İnsan hakları ve zaruriyat-ı hamse (4. Yazı)

YORUM | Dr. YÜKSEL ÇAYIROĞLU 

Geçen haftaki yazımızda İslâmî hükümlerin öncelikli olarak gerçekleştirmeyi hedeflediği ana maksatlar, bunların insan haklarıyla alakası ve bunlardan ikisi olan dinin ve canın korunması üzerinde durmuştuk. Bu yazıda ise “zaruriyat-ı hamsenin” geri kalanını ele alacağız.

c) Aklın Korunması (Düşünce ve İfade Özgürlüğü)

Aklın korunması, canın korunması içinde mütalaa edilebilecek bir konu iken, önemine binaen fakihler bunu müstakil bir başlık altında ele almayı tercih etmişlerdir. Zira insan, aklıyla insandır. Aklı sayesinde hakla bâtılı, doğruyla yanlışı, faydalıyla zararlıyı, iyiyle kötüyü, güzelle çirkini birbirinden ayırabilir. Dinî mükellefiyetin esası da, akıldır. Bu yüzden çocuklar ve deliler dinî hükümlerle mükellef tutulmamışlardır. Aynı şekilde insan, aklı vasıtasıyla dinî hükümleri anlar, yorumlar ve onlardan yeni hükümler çıkarır.

Ne var ki aklın, kendinden beklenen fonksiyonları yerine getirmesi ve sahip olduğu potansiyeli ortaya çıkarabilmesi için zeminin müsait olması, düşünce ve ifade özgürlüğünün bulunması gerekir. Yani insan, benimsediği siyasi, felsefi veya dinî görüşlerini hiç kimseden korkmadan ve endişe etmeden dile getirebilmelidir. Baskı, şiddet ve cebrin söz konusu olduğu yerlerde aklın kendisinden beklenen ürünleri verebilmesi mümkün değildir.

Kur’ân’ın pek çok yerde, Allah’ı inkâr eden kâfirlerle, O’na ortak koşan müşriklerin sözlerini nakletmesi, düşünce ve ifade özgürlüğü adına üzerinde durulması gereken önemli bir husustur. Mesela Kur’ân, inanmayanların peygamberlere yönelik ağır hakaretlerini nakletmekte bir mahzur görmez. Firavun ve Nemrut gibi ilahlık taslayan kişilerin sözlerini dahi zikreder. Bunların yanı sıra inkârcı ve putperestlere ait bir çok iddiayı dillendirir. Kur’ân’ın tarihin sayfaları arasında kalmış bu tür olayları nakletmesi bir açıdan düşünce ve ifade özgürlüğüne verdiği önemi gösterir.

Kur’ân’ın, inanmayanlar karşısında nasıl bir tavır alınması gerektiğiyle ilgili Efendimiz’e yaptığı şu tavsiyeler de bu konuda dinin çerçeveyi ne kadar geniş tuttuğunu gösterir: “(De ki) Sizin dininiz size, benim dinim banadır.” (Kâfirun sûresi, 109/6) “Eğer seni yalanlarlarsa, onlara de ki: ‘Benim yaptıklarım benim, sizin yaptıklarınız sizindir. Siz benim yaptıklarımdan uzaksınız ve ben de sizin yaptıklarınızdan uzağım.” (Yunus sûresi, 10/41)

Kur’ân’da yer alan, “De ki, İşte Rabbinizden hak geldi. Dileyen inansın, dileyen inkâr etsin.” (Kehf sûresi, 18/29); “Biz insana doğru yolu gösterdik, ister şükreder, ister nankörlük ederek küfre girer.” (İnsan sûresi, 76/3) şeklindeki âyetlere bakıldığında, Yüce Allah’ın en çok değer verdiği iman konusunda bile insanlara düşünce hürriyeti ve seçim özgürlüğü tanıdığı görülür. İnanma veya inanmama insana bırakılmıştır. Fakat insanın bu konuda doğru bir tercih yapabilmesi için, her tür baskı ve istibdadın izale edilmesi ve aklın önündeki tüm engellerin bertaraf edilmesi gerekir. 

İnsan, kendisini baskı altında tutan her tür bağdan sıyrılarak Kur’ân âyetleri üzerinde tefekkür edebilse, mutlaka Rabbinden kendisine gelen “hakkı” bulacak, kendisine gösterilen yolun doğruluğunu anlayacaktır. Dinde zorlamanın olmamasının anlamı da budur. Akıl, şayet yaratılış istikametinde, yani yerinde ve gerektiği şekilde kullanılırsa Allah’ı bulur. Akıl, mantık ve muhakeme imanı iktiza eder. Küfür ise irrasyoneldir, akıl dışıdır. Zira eser müessir olmadan meydana gelmez. Kitap, kâtibine delalet eder. Allah inancı olmaksızın müthiş bir düzen ve ahenk içinde yaratılan varlık izah edilemez. Bu yüzden âyetler sürekli insanları aklını kullanmaya ve varlık üzerinde tefekkür etmeye çağırır. Herhangi bir inancı dikte etmez; bilakis delil ve burhanla konuşur.

Üstelik dinin insanlığın önüne serdiği fayda ve güzellikler o kadar zahirdir ki, bunları görebilmek ve kabullenebilmek için baskı ve zor kullanmaya değil; var olan baskıları izale etmeye ihtiyaç vardır.

Aklın korunması denildiğinde daha çok İslâm’ın sarhoş edici içki ve uyuşturucu gibi maddeleri haram kılması anlaşılır. Zira bu tür maddeler, aklı perdeler ve onun fonksiyonlarını yerine getirmesini önler. Dolayısıyla bunların yasaklanmasının sebebi bir yönüyle İslâm’ın akla verdiği önemdir. Fakat bunların yanı sıra her tür baskı, zorlama ve şiddetin yasaklanmasını da “aklın korunması” kapsamında değerlendirebiliriz. Zira bunlar da aklı devre dışı bırakacak veya onun kendisinden beklenen ürünleri ortaya koymasına mani olacaktır. İstibdadın hâkim olduğu ülkelerde bunu net olarak görebiliriz.

d) Neslin/Irzın Korunması

İslâmî hükümlerin önemli hedeflerinden birisi de evlilik ve aile hayatını düzenlemek ve bu konudaki hak ve özgürlükleri koruma altına almaktır. Evlenme ve aile kurma hakkı, çocuk sahibi olma hakkı, çocuklara tanınan haklar, kadın hakları, özel hayatın gizliliği ve konut dokunulmazlığı gibi haklar neslin ve ırzın korunması kapsamında düşünülebilir. İslâm’ın bu konulardaki bütün hüküm ve düzenlemelerinin burada ele alınması konunun sınırlarını aşar. Bu sebeple önemli gördüğümüz bazı hususlara temas etmekle yetineceğiz.

İslâm, çocukların sağlıklı bir yuvada büyümesi, neseplerin birbirine karışmaması ve toplumun dejenere olmaması adına her tür gayrimeşru ilişkiyi yasaklar. Fakat hem neslin devam etmesi hem çocukların sağlıklı yuvalarda büyümesi hem de insanların fıtri ihtiyaçlarını karşılamaları adına evliliğe ciddi teşvikte bulunur. Hatta Kur’ân, evliliğe güç yetiremeyen muhtaç kimseleri evlendirme görevini topluma yükler, fakirliğin bile evliliğin önünde bir engel oluşturmaması gerektiğini beyan eder. (Nûr sûresi, 24/32) Evliliği meşru kılan İslâm, boşanmayı da meşru kılar. Bu sebeple bir kısım mücbir sebepler karşısında eşlerin boşanma hakkını kullanması mümkündür.

Çocuk hakları da İslâm’ın önemle üzerinde durduğu konulardan biridir. İslâm’a göre doğduğu andan itibaren çocuğun vücup ehliyeti (zimmeti) vardır. Yani doğumla birlikte hukukî ve gerçek kişilik de başlar. Dolayısıyla çocuk her tür haktan faydalanabilir. Mülkiyet sahibi olabilir. Yani kendisine kalan mirasa, verilen hediyelere malik olur. Veli veya vasisi çocuğun mülkiyet haklarında veya şahıs haklarında hiçbir şekilde onun aleyhine olacak tarzda bir tasarrufta bulunamaz. Hakları kullanabilme ve borç altına girebilme şeklinde tezahür eden eda ehliyeti ise çocuğun mümeyyiz olmasıyla birlikte kısmi olarak başlar ve ergenlikle birlikte tamamlanır.

Kur’ân ve Sünnet, ebeveyni, doğumdan itibaren çocuklara karşı yerine getirmeleri gereken önemli bir kısım vazife ve sorumluluklarla yükümlü tutar. Çocuğa güzel bir isim koyma, sünnet ettirme, akika kurbanı kesme, nafakasını sağlama, bakım görümünü güzel yapma, iyi bir terbiye verme, eğitimiyle meşgul olma, geleceğe hazırlama, şayet varsa mallarını en güzel şekilde koruyup geliştirme çocuğun anne-baba üzerindeki hakları olarak ifade edilir.

Günümüzde dünyanın pek çok ülkesinde yaygınca uygulanan kürtajın, genel itibarıyla İslâm âlimleri tarafından haram görüldüğünü belirtmek gerekir. Modern dünya kürtajı anne-babanın bir hakkı olarak görse de, İslâm âlimleri konuya çocuk açısından bakar, eksik de olsa onun da hayat taşıdığını savunur ve Allah’ın yarattığı bu cana anne-babasının kıymasını caiz görmezler. Kur’ân, birçok âyetinde kötü bir cahiliye âdeti olan kızların diri diri toprağa gömülmesini şiddetle kınar ve kesin bir üslupla yasaklar. (En’am sûresi, 6/151; İsrâ sûresi, 17/31) Kur’ân’ın bu yasağının bir açıdan kürtajı da kapsadığı söylenebilir. İslâm fıkhı, ceninin hayat hakkının ihlâl edilmesini beşte bir oranında diyet (gurre) ödemekle cezalandırır.

İslâm’ın kadına verdiği değer ve ona tanıdığı haklar da devrim niteliğindedir. İslâm’dan önce gerek Arap toplumunda gerekse dünyanın daha başka yerlerinde kadına reva görülen zulüm ve haksızlıklara bakıldığında, İslâm’la birlikte onun nasıl gerçek değerini kazandığı daha iyi görülür. İslâm, bir taraftan kadını istismar eden ve aşağılayan her tür düşünceyi ve uygulamayı kökünden söküp atarken, diğer yandan da erkeğin sahip olduğu şahsî, ailevi, içtimai, hukuki ve iktisadi her tür hakkı ona da tanımıştır.

Kur’ân bir taraftan, “Erkeklerin kadınlar üzerinde bazı hakları olduğu gibi, kadınların da erkekler üzerinde hakları vardır.” (Bakara sûresi, 2/228) beyanıyla ailedeki karşılıklı haklara dikkat çekmiş, diğer yandan da “Onlarla hoşça, güzelce geçinin.” (Nisâ sûresi, 4/19) âyetiyle kadına karşı yapılacak her tür kötü muameleyi yasaklamıştır. Allah Resûlü, ümmetine son tavsiyelerde bulunduğu ve son ikazlarını yaptığı Veda Hutbesinde, “Kadınlar hususunda Allah’tan korkun. Siz onları Allah’ın emaneti olarak aldınız.” (Sahih-i İbn Huzeyme, 4/251) buyurmuştur.

İslâm’da kadın; yaşama hakkına sahip olma, çalışma, mülkiyet edinme, mallarında dilediği gibi tasarrufta bulunma, onuruyla yaşama, evlenme, aile kurma, çocuk sahibi olma, eğitim alma, ilim öğrenme, Allah’a ibadet etme, din ve vicdan hürriyetine sahip olma gibi temel hak ve özgürlüklerin tamamında erkekle aynı statüdedir. İslâm’da kadın ile erkeğin farklı hükümlere tâbi olduğu çok az mesele vardır ki, bunların maksadı da kadın ve erkek arasında bir hiyerarşi kurmak, kadına zulmetmek veya onu ikinci sınıf insan konumuna düşürmek değildir. Bilakis bu farklılık, bazen kadın ve erkeğin farklı fıtrat ve tabiatlara sahip olmalarından, bazen erkeğe nispeten daha hassas ve duygusal yaratılan kadınlara pozitif ayrımcılık yapılmasından bazen de ailevi ve içtimai dengelerin gözetilmesinden kaynaklanır.

Modernizm ve feminizmle birlikte kadınlar haklı olarak uzun asırlar boyunca kendilerinden gasp edilen haklarını istirdat etme ve kendilerine yapılan zulüm ve haksızlıkları bertaraf etme mücadelesine girişmiş fakat bir tepki hareketi olarak başlayan bu mücadelede denge tam olarak gözetilememiştir. Bu yüzden feminizm, kadına layık olduğu konum ve değeri kazandırma hareketi olarak başlamışsa da, pek çok araştırmacının da ifade ettiği üzere, bir süre sonra kadın ve erkek arasındaki çatışmaları körüklediği ve hatta yer yer kadın-erkek düşmanlığını tetiklediği söylenebilir.

Halbuki İslâm nazarında kadın ve erkek, birbiriyle çatışma, yarışma ve rekabet hâlinde olan iki düşman değil; kâinattaki bütün canlılar ve hatta bütün varlıklar gibi bir araya gelerek bir bütün oluşturmaları gereken iki farklı cinstir. Allah, kadını ve erkeği farklı fıtratlarda yaratmış, her iki cinsi de apayrı özellik ve kabiliyetlerle donatmış ve bunları birbirine muhtaç kılmıştır. Kadın ve erkek bir araya geldiğinde bir bütün oluşturacak, birbirlerinin eksiklerini giderecek özelliklere sahiptirler. Fakat fıtratla savaşma pahasına cinsiyet rollerini ortadan kaldıran ve bu iki farklı cinsi birbiriyle vuruşturup yarıştıran modern dünyanın, ailenin dağılmasında ve parçalanmasındaki rolü büyüktür.

Bütün bunların yanında Kur’ân’da, izin almadıkça ve selam vermedikçe evlere girilmesinin yasaklaması (Nûr sûresi, 24/27), Peygamber Efendimiz’in, değil izinsiz evlerin içine girmek, izin verilmedikçe başkasının evinin içine bakmanın bile haram olduğunu bildirmesi (Tirmizi, Salât 148) İslâm’ın insan onuruna, mahremiyete ve mesken dokunulmazlığına verdiği önemi gösteren önemli misallerdir.

e) Malın Korunması

Hiç şüphesiz eşya üzerindeki hakların en güçlüsü sayılan mülkiyet hakkı, insan haklarının en önemlilerinden biridir. Zira mülkiyet haklarına tecavüz edilen bir yerde, insanların çalışma, kazanma ve birikim yapma istekleri söner, toplumsal denge ve huzur altüst olur. Zorba yönetimlerin hâkim olduğu ve vatandaşların mallarına el uzattığı ülkelerde yaşanan huzursuzluklar ortadadır. Bu yüzden insanları çalışmaya, kazanmaya ve üretmeye teşvik eden İslâm, mülkiyet hakkını kutsal kabul etmiş ve insanların sahip oldukları mal ve servetleri koruma adına önemli düzenlemeler getirmiştir.

İslâmî hükümlerin en başta gelen özelliklerinden biri, insan fıtratıyla uyumlu olmasıdır. Bilindiği üzere mülk edinme ve sahip olma duygusu insanın en fıtri ihtiyaçlarından biridir. İnsan, mal ve servete karşı meyilli yaratılmıştır. Bu sebeple İslâm, özel mülkiyeti kabul etmekle kalmamış, “Malı uğruna öldürülen şehittir.” (Müslim, İman 226) hadisiyle onu korumak için her tür mücadelenin verilmesi gerektiğine ve böyle bir mücadelenin Allah katında nasıl bir kıymet arz ettiğine dikkat çekmiştir.

“Ey iman edenler! Mallarınızı aranızda haksız ve gayr-i meşru yollarla yemeyin!” (Nisâ sûresi, 4/29) âyetiyle,“Gönül hoşnutluğu olmadıkça, Müslüman bir kişinin malını almak helâl olmaz.” (Dârakutnî, Sünen, 3/424) şeklinde hadis, net ifadelerle mülkiyetin dokunulmaz olduğunu ortaya koyar. Başka bir hadislerinde Peygamber Efendimiz, tıpkı can ve namus gibi malın da dokunulmaz ve mukaddes olduğunu beyan eder. (Buhari, Megazi 77) Konuyla ilgili âyet ve hadislerden yola çıkan İslâm hukukçuları da, “Meşru bir sebep olmaksızın birinin malını bir kimsenin alması caiz olmaz.” şeklindeki fıkhî kaideyi ortaya koyarlar. İslâm’ın hırsızlık ve eşkıyalık suçları için en ağır cezai müeyyideler takdir etmesi de mülkiyet hakkına verdiği önemi gösterir.

Sonuç

Buraya kadar yapılan izahlardan da anlaşılacağı üzere İslâmî hükümlerin ana maksadı temel insan haklarını korumaktır. Din de, hukuk da, ahlâk da insan için vardır. Bunların ortak özelliği insana, yaratılış gayesine uygun bir şekilde insanca bir hayat yaşatmaktır. İnsan ise hak ve özgürlükleriyle insandır. Farklı bir yaklaşımla insan haklarının korunması aynı zamanda Müslümanlığın ve İslâm’ın korunmasıdır. Zira temel haklarından yoksun yaşayan bir insanın ne hakkıyla Müslüman olması ne de dinine sahip çıkması mümkün değildir.

Önümüzdeki yazıda dinî referanslar çerçevesinde eşitlik konusunu ele alacağız.

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin