İslam dünyası ve paradigmal krizler

YORUM | AHMET KURUCAN

(Gelecek projeksiyonu Serisi 21)

Gelecek projeksiyonu yazı serisinde yeni bir konu başlığına geçiyorum. Konu başlığımız, İslam dünyasında var olan çok boyutlu sosyal, siyasal, hukuki, ekonomik küresel krizler ve bunlara çözüm üretilememesi. Uzmanların paradigmal kriz dediği şey bu. Neler var mesela? Otokratik veya totaliter rejimler, insan hakları ihlalleri, yolsuzluklar, açlık, fakirlik, gelir seviyesindeki adaletsizlik, savaşlar, zulümler, göçler ve daha neler neler.

Aslında “İslam Dünyasına Aidiyet Sendromu” başlığını taşıyan bir yazıda bu hususa bir iki cümle ile değinmiş ve bir örnek verip geçmiştim. İsterseniz bundan sonra yazacağım yazıları siz zihninizde o yazı başlığı ile birleştirip birlikte değerlendirebilirsiniz. Farklılık orada aidiyet sendromunu merkeze koymam, burada ise bu külli sorunları paradigmal boyutu ile ele alacak olmam. Sonuçları bağlamında ise şöyle bir farklılık söz konusu olacak, ilkinde çocuklarımızın duygu ve düşünce dünyaları ile empati yapabilme ve neden bu sendrom içine düştüklerini daha iyi anlama, ikincisinde ise söz konusu sorunların 1,5 milyarlık İslam dünyasında sabahtan akşama hatta nesiller boyunca çözülemeyeceğini ve meselelere yaklaşırken bunun nazara verilmesi gerektiğini vurgulayacak olmam. Mukayeseli olarak ele aldığım bu son cümle bundan sonra okuyacağınız yazıların ana mihverini oluşturacak.

Hatırlamanız için yeniden tekrar edeyim; çocuklarımızın İslam dünyasına aidiyet duymada zorluk çekmelerinin altında yatan ana sorunları özgürlük, bireysellik, mahalle baskısı, ötekileştirme, tarafsız, bağımsız ve objektif olamama, adalet duygusunun zedelenmesi, temel insan haklarını önemsememe, milliyetçilik, kabilecilik, devletçilik, particilik, cemaatçilik, fanatizm, radikalizm, terör ve devletlerarası planda barış ve savaş politikaları, otoriter, totaliter ve faşist yönetimler diyerek bir cümle içinde özetlemeye çalışmıştım. Şimdi de paradigmal krizler diyerek şu sorunları yazdım: otokratik veya totaliter rejimler, insan hakları ihlalleri, yolsuzluklar, açlık, fakirlik, gelir seviyesindeki adaletsizlik, savaşlar, zulümler, göçler. Gördüğünüz gibi iki kategoride yer alan sorunlar hemen hemen aynı ve aklî muhakemesini yitirmemiş, dünya gerçeklerine vakıf hemen herkesin takdir edeceği gibi bunların çözümü kim olursa olsun Müslüman bireyi aşan bir mahiyete sahip.

Doğru. O zaman şu soruyu soralım, bu gerçekleri çocuklarımıza nasıl anlatmalı ve bir taraftan bu sorunlardan dolayı İslam dünyasına aidiyetlerinden dolayı utanç duymamalarını, diğer taraftan çözümün bir parçası olmalarını nasıl sağlayabiliriz? Bence eğer biz bu doğru sorunun doğru cevabını bulabilir ve bunu çocuklarımızın teorik olarak kabullenmelerini sağlayabilir, pratik olarak da onları motive ve mobilize ederek çözümün bir parçası olmalarını gerçekleştirebilirsek çok büyük bir iş başarmış oluruz.

Sözün tam burasında sizleri kendi gençlik yıllarıma, 1976 yılına götüreyim. Lise son sınıftayım. Üniversite okumak ve doktor olmak istiyorum. Namazımı kılıyor, orucumu tutuyorum. Bu arada Sana ve ayçiçek yağları, tüpgaz ve benzin  kuyruklarında da saatlerce sıra bekliyorum. Ama ne neden bu halde olduğumuzu sorguluyor ne de bu durumdan kurtulmak için bir fert olarak bana neler düşüyor sorusunu soruyorum kendime. İslam dünyasına gelince, ondan fersah fersah uzağım. Yani ‘İslam dünyasının hali pür melalinden kurtulması için bana ne düşüyor?’ sorusunu hiçbir zaman kendime sormuyorum.  Hatta bazı ülkücü arkadaşlar Orta Asya, Dokuz Işık, Kızıl Elma, Turan ideallerini benimle paylaştıklarında onlara aval aval bakıyordum. Ne diyor bunlar diyorum?

Tam bu arada sınıf arkadaşım vasıtasıyla Hizmet ile tanıştım. Hocaefendi’nin vaazlarını dinlemeye başladım. Farklı bir ses ve soluktu benim için. Anlattığı şeyler Kur’an’ı daha iyi anlama, Efendimiz’i daha iyi tanımanın ötesinde bana bazı şeyler fısıldıyordu. İbadetimden o zamana kadar almadığım haz ve lezzeti almaya başladım. Namazlarımı kaçırmamaya daha fazla özen gösterir oldum. Bu arada toplumsal sorunlara ilgi duydum. ‘Neden bu haldeyiz, neden sana yağı kuyruklarında ömür tüketiyoruz?’ diye sormaya başladım. Dükkanımızın karşısında bulunan kahveye gelen Tercüman, Son Havadis, Günaydın gibi gazetelerini okumaya durdum. Resmen siyasi ve ekonomik gündemi takip ediyordum.

Ardından dış politika ve özellikle İslam dünyası haberlerine kulak kabarttım. Mukayeseler yaptım. Batı’da öyle, İslam dünyasında böyle, neden dedim kendime. Şu ana kadar gözümün önünde baktığım ama bir türlü görmediğim, kimsenin de göstermediği sorunlara yönelik ilk defa neden sorusunu soruyordum.

Pekala hangi etken beni bu noktaya sürüklemiş, tabir caizse gözümün açılmasına vesile olmuş ve bana neden sorusunu sordurmuştu? Hocaefendi’nin bir sözü: mesuliyet şuuru. Size garip gelebilir bu çıkarımım, fakat çok düşündüm ben bunun üzerinde. 1976 yılına defalarca gittim, Tavşanlı sokaklarında dolaştım, Hocaefendinin vaazlarını arkadaşlarla birlikte defalarca dinlediğimiz mekanlara gittim ve ulaştığım sonuç bu oldu; mesuliyet şuuru kavramı etrafında anlatılan şeyler beni fert olarak bu gidişatı değiştirme adına bir şeyler yapmaya ikna etmişti.

Bununla sözü nereye getirmek ve ne demek istiyorum? İnanın bana benim lise son sınıfta ulaştığım bu duyarlılığa şu an itibariyle bizim çocuklarımız çok daha erken yaşlarda ulaşıyorlar. Neden ve ne yapabilirim sorusunu çok erken yaşlarda soruyorlar. Aldıkları eğitim ve öğretim onları erken olgunlaştırıyor diyebilirim. Türkçedeki tabirle “Büyümüş de küçülmüş sanki” diyorsunuz onları dinledikten sonra. “Ağır Ağabey” tabiri de kullanılır bu türlü durumlarda malum.

Hiç unutmuyorum, araba kullanırken çiğnediği sakızı arabanın camından dışarı atan bir arkadaşın 8 yaşında daha ilkokul ikinci sınıfa giden çocuğunun verdiği tepkiyi bir görecektiniz, utancınızdan yerin dibine girerdiniz. İyi de 3 yaşında ABD’ye gelmiş, anaokulu ile birlikte 3 yıldır okullarda eğitim gören bu çocuk bu şuuru nereden edinmişti? Babasına söylediği şeyler ekseninde bir şey demem gerekirse çevre bilinci derim. Evet, bu çevre bilincini bu kadar erken yaşlarda ediniyor bizim çocuklarımız. Biz ise yaşımız 50-60’a geldiği halde hala çöplerimizi atarken eğer yaşadığımız şehirde geri dönüşüm için bir zorlama ve ceza söz konusu değilse her şeyi aynı poşete doldurmaya devam ediyoruz.

Şimdi işte bu “Büyümüş de küçülmüş” çocuklarımıza paradigmal krizlerimizi nasıl anlatmalı ve onları nasıl çözümün bir parçası yapabiliriz konusunda düşüncelerimi aktaracağım.

Devam edecek.

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

1 YORUM

  1. Bence bunun sebebi Cehaletten cok Sefalet veya Fakr-u zaruret, Maddi Garantinin olmamasi. Parayi bulanda dagitiyor, gücü ele gecirenler. Mesela Futbol Hakemi gibi Almanyadan Siyasetciler getirip yönet desek degisirmi? 2- Maddi garanti olunca veya belli standartlar olunca insanlar otomatiken baska konularda kendini ispatlama yoluna giriyor. Arastirmaci oluyor, cevreci oluyor, Innovation, teknoloji … konularinda yarisma basliyor, kac paran var neyin var yarismasi degil ….

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin