinde 2. Abdülhamit döneminin hafiye teşkilatı, istihbarat faaliyetlerinin çok ötesine geçerek muhbirliğe dönüşmesiyle ayrı bir öneme sahiptir.

İSTİHBARATTAN MUHBİRLİĞE

Abdülhamit devrinde istihbaratla ilgili iki kavram öne çıkmıştı. Bunlardan “hafiye” kelimesi, başkaları hakkında bilgi toplayan gizli ajan ve sivil polis gibi görevliler için kullanılmıştır. “Jurnal” kelimesi ise hafiyeler, devlet görevlileri ve halktan kimseler tarafından Saray’a gönderilen raporları ifade etmekteydi.

Hafiye teşkilatının 2. Abdülhamit’ten önce var olduğu bilinse de kurumsallaşması ve devlet yönetiminin bir parçası haline gelmesi onun devrinde olmuştur.  Zaptiye Nezareti’ne bağlı olarak görev yapan teşkilatın yapılanmasında bir Fransız uzman olan Bonin’den destek alınmıştır. Hafiyelik fiilen, devlet ricaline güvenmeyen Abdülhamit’e bağlı bir teşkilattı. Abdülhamit’in saltanatının son on beş yılında jurnalcilik bir yarışa dönüşmüş, başta Sadrazam olmak üzere yüksek derecedeki memurlar bile Padişaha muhbirlik yapma ihtiyacı duymuşlardır.

Abdülhamit zamanında yirmi üç ayrı merkezde görev yapan hafiyeler dört gruba ayrılmıştı. “Tabaka-i bâlâ” denilen birinci grup saray görevlileri içinde yer almakta, ikinci grup İstanbul ve taşrada bulunmakta, üçüncü grubu ise bu kişilerin emrinde görev yapan memurlar oluşturmaktaydı. Dördüncü gruptakiler; resmi görevi olmadığı halde çoğu zaman yalan yanlış bilgileri Saray’a telgraf göndererek jurnalleyen kişilerdi.

Jurnallerin yalan olduğu ortaya çıksa da imha edilmiyor, jurnalciye ceza verilmiyor, hatta duyarlılığından dolayı taltif ediliyordu. Bu durum jurnalciliğin salgın bir hastalık gibi yayılmasına neden oluyordu. Haset, kin, nefret, şahsi düşmanlık, makam kavgası gibi nedenlerle hazırlanan jurnaller, başta devlet adamları olmak üzere kabiliyetli birçok insanın istikbalini karartıyor ve hatalar jurnalcinin yanına kâr kalıyordu. Bu nedenle Manastırlı İ. Hakkı hafiyeliği “sıfat-ı lâine” olarak nitelemişti.

Jurnalcilik bir dönem öyle bir hale geldi ki, jurnal sunmayan memurların sadakatinden şüphe edilmeye başlandı. Jurnal verenlerin rütbe ve makamla ödüllendirilmeleri, birçok kişinin aslı astarı olmayan jurnaller vermesine neden oldu. Böylece, “İstanbul’un yarısı, diğer yarısını tecessüs eder hale geldi”. Abdülhamit, jurnalciliği ayıp ve kötü bir şey olarak görse de dönemin şartları gereği vazgeçmenin mümkün olmadığı düşüncesindeydi.

ABDÜLHAMİT’İN VEHMİNİN SONUCU

Hafiyeliğin Abdülhamit zamanında çok güçlenmesinde yaşadığı olayların ve vehimli kişiliğinin etkisi olmuştur.  O, kendisinin vehimli olduğunu kabul etmemiş ve bunu “merak” olarak açıklamıştır. On bir yaşında iken annesinin vefatı sonrasında anne sevgisinden mahrum kalan Şehzade’nin çocukluğu, babası Abdülmecit’in de kendisine soğuk davranmasından dolayı yalnızlık içinde geçmişti. Hükümdarlık için uzak bir aday olduğundan, saray halkının ilgisinden de mahrum kalmıştı.

Abdülhamit, önce amcası Abdülaziz’in bir darbe ile tahttan indirilmesine ve daha sonra da suikast veya intihar mı olduğu hala tartışılan bir şekilde ölümüne şahit oldu. Kendisinden önce tahta çıkan kardeşi 5. Murat’ın hükümdarlığı çok kısa sürdü. 5. Murat’ın tahttan indirilmesi sonucunda tahta geçen Abdülhamit, bundan sonra kardeşinin ve diğer şehzadelerin hükümdar yapılacağı endişesi ile yaşadı. Çırağan Baskını ve Scalieri Aziz Bey Komitesi gibi darbe teşebbüsleri vehmini daha da artırdı. Katı merkeziyetçi bir sistemi benimseyen Abdülhamit, Hafiye Teşkilatı’nı bunun bir parçası haline getirdi. Ülkenin her yerinden gelen jurnaller, Padişah için önemli bir bilgi kaynağı oluşturdu.

Abdülhamit’in vehimlerinin başında kendisine suikast düzenleneceği korkusu gelmekteydi. Bu nedenle basına “suikast” kelimesinin kullanımını yasaklayan bir emir bile vermişti. Gazeteler; suikastlara kurban giden Fransız Cumhurbaşkanı Carnot’un kalp sektesinden, Sırbistan Kralı Aleksandr ve Kraliçe Draga’nın hazımsızlıktan öldüğünü yazmaktaydı.

Padişahın bu korkusunu bilen hafiyelerin, çoğu zaman yalan ihbarlarda bulunduğu görülmektedir. Örneğin Terkos Su Şirketi, Yıldız sırtlarına borular döşemeye başladığında suikastçıların su borularından saraya girebilecekleri, bu yolla dinamit ve bombaların sokulabileceği ihbar edilmişti. Bazen de bir suçtan mahkûm olan kişiler uydurma hikâyelerle jurnal göndermekteydi.

Suikast ihbarlarının ödüllendirilmesi yurtdışındaki fırsatçıların da suikast jurnalleri vermesine neden olmuş; Avrupa hatta Amerika’dan pek çok kişi Osmanlı elçiliklerine ihbarlar yapmıştır. Yurtdışında kurgulanan ihbarlarda genellikle hep aynı senaryo aktarılarak suikast amacıyla bir komite kurulduğu ve suikastçıların İstanbul’a geldikleri belirtilmiştir.

2.Meşrutiyetin ilanından sonra teşkilatın önde gelenlerinden ünlü serhafiyelerin bir kısmı yurtdışına kaçmaya çalışırken yakalanarak yargılandı. Bazıları idama mahkûm edildi, bazıları da halk tarafından linç edildi. İttihat ve Terakki’nin isteği üzerine Meclis-i Vükela, hafiyeliğin kaldırılmasını uygun görerek Padişahın onayına sundu. Abdülhamit’in 31 Temmuz 1908 tarihli iradesi ile hafiyelik resmen son buldu.

MUHBİR İTTİHATÇILAR

31 Mart Olayı sonrasında Yıldız Sarayı’na giren İttihatçılar, Jurnal Dairesi’nde yüz binlerce jurnalle karşılaştılar. Jurnalleri inceleyen heyet, İttihatçılar ve kabinedeki birçok kişinin birbirleri için jurnal hazırladığını gördü. Mahmut Şevket Paşa’nın bu jurnallerin baba ile oğlunu birbirine düşman edebileceğini söylemesi, hafiyeliğin tam bir muhbirliğe ve karalamaya dönüştüğünü göstermektedir. Bunun üzerine jurnallerin yakılmasına karar verildi ve çok azı arşive gönderildi. Yakılmayan jurnallerin bir kısmı daha sonra Faiz Demiroğlu, Asaf Tugay ve M. Zeki Pakalın tarafından yayınlandı.

Hafiyelerin bir kısmı işinin ehli, ahlaklı ve dürüst iken, bazılarının para ve makam düşkünü olması jurnallerin içeriğini doğrudan etkilemiştir. Jurnallerdeki ifade tarzı çok ilginçtir. Bazı jurnallerde ihbar, uyarı ve bilgi verme haricinde nişan, rütbe ve para istenmekteydi. Örneğin Fehim Paşa bir arizasında, “Velinimetim, pek parasız kaldım, Lütfen ve merhameten bana harçlık buyurmanızı istirham eylerim” demekteydi. Pek çok jurnal, para veya makam sahibi olmak isteyenlerin hoşlanmadığı kişiler hakkında uydurdukları iftiralardan oluşuyordu. Jurnallerin abartılı içeriğinden dolayı aydınlar ve eğitimli kişilerde hafiyeliğe karşı büyük bir nefret doğmuştu.

Bütün bu tedbirlere rağmen; Abdülhamit’e Yıldız Camii’nde bir Cuma namazı sonrası Ermeniler tarafından suikast girişiminde bulunulması, İttihat ve Terakki’nin bu kadar tedbire rağmen başarıya ulaşması hafiyeliğin istihbarat problemini ortadan kaldırmadığını göstermektedir. Özellikle profesyonelce yapılması gereken bir işin herkesi muhbirliğe teşvik edecek bir yapıya dönüşmesi çok büyük bir yanlışlıktır. Bu yola başvuranların para ve makam beklentileri, hafiyeliğin zamanla bir iftira makinesine dönüşmesine neden olmuştur.

Bugün de yapılması gereken istihbarat faaliyetlerinin işin ehli kişiler tarafından yapılması, bir karakter ve ahlak zaafına dönüşmemesidir. İnsanların komşunu bile ihbar etmeye teşvik edilmesi, herkesin birbirinden şüphe etmesine yol açmaktadır. Özellikle birçok kişinin kendisini eski komünist rejimlerde gördüğümüz gibi “devlet” yerine koyması, asılsız ihbarların patlamasına yol açmaktadır.

İmamların bile hafiyeliğe özendiği bir anlayışın dini, hukuki ve insani yönden çok büyük problemlere neden olacağı açıktır. Bu yönüyle Bediüzzaman’ın Abdülhamit’e, Yıldız Sarayı’nı “Zebaniler gibi hafiyeler yerine, rahmet melekleri olan âlimlerle doldur” demesinin nedeni çok daha iyi anlaşılmaktadır.

 

Kaynaklar: M. A. Beyhan, “II. Abdülhamit Döneminde Hafiyye Teşkilatı ve Jurnaller”, İlmi Araştırmalar, S. 8 (1999); E. Tekin, “Hafiye”, TDV İslam Ansiklopedisi, C. 15; N. İpek Şeber, Namlunun Ucundaki Padişah: II. Abdülhamid’e Karşı Düzenlenen Suikastlar, İÜ Türkiyat Mecmuası, C.22 (2012); Manastırlı İ. Hakkı, “Casusluk, Hafiyelik Sıfat-ı Lâinesi”, Sırat-ı Müstakim, C. 2, S. 44, 45 (R. 1325).

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

4 YORUMLAR

  1. Zulüm, diktatörlük ve baskı dönemleri çok iyi analiz edilmiş; en güzel görülen örnekleri aynen veya değiştirilek günümüzde uygulamaya koyuluyor.
    Muhtarlık ve imamlık da saygı gören ve tarihte olumlu bir karşılığı olan vazifelerdi. Malesef paspas edildi. Birçok güzel duygu-düşünce, vazife, kurum-kuruluş gibi…
    Yıkalan bütün bu müesseselerin eski arıza ve kusurlarından arındırılmış olarak tekrar ihya edilmelerini ümit ediyoruz.

  2. Muhbirlik her dönemde ve hangi gerekçe ile yapılırsa yapılsın bir felakettir. Bu yazıda da onu gördüm. Devletin yüce menfaatleri aldatmacası da kesinlikle doğru değil. Tamamen bir vehimle başlıyor ve insanları birbirine düşürüyor. Hele komşulardan başlayıp cami imamlarına uzanınca felakete dönüşüyor.

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin