İnsanlık tarihinin en görkemli yapılarından: Ayasofya

YORUM | M. NEDİM HAZAR

Yapılışından, camiye dönüştürülmesine kadar bir dolu efsane ile sarmalanmış bir mabettir Ayasofya. Hıristiyan/İslam mimarisinin birleştiği bu tarihi yapı, aynı zamanda hem toplumsal hem de dinler tarihinin vücut bulduğu bir mekandır. Her ayrıntısında sanat, inanç ve gizem saklı olan inancın bu taştan mabedi hiçbir dini mekana nasip olmayan efsanelere de ev sahipliği yapar.

Gelin yapım öncesinden günümüze kadar uzanan bu tarihsel, efsanevi mekanı birlikte inceleyelim.

Bu tarihi mabedin geçmişine bakabilmek için Hz. İsa dönemine kadar uzanmak gerekiyor.

Hz. İsa’nın çarmıha gerilmesi akabinde yaşanan olağanüstü olaylar ve tevatürler, İsa’dan (ra) 30 yıl sonra hız kazanır. İsa Nebi’nin talebeleri özellikle Roma İmparatorluğu’na ait şehirlerde İsa Mesih müjdesini yaymaya başlamıştır.

Ancak dönemin krallığı için Hıristiyanlık şeytanlaştırılmış bir öğretidir ve çile dolu yüzyıllar başlar Hıristiyan inananlar için. Yaklaşık 300 yıl süren kan, gözyaşı ve acı ile harmanlanmış bir zulüm dönemi…

Zulmün tepe noktası M.S. 284-305 tarihleri arasında İmparator olan Diocletian zamanıdır. Zamanla imparatorluk Roma’dan Anadolu’ya doğru kaymıştır ve Diocletian ülkesini İzmit bölgesinde yer alan Nicomedia adlı şehirdeki yazlık sarayında yönetmektedir. Ve onun ölümüyle birlikte büyük bir karmaşa başlar.

Diocletian’a bağlı dört kumandan kendi aralarında iktidar savaşına girişir. Çok kanlı bir hesaplaşma başlamıştır. Taht kavgasından galip çıkan komutan Konstantin’dir. Bazı kaynaklar Konstantin’in Arnavut kökenli olduğunu yazsa da genel kabul bir Sırp olduğudur.

Konstantin rakip General Maxentius’u Tiber nehrinde bozguna uğrattıktan sonra tarihteki belki de ilk Çanakkale harbi olacak olan Hellespont Deniz Muharebesi’nde diğer rakibi Licinius’u bozguna uğratır ve savaşı Üsküdar civarında noktalar.

Licinius’un yenilmesiyle birlikte, I. Konstantin İskoçya’dan Kızıldeniz’e, Fas’tan Dicle Irmağı’na kadar uzanan büyük bir imparatorluğun tek hâkimi olmuştur. Ancak 4. yüzyıla gelindiğinde zenginliğin kaynağı Doğu’dan, Mısır ve Küçük Asya üzerinden yapılan ticaretten gelmektedir. Efsanelere göre Megaralı Byzas tarafından MÖ 667 yılında kurulan Byzantium’un eşsiz konumu, I. Konstantin’in dikkatinden kaçmaz. Burası, Pontus Euxinus (Karadeniz) ve Asya’dan geçen ticaret yollarının büyük kısmını kontrol edebilecek bir noktadır.

YAŞASIN YENİ ROMA!

Konstantin, kendisini imparator yapacak son galibiyetinin öncesinde, bir rüyada, göklerde, “XP” işaretini görür. Bu işaret Antik Yunanca’da ”Χριστός” (Mesih) kelimesinden gelmektedir. Bu, onun Hristiyanlığa yakınlaşmasını sağlar ve Konstantin ile birlikte Hristiyanlar yaklaşık 300 yıl süren zulümden kurtulmuştur.

Konstantin sonraki ilk işi İmparatorluğun başkentini Roma’dan başka bir yere taşımak olur: Byzantium… Byzantium bugün Sultanahmet ya da Tarihi Yarımada denilen bölgedir. Bu bölgenin seçilmesi stratejik olarak önemlidir. Bir yarımada olması dolayısıyla daha güçlü bir şekilde savunulabilir ve Doğu ile Batı arasında merkezi bir konuma sahiptir. Öte yandan isimde de değişikliğe gider ve imparatorluğunun adını Nova Roma, yani, Yeni Roma koyar. Konstantin’in ölümünden sonra insanlar şehre, Konstantin’in şehri anlamına gelen, Konstantinopolis ismini verirler.

Hıristiyanlığa geçiş sonrasında imparatorluk bünyesinde hızla mabetler inşa edilmeye başlar.

Bunlardan ilk ve en önemlisi Konstantin’in oğlu olan Konstantius tarafından 360 yılında Sultanahmet bölgesinde yapılan kilisedir. Bu kiliseye Megale Eklesia, yani Büyük Kilise ismi verilir. Bu kilise İmparator Arkadius zamanında, (M.S. 404) çıkan isyanlar sırasında yanar. Arkadios’tan sonra tahta çıkan 2. Teodosius, yıkılan bu kilisenin yerine yeni bir kilise yaptırır. Bu ikinci kilise M.S. 532’ye kadar ayakta kalır.

M.S. 532 yılında İmparator Justinianus dönemindeyiz. Memnun olmayan yeni Roma halkının başlattığı isyan kısa sürede büyür. Tarihe Nika Ayaklanması olarak geçen bu ayaklanma, neredeyse tüm şehrin harap olmasına sebep olur. Justinianus zorla da olsa bu isyanı bastırır, ancak şehrin yeniden kurması gerektiğini anlamakta gecikmez.

Ve bu inşa dönemi onun için bir fırsattır da. Yeni Roma yerine Yeni Kudüs’ü kurmayı amaçlamaktadır!

Malum olduğu üzere Jarusalem yani Kudüs o dönem için tüm dinlerin merkezi konumundadır. Ve Kudüs’te bulunan sembol bir mabet: Süleyman Tapınağı… Justinianus, bu mabede benzer görkemli bir ibadethane inşa etmek ister.

Trallesli Antemius ve Miletli İsidoros…

Yaşadıkları çağın en ünlü iki mimarı.

İmparator Justinianus bu iki mimarı huzuruna çağırır, Süleyman Mabedi’nin çizimlerini göstererek benzer bir mabet inşa etmek istediğini söyler. Her iki mimar da bunun mümkün olmadığını söylerler lakin bu ret Roma hükümdarını yolundan çevirmeyecektir.

Usta mimarların karşı çıktığı şey, Ayasofya üzerine yapılacak kubbenin şekliyle ilgilidir. Dikdörtgen bir yapı üzerine kubbe koyabilmek o günün şartlarına göre imkansızdır!

Buna rağmen 5 yıl sürecek olan yapım süreci 23 Şubat 532 tarihinde başlar ve kilise 27 Aralık 537 tarihinde ibadete açılır.

İnşa edildiğinde, piramitler dışında dünya üzerindeki en büyük bina olan ve tam bin yıl boyunca böyle kalacak olan Ayasofya yine on asır boyunca insanoğlunun yaptığı en geniş ve yüksek kubbe olarak kabul edilir.

ŞARTLARA GÖRE EN ZOR MİMARİ!

Dönemin imkanları ve teknolojisi düşünüldüğünde neredeyse imkansız bir mimari olan Ayasofya’nın yapımı bir inat ve hırs sürecidir.

Yapılacak ilk iş önce ana kubbeyi taşıyacak olan dört ana kemer yapılmasıdır. Bu dört ana kemer kubbeyi taşıyacak; ancak kemerler kenarlarda boşluk kalacak şekilde kare bir şekil oluşturacak, kubbe ise yuvarlak olacaktır.

Bu döneme göre mantık dışı olan arzu, kubbenin tam anlamıyla desteklenmesine engel teşkil etmektedir. Dolayısıyla kemerleri boş olan kısımlarına, ters üçgen şeklinde bingiler (pendentive) inşa edilir. Böylece kubbe dengeli bir şekilde desteklenebilecektir.

Fakat bu kez başka bir zorluk çıkar dönemin mimarlarının karşısına; kubbenin kendi ağırlığı ve yer çekiminin de etkisiyle kubbenin kendisini taşıyan kemerleri dışa doğu itmesi ve bu etkiyle oluşacak yıkılma tehlikesi!

Bu sorun da kubbeyi taşıyan kemerlerin desteklenmesiyle çözülür. Bu amaçla Kuzey ve Güney kemerleri ana yarım kubbelerle ve her bir yarım kubbenin üç yarım kubbeyle desteklenmesi fikrine yoğunlaşılır. Ancak ana tapınma alanının (Naos’un) dikdörtgen biçiminde olması hedeflendiği için, Doğu ve Batı kemerlerinin yarım kubbelerle desteklenmesi mümkün olmaz. Bunun yerine binanın doğu ve batı tarafındaki koridorlarda, ana kemerlere 90 derece kemerler inşa edilip koridorun bir destek işlevi görmesi sağlanır.

Justinianus inşaat ile bizzat ilgilenmektedir ve kilisenin inşası için imrapatorluğun her yerinden malzemeler istetir. Bunun için ülkesindeki eski yapıların işlenmiş malzemelerini de toplatmaktadır. Bunun üzerine Mısır’da Heliopolis’ten sekiz büyük kırmızı porfir sütun, Batı Anadolu Ephesos’ta Artemis Tapınağı’ndan, Kyzikos ve Suriye’de Ba’lebek’ten sütunlar getirilir. Ayrıca yine farklı bölgelerden farklı cins ve renklerdeki mermerler buraya taşınır.

Ayasofya’nın her metrekaresi sanat ve emek olan iç ve dış mimarisini de başka bir yazıda ele alalım…

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin