Hükümdâr bir peygamber mi yoksa kul bir peygamber mi?

“Şehirler kılıçla, Medine Kur’an’la fethedildi.”

Hz. Aişe

(Nübüvvet ve Devlet Yazıları-3)

“Devr-i Risalet”te, Müslümanlık zorlamalarla mı tesis edilmişti?

İnsanlar “fevç fevç” Müslümanlığa akın ettiğinde Medine “site devlet”inde veya fetih sonrası Mekke’de bir kısım zorlamalar var mıydı?”

Bu soruları cevaplamak için öncelikle o günlerin şartlarını inceleyelim.

Adaletin telkini, eşitliğin vurgulanması dinlerin içinde doğduğu coğrafyalarda kurulu düzenlerin öfkesine sebep olur. Eğer peygamberlikle görevlendirilen Allah Resulü (sas) dini tebliğ ettiğinde Mekke’nin ileri gelenleri buna şiddetle karşı çıkmasalardı, bunu kurulu düzenlerine bir tehdit unsuru olarak algılamasalardı belki de hiç kan dökülmeyecekti. Fakat adalet, müsavat, efendi-köle eşitliği gibi teklifler onlara tehlikeli görünüyordu. Ki öyleydi.

Mekkeli müşrikler, halkı kaybedecek olurlarsa minik saltanatları yıkılmış olacaktı.

“Mekkeliler sadece Hz. Muhammed’in, çok tanrıcılığa dayanan kendi geleneksel din­lerine karşı çıkmasından korkmamışlar; gaspı yasaklamak ve zekât üzerinde ısrarla durmak suretiyle giderek daha da be­lirgin hale gelen sosyal adalet ilkesinin vurgulandığı bu yeni öğretinin, toplumlarının ticari menfaatlere dayanan yapısını tehlikeye soktuğunu hissetmişlerdir.” (İslam, Fazlur Rahman)

Bu durum Medine’de de ortaya çıkacaktı. Câriyeleri sermaye olarak kullanmak, Câhiliyye’den kalma bir kara leke idi ve görünürde Müslüman olmasına rağmen İbn-i Selûl; Muâze, Müseyke, Ümeyme, Amra, Ervâ ve Kuteyle isimli câriyelerini bu iş için kullanmak istiyordu ki onlar, bir şekilde seslerini Resûlullah’a (sas) ulaştırdı ve İbn-i Selûl’ün bu dayatmalarını şikâyet ettiler. Sonra bu ayet nazil oldu:

…Dünya hayatının geçici metâını elde etmek için, sakın cariyelerinizi -hele iffetli olmak isterlerse- fuhşa zorlamayın! Her kim onları fuhşa zorlarsa, bilinmelidir ki zorlanmalarından sonra, Allah kendileri hakkında gafurdur, rahîmdir (çok affedicidir, merhamet ve ihsanı boldur).(Nur: 33)

İbn-i Selül bundan rahatsız olmuştu; Bu meselenin gerekçesini kim Muhammed’e sorar? diyor ve Artık cariyelerimize de el koymaya başladı! tepkisini verebiliyordu! (İbn-i Selûl, Reşit Haylamaz)

Montgomery Watt’a göre muhalefetin sebebi “Asıl tehlike, Hz. Muhammed’in muhtaçlara yardım etme davetinden ve dolandırıcı işleri terk etmele­rini istemesinden dolayıdır.” (İslam Nedir)

Allah Resulü (sas) padişah veya kral olarak da peygamber olabilirdi. Hz. Süleyman gibi maddi saltanata sahip olabilirdi. Allah, bunu O’nun tercihine bırakmıştı. Nübüvvetin ilk zamanları ciddi açlık ve yokluk yaşanıyordu. Üç gün süren bir açlık sonunda bitap düştüğü bir gün nüzûl eden bir melek, “Hükümdar (Melik) bir peygamber mi, yoksa kul olan bir peygamber mi?” seçeneğini getirdi. Karnı aç ve dudakları susuzluktan kurumuş olan Allah Resulü (sas) o sırada yanında olan Cebrail’in (as) de teyidiyle “Sade, kul bir peygamber olmayı” seçmişti. (Ahmed b. Hanbel, Müsned).

Allah Resulü (sas), huzurunda bulunan birinin korkuyla titremesi üzerine, “Sakin ol, ben hükümdâr değilim” der. (İbn Mâce, Et’ime)

Hz. Davut, saltanat sahibi idi. Hükümdarlık gerekleriyle emrolunmuştu:
Sa’d 26: “Davud! Biz seni ülkede hükümdâr yaptık, sen de insanlar arasında adaletle hükmet…”

İlk bakışta Hz. Süleyman gibi bir hükümranlık, eşya ve tabiata hakimiyet, cin ve insi emir altına almak ve bu güçlerle dini tebliğ etmek ve Belkis (Sebe Melikesi) gibi güçlü saltanatları bir fermanla teslim almak akla ve mantığa daha uygun gelebiliyor.

Benzer sayılabilecek bir teklif Kureyş’in önde gelenlerinden de geldi. Allah Resulü (sas) peygamberliğini ilan ettiğinde bunu önlemek için şöyle demişlerdi: “Zengin olmak istiyorsan, sana istediğin kadar mal verelim; öyle ki kabileler arasında senden zengin kimse bulunmasın, reislik arzusundaysan, seni kendimize reis yapalım, Mekke’nin hâkimi ol… Ne istersen yapmaya hazırız. Yeter ki, gel bu davadan vazgeç!”

Bu kabul edilmeyince ikinci bir teklifte bulundular: “Bir sene bizim ilâhlarımıza inan ve ibadet et; biz de bir sene senin ilahına tapalım dediler.”

Allah Resulü (sas) bu teklifleri şöyle cevaplamıştı: “Ben sizden hiçbir şey istemiyorum. Ne mal ne mülk ne saltanat ne reislik ne de kadın! Benim tek istediğim, tapmakta olduğunuz âciz putlardan vazgeçerek yalnız Allâh’a kulluk etmenizdir!”

Güç ve kudreti ele geçirip bir süre sonra da zor kullanarak tebliğe başlamak gibi “siyasi” bir yol da mevcuttu. Ama bu, mesajın “teklif” yönüne aykırıydı. Kabulde gönüllülük esastı.

O günlerde Mekke’de bir barış ortamı yoktu. Müslümanları yok etmeye yeminli bir kitle vardı. Mekkeli güç sahipleri veya müşrikler tazyikâtın her türlüsüne başvuruyordu. Kitlesel tenkil, sivil ölüme mahkûmiyet, işkenceler, boykotlar, aç bırakmalar…

Mekke’de barınmak mümkün değildi.

Müslümanların bir kısmı Nübüvvetin 5. yılında (615) bir kısmı da iki yıl sonra hicret etti.

Nübüvvet’in 13. yılına gelindiğinde Efendimiz için Mekke’de yaşama imkânı kalmamıştı.

Medineli Müslümanların daveti üzerine Hz. Ebubekir ile Yesrip’e (Medine) hicret etti.

Hicret günler sürdü. Ölüm tehlikeleri yaşandı.

“Hz. Peygamber’in Hicret’in ilk günlerinde bir müddet kaldığı Kuba’da bilinenin aksine iyi karşılandığı, hüsn-ü kabul gördüğü söylenemez; öyle ki onu istemeyen bazı Kubalılar evini taşlamışlardı. Yakubi ve Taberi Medine’ye de gideceği zaman ancak akrabaları Neccaroğulları’nın silahlı himayesi altında şehre girebildiğini, bu da gündüz değil, gece vakti olduğunu yazmaktadırlar.” (Medine Sözleşmesi, Ali Bulaç)

Medine ilk zamanlar itibariyle ne güllük gülistanlık bir ortamdı ne de emin bir atmosferdi.

“Resûlullah geliyor ve Medine’yi nasıl yeniden yapılandırabilirim diye düşünüyor. Eldeki somut verilere bakıyor; 10.000 civarında insan yaşıyor, bunların 4.500’ü müşrik, Medineli müşrikler. 4.000 civarında Yahudi var. Yahudiler iki gruba ayrılır, birisi Medine’de yaşayan Yahudiler yani şehirli, ikinci grup Yahudiler banliyölerde, şehrin dışında olanlar. Bunlar da üç ana kabiledir: Benî Kaynuka, Benî Nadîr ve Benî Kurayza. Geri kalanlar da Müslümanlar. Medine’de bu farklı etnik ve inanç grupları birbiriyle çatışma halindeler, bir kaos hâkim. Peygamber Allah Rasul’ü, Yesrib’i bu kaosun içinden nasıl çıkarabilirim diye soruyor, kafasındaki en temel soru bu.

120 sene devam eden Buas Savaşları’nın önemli bir payı var bu kaosta. Toplum son yapı taşına varıncaya kadar ayrışmış, kutuplaşmış ve her bir temel taş diğeriyle çatışma halinde. Örneklendirelim: Medineli Araplar, Yahudilerle, Yahudiler kendi aralarında çatışıyor. Benî Nadîr, Benî Kaynuka ile, Benî Kaynuka, Benî Kurayza ile çatışıyor. Benî Nadîr ‘in iddiası, asil olan, soylu olan Yahudiler biziz. Hatta teamüle göre, yani Sözleşme’ye gelinceye kadarki teamüle göre Benî Kaynuka’dan veya Benî Kurayza’dan biri Benî Nadîr’den birini öldürecek olsa tam diyet öderdi. Ama Benî Nadîr’den biri Benî Kaynuka’dan veya Benî Kurayza’dan birini öldürecek olsa yarım diyet öderdi.

Buradan çıkışın iki yolu var; birinci yola göre, çatışma devam edecek, bu gruplardan biri hâkim olup diğerlerini sindirecek, yenecek ve siyasi birliği sağlayacak. Ancak bu yol iyi bir sonuç vermiyor. Vermemesinin sebebi, 120 senedir deneniyor, bir türlü gruplar birbirlerini yenemiyorlar, sürekli kan dökülüyor. O zaman bu bir yol değil. Peki ikinci yol ne olabilir?

Ben buradan şunu çıkarıyorum, bir sözleşme imzalanacaksa, sözleşmede taraflardan bazıları etnik kimliklerini önemsiyorlarsa, o etnik kimlikleri ile sözleşmede yer alırlar. Demek ki Resûlullah, bir eritici kazan kurmuyor. Herkes bir kazanın içine atılacak, eriyecek, yekpare bir şey çıkacak, öyle yapmıyor. Herkes hem dini hem de etnik kimliğiyle taraf olarak katılıyor.” (Devlet hâkim olmayı bırakmalı, hakem olmalı, Ali Bulaç)

İlk günler hayli zordu. Ama bir yanıyla Hz. Bediüzzaman’ın ‘iktiran’ diye isimlendirdiği kaderî denk geliş de vardı. Bunu Hz. Ayşe şöyle ifade ediyor: “Evs ve Hazreç arasında 120 yıldır süren savaş, Allah’ın, Rasulullah’a (sas) bir armağanıydı. Rasulullah geldiğinde (Yesrib ahalisi) gruplara bölünmüş, ileri gelenleri öldürülmüş veya yaralanmışlardı. Allah, onların İslam’a girmesiyle Elçisine lütufta bulunmuş oldu.”

Şehrin iki büyük kabilesi Evs ve Hazreç birbirine düşmandı. Medineliler, merkezi bir otoritenin bu çatışmalara son vermesini umut ediyordu. Hatta sonraki tarihlerde büyük bir münafık olarak tarihe geçecek olan Abdullah ibn-i Übey ibn-i Selül, Yesrip’in kralı olmak üzereydi. Krallık tâcı bir kuyumcu tarafından işleniyordu. Rasulullah’a (sas) öfke sebeplerinden biri de buydu.

Medineli çoğunluğa göre “Hazreçli Abdullah ibn-i Übey ibn-i Selül yerine dışarıdan bir insanın hüküm sahibi olması daha iyiydi. Üstelik Hz. Muhammed herkesi mutlak hakimiyeti altına alma iddiasında ve isteğinde olan bir lider görüntüsü vermiyor, krallık peşinde koşmuyor, aksine hakimiyeti değil, katılımı esas alıyordu.” (Medine Sözleşmesi)

Yesrip, Hicaz bölgesinin 2. büyük şehri idi. Kaos ve güvensizlik hali vardı. Allah Rasulü (sas) oraya vardığında ilk yaptırdığı işlerden biri nüfus sayımı oldu. Sayımda Medine’de yaklaşık 10.000 kişinin yaşadığı, bunun 4.000’inin Yahudi, 4.500’ünün müşrik, 1.500’ünün (Ensar ve muhacirin) Müslüman olduğu belirlenmişti. Ayrıca şehrin sınırlarına işaretler koydurmuş ve Medine’yi bir sulh bölgesi olarak tespit ettirmişti.

Efendimiz (sas) Ensar ve Muhacirini; Yahudi grupları ve müşrikleri bir sözleşme etrafında toplamıştı. Sözleşme 47 maddeden oluşan bir anayasa mahiyetindeydi.

Muhammed Hamidullah’ın sözleşme ile ilgili kanaati şöyle:

“Hz. Muhammed (sas) neticede Müslüman sahabileri ile olduğu kadar gayrimüslim Medinelilerle durumu istişare etti. Hepsi Enes’in evinde toplandılar. Bir Şehir-Devlet ya­pısı ortaya çıkarma hususunda anlaştılar. Bu devletin anayasası yazılı bir bicimde tespit edilip vazedildi ki bu anayasa metni, sevinerek söy­leyelim ki bir bütün halinde bize kadar ulaşmış bulunuyor. (İslam Peygamberi)

“Medine Vesikası Magna Carta’dan 593 sene önce imzalanmıştır. İkisi arasındaki ortak nokta her ikisinin ‘yazılı’ olmasıdır. Magna Carta 90 gün yürürlükte kaldığı halde, Medine Vesikası Hz. Peygamber’in irtihaline kadar kademeli bir biçimde yürürlükte kalmış, taraflar topluca değil, teker teker anlaşmayı bozup statülerini veya haklarını kaybetmişlerdir. Vesika’nın tarafları isteyerek Vesika’yı imzalarken, Magna Carta’nın bir tarafı konumundaki Kral müzakereye gönülsüz katılmış, ondan hemen sonra da belgeyi yürürlükten kaldırmıştır.” (Medine Sözleşmesi)

Sonraki bölüm: Müslüman ve Yahudiler aynı “ümmet” mi?

 

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin