İnsan hakları kimin hakkı?

Yorum | Bülent Keneş

Çeçenlerin “ayı yavrusunu yemeden önce çamura bularmış” atasözü belki hiçbir şey için olmadığı kadar devletler ya da devleti yönetenler için geçerlidir.

Şu ya da bu şekilde devlet mekanizmasını ele geçirmiş olanlar, siyasi menfaatleri ve şahsi çıkarları öyle gerektirdiğinde göklere çıkardıklarını, ihtiraslarının ya da çıkarlarının önünde bir engel görmeye başlayıp da yemeye niyetlendiklerinde yerin dibine geçirmek için ellerinden geleni yaparlar.

Üstelik bunu, kontrolleri altındaki muazzam kamu imkanlarıyla çok da zorlanmadan başarırlar. Neticede, hukuksuz, keyfi ve metazori yöntemlerle farklı her sesi susturdukları bir ortamda karayı ak, akı kara göstermek kısa süreli girişecekleri bir çabaya ve yoğun kara propagandaya bakar…

Mesela, yurtiçi ve yurtdışında giriştikleri eğitim faaliyetleri, hayır işleri, farklı din ve etnikten insanlar arasında birlikte yaşama kültürünü geliştirmeye yönelik çabaları ve benzeri insani çalışmalarından dolayı düne kadar yere göğe sığdıramadıkları Hizmet Hareketi’ni bir gecede “paralel çete”, “paralel devlet” ve nihayet “terör örgütü” yaftasıyla kolayca damgalayabildiler.

PAÇOZ REJİMLERDE DEVLET KİME TERÖRİST DERSE TERÖRİST ODUR

Ya da düne kadar aynı masa etrafında buluşup karşılıklı türlü övgüler eşliğinde giriştikleri kirli pazarlıklarla sınır ötesi emellerine ve içeride kurmaya çalıştıkları tek adam rejimine destek olacağını varsaydıkları Kürt siyasi hareketini o gün göklere çıkarırken, siyasi hesaplarına ve şahsi menfaatlerine karşılık vermediğini düşündükleri anda, 6 milyondan fazla oy almış olmalarına bakmaksızın, bir terör örgütüyle eşitleyebildiler.

Veya yıllar boyunca “Kardeşim Esed” diye baştacı edip, ilişkileri iki ülke arasındaki sınırları işlevsiz bırakacak kadar yakınlaştırarak, ayyuka çıkmış insan hakları ihlallerine hiç aldırmadan dünyanın şaşkın nazarları önünde ailecek sefahat turları düzenledikleri Suriye Cumhurbaşkanı Başar Esed’i, ihtiraslarıyla gözlerini karartıp bir anda dünyadaki en cani adam konumuna sokabildiler.

Bundan yıllar önce Zaman gazetesinde katıldığım gündelik bir toplantıda hemen yanıbaşımda oturan, şimdi ise 20 aydan fazla bir süredir “terör örgütü” üyesi olmak suçlamasıyla hapiste bulunan bir dostumla aramızda ilginç bir diyalog geçmişti. Bugün olduğu gibi 1980 darbesi sonrası da uzun süre hapislerde yatmış, ama sonrasında çeşitli hükümetlere danışmanlıklarda da bulunmuş, kısacası gün ve umur görmüş bu çok kıymetli siyaset bilimci dostumuza “Terör örgütü kime denir?” diye sormuştum. Bizdeki gibi kuralsız, ilkesiz, hukuksuz paçoz devletleri hem içeriden hem dışarıdan çok iyi tanıyan bu dostum, bir an bile duraksamadan “Devlet kime terör örgütü diyorsa ona denir,” deyivermişti.

Böyle deyivermişti çünkü yöntem olarak terörü kullanan yapılara bile “terör örgütü” denilebilmesi için Batılı medeni ülkelerde tüketilmesi gereken uzun hukuki süreçlerin çadır devletlerini aratmayan bizdeki gibi paçoz devletlerde gerekli olmadığını iyi bilecek bir birikime sahipti. Batı’da hukuki bir tanım olan “terör örgütü”nün İslamofaşist Erdoğan rejimi gibi hukuksuz ve ilkel kabile rejimlerinde sadece keyfi bir siyasi yaftalamadan ibaret olacağının bilincindeydi.

NETİCEDE HAYVANLAR YER, İNSANLAR YAFTALAR

2012’de vefat eden Macar asıllı meşhur Amerikalı psikiyatr Szász Tamás István (Thomas Stephen Szasz), “Hayvanlar aleminde kural şudur: Ya sen onu yersin ya o seni yer. İnsanlar aleminde ise başka bir kural işler: Ya sen onu tanımlarsın ya o seni tanımlar,” derken sonuna kadar haklıydı. Özellikle, şu an Türkiye’de olduğu gibi, sistematik bir kötülük örgütüne dönüşen devletler için düşman olarak gördükleri kesimleri yok etmenin amentüsü ve en kestirme yolu onları olmadıkları bir şeyle yaftalayarak marjinalleştirmek, yoğun kara propagandayla ötekileştirmek, insansızlaştırarak (dehümanizasyon) şeytanlaştırmak ve nihayet kamusal algı dünyasında yok edilerek köklerinin kazınmasına müstahak hale getirmektir.

Bugün Türkiye’de yaşanan da, ne eksik ne fazla, budur. Erdoğan rejiminin hedefe koyduğu her kesim için ülkede farklı yaftalama ve insansızlaştırma süreçleri tam gaz işlemektedir. Özellikle de Hizmet Hareketi ve Kürtler için… Bugün itibariyle, alakaları olsun ya da olmasın, şiddet karşıtı sıradan bir barışçıl, sosyal oluşum olan Hizmet Hareketi için hiçbir reel karşılığı olmaksızın uydurdukları “F..” yaftasını yapıştırıp da sonuç alamayacakları tek bir kesimin, tek bir kimsenin olduğunu düşünmüyorum. Ya da sırf Kürt oldukları için “PKK’lı” damgasını vurup da içeri tıkmayacakları veya daha da beteri yargısız infazla katletmeyecekleri kimsenin olduğunu da sanmıyorum.

Hayatın normal akışı içerisinde herkesin her gün yapageldiği sıradan eylem ve fiilleri gerekçe göstererek “F..” safsatasıyla yüzbinlerce insana yapmadığı zulmü bırakmayan Erdoğan rejiminin, PKK gibi bir yaftayla damgaladağı milyonlarca Kürt’ü ise ya sözde hukuki yollarla ya da yargısız infazlarla bitirmesi çocuk oyuncağı mesabesindedir. Daha az yoğunlukta olmakla birlikte benzer uygulamalar farklı muhalif çevreler için de her geçen gün daha yaygın hale gelmektedir.

‘GEREKLİ ŞER’E KARŞI İNSAN HAKLARI ÖRGÜTLERİ YETERİNCE ETKİLİ Mİ?

Hukuku, ahlakı, insafı, vicdanı olmayan Erdoğan rejimi gibi haydut devletlerin burada anlattıklarımıza benzer insanlık dışı uygulamalarına tarihin değişik dönemlerinde değişik coğrafyalarda rastlamak mümkündür. Liberallerin “gerekli şer – necessary evil” olarak gördükleri devletlerin zıvanadan çıkmaları durumunda maalesef bunlar olabilen şeylerdir. Ama Allah’a şükür ki, artık dünyadaki örgütlü yapılar dümenine geçenin suyuna giden yoz ve paçoz devletlerden ibaret değildir.

Gerek ulusal (nasyonel), gerek uluslararası (internasyonel), gerek toplumlararası (transnasyonel) ve gerekse uluslararüstü (supranasyonel) örgütler, geçmişe nazaran bugün devletlerin doğalarından kaynaklanan yoldan sapma potansiyellerini dizginleme fonksiyonunu daha etkili bir şekilde icra edebilmektedir. Ayrıca, geçmişte adına bile “devletler hukuku” denilen uluslararası hukuk her geçen gün daha da artan bir hızla insani (humanitarian) hukuk tabiatına doğru evrilmektedir. Bu sayede, devletlerin kendi ülkeleri üzerindeki külhanbeyi egemenlik hakları, R2P (responsibility to protect – koruma sorumluluğu) gibi yeni normlarla, oldukça yavaş da olsa, ciddi bir paradigmatik dönüşüm geçirmektedir.

İnsanoğlu, yoldan ve zıvanadan çıkmış devletlerin neler yapabileceğini binlerce yıllık insanlık tarihi boyunca farklı devlet formlarının yaptığı katliam ve zulümlerden ötürü çok iyi biliyor. Peki, tarihi geçmişleri devletlere nazaran oldukça yeni olmakla birlikte, devletlerin örgütlü birer zulüm mekanizması haline gelmesini engellemeye matuf çok kıymetli çabalarıyla öne çıkan bu sivil örgütler üstlendikleri fonksiyonları hakkıyla yerine getirmekte ne kadar başarılılar?

Ulusal düzeyden başlayarak uluslarar üstü düzeye uzanan yapılarıyla temel insan hak ve özgürlüklerini savunan bu sivil örgütlerin kendileri, farklı sosyal, dini, kültürel ya da etnik gruplara objektif bir şekilde yaklaşmayı ne kadar becerebiliyorlar? Bu örgütler, devletlerin veya aynı toplumdaki farklı grupların birbirlerine yönelik yaptıkları tanımlama, etiketleme ve yaftalamanın etkilerinden ne kadar azadeler? Kendilerinin kültürel, dini, siyasi, ideolojik ve yaşam tarzı tercihleri yaptıkları insan hakları savunuculuğunun olmazsa olmazı olan insani duyarlılıklarını ne kadar etkilemektedir? Bazı kesimlere yönelik zulümlere ve yaşanan mağduriyetlere pür dikkat kesilirken, bazılarına karşı ya tümden kör ve sağır ya da kerhen bir duyarlılık gösterme eğilimlerinin bu etkilenmeyle ne kadar ilgisi bulunmaktadır?

İNSAN HAKLARINI SAVUNURKEN ALGIDA, VURGUDA, ÇABADA SEÇİCİLİK 

Farklı düzeylerde ve yoğunluklarda da olsa, insan hakları alanında çalışan bütün bu ulusal ve uluslararası örgütlerde mağdurun, mazlumun kimliğine göre algıda, vurguda, çabada (hadi ‘ayrımcılığın’ demeyelim ama) belirli bir seçiciliğin varlığına dair göstergeler maalesef fazlasıyla var. Bu tuhaf durum, “insanım” diyen herkese acı vermesi gereken “insan hakları kimin hakkıdır?” sorusuna haklılık kazandırmaktadır.

Sahiden, özellikle yola çıkarken her insan hakları örgütünün dilinden düşürmediği “ayrımsız insan hakları” idealine bu örgütler ne kadar sadık kalabilmektedir? İnsan hakları şampiyonluğunda rakip tanımayan bu örgütlerin algıda, vurguda ve sergiledikleri çabada apaçık seçiciliklerinin kültürel, ideolojik ve sosyo-politik sebepleri nelerdir? İnsan haklarını savunmak gibi oldukça asil bir çaba için yola koyulanlar bile, nasıl oluyor da, bu çabaları sergilerken bizzat kendileri ciddi ayrımcılıkların, büyük haksızlıkların, bilinçli duyarsızlıkların bir öznesi haline gelebiliyorlar? Maalesef, bu söylediklerimiz sahadaki insan hakları aktivistleri için olduğu kadar bu tür faaliyetlerde elzem olan fon sağlayıcı “hayırseverler”in çifte standartlı yaklaşımları için de geçerlidir. Daha doğru ayrımcılık ve seçicilik insan hakları projelerine fon sağlayanların ikircikli tavırlarından itibaren başlamaktadır.

Yıllar önce Uluslararası Kızılhaç Örgütü tarafından Kahire’de düzenlenen birkaç günlük bir çalıştaya katılmıştım. İnsani gazetecilik (humanitarian reporting) gündemli bu çalıştayda insan hakları ve insani yardım alanlarında çalışan kuruluşların ve şahısların nasıl olmaları, neleri yapmaları, nelerden kaçınmaları gerektiği konusunda ciddi tartışmalara tanıklık etmiş, epey bir teorik bilgi edinmiştim.

Mesela, kitabi olarak Uluslararası Kızılhaç Örgütü’nün dünyanın neresinde ve hangi rejimle muhatap olursa olsun “terörist örgüt” tanımını tanımadığını, çatışma ortamlarında acil yardıma ihtiyaç duyan insanlara siyasal kimliklerinden, devletle olan ilişkilerinden ve sosyo-kültürel aidiyetlerinden tamamen bağımsız olarak nasıl yardıma koştuklarını duymaktan ciddi etkilenmiştim.

TEORİK KONUMLANDIRMALARIYLA REEL DURUMLARI NE KADAR ÖRTÜŞÜYOR?

Başlıkta dile getirdiğim sorum ve sorunum bu tür kitabi/teorik asil konumlandırmalarla ilgili değil elbette. Bu konumlandırmaların reelde ne kadar karşılık bulduğuyla… Kızılhaç’ın zor savaş ve çatışma koşulları altında çok büyük riskler alarak, hangi taraftan olursa olun can kurtarmak için giriştiği fedakarca çabaların farkında olarak soruyorum bunu.

Şunu da biliyorum, maalesef siyasallaşmış insani yardım ve insan haklarına sahip çıkma alanında gözlemlenen yaygın seçicilik konusunda belki de en masumu Kızılhaç’tır. Neticede, Kızılhaç ekiplerinin çoğu zaman imdadına koştukları insanların acı çektiği olaylar kendi hayatlarını hiçe saymalarını gerektirecek vahim boyutlara ulaşabiliyor. Kaldı ki, çoğu zaman ateş altında canlarını dişlerine takarak can kurtarma derdi taşıyan en ufak gayret takdire şayandır.

Bir de tabii, ağırlıklı olarak ofis çalışmalarıyla ya da savaş ve çatışma ortamındaki risklerle mukayese edilemeyecek derecede düşük riskler alarak çalışan insan hakları örgütleri mevcut. Allah hiçbirisinin eksikliğini göstermesin, Uluslararası Af Örgütü (Amnesty), İnsan Hakları İzleme Örgütü (HRW) vb gibi doğrudan insan hakları ihlalleri ile uğraşan örgütlerin yanısıra Sınır Tanımayan Gazeteciler (RSF), Gazetecileri Koruma Komitesi (CPJ), Özgürlük Evi (Freedom House), Uluslararası Basın Enstitüsü (IPI), PEN International, Index On Censorship, Article 19 gibi demokrasi, basın ve ifade özgürlükleri üzerine yoğunlaşan uluslararası çapta pek çok örgüt var.

Teorik olarak, ulusal çapta örgütlenmiş insan hakları ve meslek örgütleri gibi ülkeye hakim olan siyasi, ideolojik ve sosyo-kültürel kamplaşmalardan etkilenmedikleri için bu tür uluslararası insan hakları örgütlerinin sözkonusu ülkelerdeki bazı mağduriyetlere karşı önyargılı yaklaşmaları, bazı kesimlerin mağduriyetlerine karşı kör ve sağır olma riskleri daha düşüktür. Peki böyle bir şeyin hiç olmadığını söylemek ne kadar mümkündür? Bu örgütler, varolma sebepleri olan “ayrımsız insan hakları savunuculuğu”nun hakkını acaba ne kadar verebilmektedirler?

Bardağın mutlaka dolu tarafı da var. O tarafına bakıp yeterince mutlu olabiliriz. Kaldı ki, en ufak desteğe ve sese ihtiyaç duyulan dönemlerde bu örgütlerin yaptığı en ufak katkılar bile çok ama çok anlamlı ve hakikaten çok kıymetli. Hukuksuzlukları, işkenceleri, zulümleri, hak ve özgürlük ihlallerini gündeme getirerek ulusal ve uluslararası zeminde duyarlılık oluşturmak için verdikleri mücadelelerin, sergiledikleri çabaların en azı bile takdire şayan?

TURNUSOL KAĞIDI ZAMAN VE CUMHURİYET’E YAKLAŞIMLARI…

Ama bu örgütlerin, zulüm, işkence ve ciddi hak ihlallerine maruz kalmış mağdur ve mazlumlara siyasal ya da sosyo-kültürel kimliklerinden tamamen bağımsız olarak yüzde yüz hakkaniyetle yaklaştıklarını ne kadar söyleyebiliriz? Şerrinden her daim endişe duyulması gereken en örgütlü ve en tehlikeli yapılar olarak devletlerin ayrımcı ve yaftalayıcı yaklaşımlarından bu insan hakları örgütleri de az ya da çok kendi nasiplerini alıyor olabilirler mi acaba?

Üzülerek söylemeliyim ki, maalesef, bu soruya benim vereceğim cevap ‘Evet’tir. Yerel insan hakları örgütlerinden bile beklenmemesi gereken ayrımcı ve seçici tavırlardan maalesef uluslararası insan hakları örgütleri, basın ve ifade özgürlüğü alanında çalışan örgütler vb yapılar hiç de azade değiller. Elinizi vicdanınıza koyup, bu insan hakları ve basın özgürlüğü örgütlerinin, ne ahlak ne hukuk tanıyan İslamofaşist Erdoğan rejiminin Türkiye’nin en yüksek tirajlı gazetesi Zaman’a, benzer konumdaki Samanyolu ve Bugün gruplarına çöktüğünde gösterdikleri tepkiyle ve bu kurumlardaki gazetecilere verdikleri destekle, bunlarla mukayese edilmeyecek ölçekteki bir zulüm altında olan Cumhuriyet gazetesi ve çalışanlarına verdikleri destek ve gösterdikleri tepkinin aynı olduğunu ne kadar söyleyebiliriz?

15 Temmuz darbe kumpasından sonra hapse atılan, sürgünde bulunan, sadece gazeteleri, televizyonları, radyoları, internet siteleri kapatılmakla da kalmayıp şahsi mallarına, mülklerine de el konulan gazetecilerin belki yüzde 70’i Hizmet Hareketi ile ilintilendirilen medya organlarından… Peki uluslararası basın örgütlerinin raporlarında bu çıplak gerçeğin esamesine rastlayanınız var mı?

Stockholm Center for Freedom’ın (SCF) isim isim tespit ettiği halde ancak belgelendirdikten sonra listesine aldığı (ve belgelendiremediği için liste dışı bıraktığı onlarca isim olduğu) halde, hapisteki gazeteci ve medya çalışanlarının pek çoğunu görmezden gelerek abuk sabuk rakamlar yayınlayan uluslararası basın özgürlüğü örgütlerinin, bilinçli ve kasti olduğuna inanmak istemediğim bu apaçık ayrımcılıklarıyla, Erdoğan rejimine dolaylı da olsa hizmet ettiklerinin farkında olmama ihtimalleri var mıdır?

BÖKEN VE KARACA’NIN OLMADIĞI MAHPUS GAZETECİ LİSTELERİ(!)

Mesela, RSF ve CPJ’in yayınladıkları Türkiye raporlarına bir gözatın. SCF’nin 25 Nisan itibariyle güncellediği listede yer alan 59 hükümlü, 198 tutuklu, 141 sürgündeki (aranan) gazeteci ve medya çalışanının kaçta kaçını raporlarına almışlar bir görün. Sözkonusu listede yer alan en az 180 isme yer vermeyen CPJ’in mesela SHaber ve TRTHaber gibi iki haber kanalı kurmuş herkesin bildiği yılların gazetecisi Ahmet Böken’i gazeteci saymamasına seçicilik mi demeliyiz, ayrımcılık mı demeliyiz, yoksa art niyet ve kasıt mı demeliyiz, siz karar verin. Ya peki on yıllardır gazetecilik faaliyetleriyle tanınan Hidayet Karaca ya da uluslararası ödüllü radyocu Serkan Sedat Güray’ın bu listede yer almamasına ne buyrulur?

SCF’nin listesi ortadayken ve belirli fasılalarla sosyal medyada yayarak bangır bangır bağırıyorken Böken gibi onlarca gazetecinin durumu apaçık belgelenmişken RSF ve CPJ’nin bu listedeki isimleri ısrarla görmeme çabası neyle açıklanabilir? Allah aşkına CPJ, TRT çalışanı 74, Anadolu Ajansı çalışanı 9 tutuklu gazeteciyi hangi kritere göre gazeteci saymamaktadır?

ByLock’tan tutuklanan Türkiye gazetesi çalışanı Ahmet Sağırlı’yı gören CPJ, aynı suçlamayla tutuklu bulunan Zaman muhabiri Aslıhan Aydın’ı hangi kıstasla liste dışı bırakmaktadır. Zaman’ın il temsilcileri olan Mustafa Ünal ve Vahit Yazgan’ı listesine almakla doğru yapan CPJ,  aynı gazetenin Diyarbakır Temsilcisi Aziz İstegün (yakınlarda tahliye edildi), Konya Temsilcisi Şirin Kabakçı, Bursa Temsilcisi Enis Öznük ve Erzurum Temsilcisi Ersin Demirci’yi neden görmezden gelme ihtiyacı duymaktadır?

Cumhuriyet gazetesi yöneticisi Akın Atalay’ı haklı olarak listesine alan CPJ’in benzer şekilde Zaman’da veya Cihan haber ajansında medya yöneticileri olan Yakup Şimşek, Metin Sekizkardeş, Alaattin Güner ve Ali Odabaşı’nı liste dışı bırakmasının bir açıklaması var mıdır? Ya da tıpkı SCF gibi Atilla Taş’ı da listesinde gösteren CPJ, Mehmet Gündem, Nuh Gönültaş gibi yılların gazetecilerini, Abdulkadir Civan gibi yılların ekonomi yazarlarını neden görmezden gelmeyi tercih eder?

ON YILLARA DAYALI GÜVENİLİRLİKLERİ VE OBJEKTİFLİKLERİ RİSK ALTINDA

Belirli ideolojik gruplardan gazetecilere ve medya çalışanlarının mağduriyetlerine alabildiğine odaklanırken Kürt ya da Hizmet Hareketi’ne yakın medyada çalışmış gazetecilere yönelik CPJ’in sergilediği üstün körülük maalesef sadece bu örgüte has bir durum değil. Bu örgütler, bu feci durumun yıllara dayalı oluşturdukları güvenilirliklerine ve objektifliklerine büyük bir gölge düşürdüğünün umarım farkındadırlar.

Örnekleri, çok kıymetli çalışmalarıyla da bilinen CPJ’den vermemiz seçicilik ve hatta ayrımcılık sorununun sadece bu örgütle ilgili olmasından dolayı değil. Aynı durum maalesef diğer uluslararası basın özgürlüğü örgütleri için de aşağı yukarı aynı. Dahası anlı şanlı insan hakları örgütleri için de durum pek farklı değil.

Hal buyken, bu örgütler bir araya gelse de insan haklarının, basın ve ifade özgürlüklerinin kimlerin hakkı olup kimlerin hakkı olmadığını bi-zahmet belirleyip bazı kriterlere bağlasalar. Bu sayede, hakları ihlal edilen, zulüm gören, tecavüze uğrayan, işkence edilen mağdur insanlar insan hakları olup olmadığını öğrenseler ve kendi durumlarının farkındalığıyla kimden ne bekleyebileceklerini bilebilseler? Fena mı olur?

Şaka bir yana, ayrımsız insan hakları sloganıyla yola çıkanlardan ayrımsız insan hakları savunusu beklemek zulme maruz kalmış, hakkı ve özgürlükleri ihlal edilmiş her insanın hakkıdır. Mağdur insanlar arasında bile ayrımcılık yapmak insan olduğu iddiasında olan hiç kimseye yakışmaz. İnsan hakları örgütlerine ise hiç mi hiç yakışmaz!…

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

2 YORUMLAR

  1. Sanki AB çok farklı. AB ülkeleri çok farklı. Aynı şeyi onlar da yapıyorlar. Can Dündar’a ve Cumhuriyet gazetesine kopardıkları fırtınanın binde birini, insan hakkı olmayan grubundaki, Zaman vs gazete çalışanlarına ve hizmet mensuplarına göstermediler.
    Ha onlardan merhamet ve adalet bekliyor muyuz? Bu da başka bir mesele. Her şeyi Allah’tan beklemeli. Ama dünyayı da iyi tanımalı. (Bu arada mültecilere ev sahipliği noktasındaki civanmertliklerini büyüklüklerini unutmamak lazım.
    Bilemiyorum kendi evlerinde ayrı Tr’de neden ayrı davranıyorlar bunun da bir analize ihtiyacı var.

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin