İki tarz-ı siyaset: Devletçilik ya da insancılık [Kemal Ay]

Soğuk Savaş, bir bakıma toplum-devlet ilişkilerinin nasıl olması gerektiğine dair iki farklı yorumun savaşıydı. Kıta Avrupa’sı ulusalcılık fikrinin aşırılığına dayanan faşizmi tarihe gömmüş, liberal demokrasinin çeşitleri etrafında birleşmişti. Yaşlı kıtayı faşizm tehdidinden kurtaran Anglo-Sakson dünya, ABD ve İngiltere, bu geleneğin Avrupa’da işlemesi için her şeyi yapacaktı. Batı Avrupa’nın yeniden inşası için Marshall Planı dâhilinde 12 milyar dolarlık yardım, bunun için verilmişti.

Savaşın diğer cephesi, Sovyet Rusya, Avrupa’daki faşizmin mağlup edilmesinde büyük yardımda bulunmuş ancak kendi payına düşeni de fazlasıyla almıştı. Doğu Avrupa’nın, hatta Almanya’nın yarısının Sovyet idaresine bırakılmasına, pek kimse ses çıkarmadı. Bir başka sıcak savaşın finansal olarak ‘karşılanabilir’ olmadığını düşünen Batılılar, Sovyetleri farklı tekniklerle mağlup etmeye çalışacaktı. Soğuk Savaş, bu yönüyle ana karargâhlarda değil, uydu ülkeler aracılığı ile savaşmak anlamına gelecekti. İkinci Dünya Savaşı’ndan günümüze Latin Amerika, Ortadoğu ve Afrika’nın belirli bölümleri, Soğuk Savaş’ın ‘uygulama sahası’ olmuştu.

Yaşam tarzlarının rekabeti

İki farklı yaşam tarzı, Amerikan ve Sovyet yaşam tarzı, karşı karşıyaydı aslında. Propaganda bu eksen üzere kurulmuştu. İnsanlık için hangi yorumun daha ‘iyi’ olduğu tartışılıyordu. Sovyetler, her şeyi devletin kontrol ettiği, vatandaşlarınsa sadece kendilerine yatırım yaptığı bir ütopyanın propagandasını yapıyordu ancak özellikle Stalin döneminde, insanların kendilerinden çok ‘Sovyet rejimi’ önemli hâle gelmişti. Timur’un filleri hikâyesinde olduğu gibi, Sovyet insanı, Timur’un fil ordusunu beslemekle ‘görevli’ kılınmıştı bir anda. Devlet, her şeyi düşünen, her türlü ihtiyacı gideren ama kontrol hastası bir ebeveyn gibiydi.

Dahası, Sovyetler kurdukları totaliter rejimde, her şeyi kontrol edebilme hastalığına kapılmıştı. Sovyet tarzı devlet-toplum ilişkisinde, her şey ama her şey hesaplanarak ‘faydalı’ hâle getirilmeliydi. Bu da, ‘kişisel alan’ kavramını ortadan kaldırmıştı. Herkes, ‘profesyonel devrimci’ etiketi altında, Sovyet idealinin yaşaması için çalışmak zorundaydı çünkü materyal tarih, bunu gerektiriyordu. Aslında Stalin’in kendisi de dâhil, herkes tarihin yatağında akması için vardı. Parti-devlet, tarihin en büyük zorunluluğuydu ve insanların tek yapmaları gereken ona destek olmaktı.

Sovyetlerin Batı eleştirisi

Liberal demokrasinin zaferinin bir hayli görkemli olmasında, Sovyetler’in yaşadığı bu içten çürümenin etkisi büyüktü. Amerika’nın desteklediği yaşam tarzı ise, demokrasiyi öne çıkarıyor, özgürlük, ‘sivil toplum’ gibi fikirleri aşılıyor ve herkesin kendi hayatını belirlemesini öngörüyordu. Siyasî açıdan bir ‘baskı’ olmayacaktı. Özel alan, mülkiyet korunacaktı. Kişilik hakları, kayıt altında olacaktı. İnsan hakları belirlenmişti ve hiç kimse bu hakları insanlardan alamazdı.

Ancak ilginç bir şekilde Sovyetler de Batı’daki devlet-toplum ilişkisini ‘onur kırıcı’ buluyordu. Kapitalist sistem (ekonomi politik) eleştirileri, hayat tarzı eleştirilerine dönüşmüştü. Sovyetler’de belki insanlar geçici olarak ‘baskı altında’ yaşıyordu ancak bu onların ‘ilerideki iyilikleri’ için gerekliydi. Sovyetler deneyiminin sonunda ‘yeni insan’ doğacaktı ve bu insan, komünizm hayalini gerçekleştirecekti. Kapitalizm ve liberalizm eleştirisinin Batı’da da alıcısı çoktu. Avrupa’da entelektüel hayatın lokomotifi hâlâ Marksist düşünceydi. Şiddeti, terörü benimseyen Marksist (çoğu etnik tabanlı) örgütler, 1960’ların, 70’lerin Avrupa’sında, bugünkü radikal İslamcı terörden daha aktifti.

Şu an Avrupa popülist sağı nasıl Rusya’nın sponsorluğunda hareket ettiğini saklamıyorsa, o günkü Avrupa solu da, Sovyet Rusya’nın gizli-açık desteğini görmüştü. Hatta Çin’deki Maoizm Avrupa başkentlerinde alkışlanacaktı. Bugün ‘özgür dünya’nın insan hakları kavramı etrafında kınadığı ne kadar rejim varsa, bir zamanlar ‘Batı’ya alternatif’ ya da ‘Batı’nın anlayamadığı kültürel hareketler’ olarak toplantı meclislerinde ilgi görmüş, işler sarpa sarınca da, terk edilmişti. Bir zamanlar Noam Chomsky’nin Pol Pot rejiminin işlediği soykırım suçlarını ‘görememesi’ gibi…

Refah devletini netice verdi

Soğuk Savaş’ın yoğun etkisi altındaki Amerika’da komünizm, McCarthy’ci ‘tedbirlerle’ kovalanmasına rağmen, Amerikan üniversitelerinde bir hayli etkili olmuştu. Amerikan sağı, her ne kadar sosyalizm, komünizm ve Sovyetler deneyimini aynı torbaya koyup yaftalamak istese de, komünizm değilse bile sosyalizm, Batı’da doğru noktalara tutunabildi. Düşünün ki, Amerikan başkanlık seçimlerinde Hillary Clinton’a Demokrat Parti içinde rakip olan Bernie Sanders, Amerikan sosyalizminin en güçlü isimlerindendi ve Clinton’dan çok daha fazla genç nüfus desteğine sahipti.

Sosyalizm tecrübesi, Avrupa’da ‘refah devleti’ dediğimiz ve eğitim, sağlık, iş güvenliği gibi konularda vatandaşlarını ‘destekleyen’ yaklaşımlar getirdi. Bugün Amerika’nın serbest kapitalizminin aksine, Avrupa’da devletler sosyal eşitlik için çabalayan, hayatın akışına ‘müdahil olan’ bir yapıda. Ancak bununla birlikte, sivil toplum ve özel alan gibi konularda, Sovyet deneyimi yaşamış toplumlardan fersah fersah uzakta.

Sovyet sonrası toplum

Soğuk Savaş’ın Batı’ya kalıcı etkileri olduğu gibi, Sovyet bloku ya da Doğu bloku denilen ülkelerde de kalıcı etkileri oldu. Sovyet etkisi altındaki toplumlarda, Baas rejimini yaşayan Ortadoğu ülkeleri de dâhil, ‘sivil toplum’ kavramı bir türlü oturmadı. Buralarda ne zaman ‘sivil toplum’ fikri ortaya atılsa, Batılı finansörlerin (George Soros vs.) desteklediği bir ‘turuncu devrim’ yaygarası koparıldı. Sovyet bloku ülkeleri, Sovyetler yıkıldıktan sonra bile ‘güçlü devlet’ yaklaşımlarını sürdürdü. Zira ‘toplum’ buna müsaitti.

Sovyet sonrası dönemde de yaşantısını aynı şekilde sürdüren insan tipine, ‘Homo Sovieticus’ denmeye başladı. Sovyetler’in etkisi altındaki ülkelerde, toplumlar bu insan tipine göre şekillendi. Marksist toplum deneyinin bir parçası olarak görülen ‘Sovyet İnsanı’nın özellikleri arasında, kaygısızlık, inisiyatif almama, özel mülkiyete karşı hevessizlik, Batı’ya karşı hislerin ‘aşırılaşması’ (aşırı sevgi/aşırı nefret), otoriteryenizme yatkınlık, kendini oyalama, hafızasızlık ve ‘dürüst yalancılık’ (resmî söylem/şahsî söylem) gibi hususlar sayılıyor.

İlliberal demokrasi

Bugün bu mirası devralan, bu miras üzerinden iktidarı ele geçiren siyasetçiler, ‘illiberal demokrasi’ denilen, seçimlere sahip ama her şeyi yine devletin belirlediği bir yönetim tarzını benimsedi.

İlginç bir şekilde bugün yine Rusya’nın başını çektiği bu ‘illiberal demokrasi’ yaklaşımında, devletin sosyal hayatının bütününü, Sovyetlerden daha esnek bir şekilde ama, yine de kontrol etmesi gerektiği fikri büyük rol oynuyor. Bunun, ‘savaş durumu’ için en iyi seçenek olduğu düşünülüyor. ‘Güçlü’ olmanın yolunun, devletin her şeyi organize etmesinden geçtiği söyleniyor.

Amerika, Avrupa, Rusya ve Çin

Bugünkü dünyada geçerli ‘yönetim biçimleri’ arasında Amerikan tarzı liberal demokrasi, Avrupa tarzı refah devleti, Rusya tarzı illiberal demokrasi ve Çin tarzı ‘devlet destekli kapitalizm’ sayılabilir. Ve aslında bu ‘büyük sponsorlar’ Soğuk Savaş’taki kadar göstererek olmasa da, hâlâ uydular üzerinden nüfuz alanlarını genişletmeye çalışıyor. Böyle bir ortamda Rusya için en iyisinin kendi içine dönmüş bir ABD ve Avrupa olduğu aşikâr. Nitekim Donald Trump’ın dış politikayı CEO-vari bir yönetimle yürütmek istemesi, Rusya’yı sevindiriyor.

Ancak bu Soğuk Savaş’ın yaşanmayacağı anlamına gelmiyor. Batı-dışındaki ülkelerde, mesela Türkiye’de, Batı’daki liberal demokrasi anlayışının gerilemesi ciddi bir travma sebebi. Açık toplumdan, şeffaflıktan, serbest ekonomiden ve insan haklarından yana olan insanlar, karşılarında granit bir devletçilik buluyor. ‘Güçlü’ (olmayı değil) görünmeyi seven toplumlar, Rusya’nın açtığı bu yoldan yürümekte bir beis görmüyor.

Rusya’nın ihraç ettiği bu ‘rejimin’ diyalektik karşılığının da filizlenmeye başladığı aşikâr. Daha insan odaklı, insanın ne olduğu konusuna yeniden kafa yoran ve bilginin dolaşımının hızlanması karşısında bunu nasıl ‘birikime’ dönüştürebileceğini düşünen bir yaklaşım da kendini gösteriyor. Daha bilim temelli, daha rasyonel, daha kozmopolit bir direnç noktası, 2017’de daha aktif olarak politikada ve medyada kendine yer bulacak.

Tutunamayacak bir rejim

Öte yandan tıpkı Soğuk Savaş zamanında olduğu gibi, toplumun baskılandığı ve sivil toplumun yok edildiği rejimlerin ‘içten içe çürüyeceği’, hatta hâlihazırda ciddi anlamda yozlaşmayı barındırdığı, göz ardı ediliyor. Pragmatist olmakla suçlanan kapitalist rejimlerden çok daha pragmatist şekilde toplumu ve insanları ‘araçsallaştıran’, onlara sadece ‘itaatleri’ ya da ‘destekleri’ için değer veren bir rejimin, nihayetinde ayakta kalabilmesi imkânsız.

Haliyle, şimdiki Soğuk Savaş’ın seçenekleri belli: Devletten yana mısın, yoksa insandan yana mısın?

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin