YORUM | Dr. YÜKSEL ÇAYIROĞLU
Bu soruya doğru cevap verebilmek için öncelikle üç meselenin netleştirilmesi gerekir.
Birincisi, İslâm’da biatin ve devlet başkanına itaatin mahiyet ve sınırları; ikincisi klasik İslâm siyaset teorisinde ortaya konulan içtihatların modern dönemin tamamıyla kendine özgü şartlarında nasıl anlaşılacağı ve nasıl tatbik edileceği, üçüncüsü de bugüne kadar Hizmet gönüllülerinin ortaya koydukları tavrın ve devletle ilişkilerinin bu çerçeveye girip girmeyeceği.
Biatın anlamı
İlkinden başlayalım. Hiç şüphesiz biat ve itaat sözcükleri, İslâm siyaset düşüncesinin en temel kavramları arasında yer alır. Biat (bey’at), devlet başkanı (halife/imam) ile halk arasında yapılan sosyo-politik bir akittir, bir nevi toplum sözleşmesidir. Biat, bazı durumlarda doğrudan seçim gibi fonksiyon görür. Bazı durumlarda da önceden toplumun temsilcileri konumunda bulunan ehlü’l-hal ve’l-akd tarafından seçilen yöneticiye bağlılık sözü bildirir. İslâm’da devlet başkanı, meşruiyetini kutsal bir kaynaktan almaz. Bilakis bu sözleşme aracılığıyla halktan alır.
Bey’at akdinin hukukî mahiyetine bakıldığında onun bir çeşit velayet ve vekalet akdi olduğu görülür. Bu akit neticesinde devlet başkanı hem halkın vekili olur ve onlar adına idari/siyasi işleri yürütür; hem de halkın velisi (vilayet-i amm) olur ve gerekli durumlarda onlar adına bir kısım hukukî tasarruflarda bulunur. Asıl olan halkın irade ve tercihleri olduğuna göre, vekil konumunda bulunan devlet başkanının halkına rağmen, onları karşısına alarak, onların zararına olacak şekilde iş yapması doğru olmaz. Bu durumda bir kısım yaptırım ve müeyyideler gündeme gelir.
Her akitte olduğu gibi bey’at aktinde de iki taraf vardır: Yönetici ve yönetilenler. Bazı şartlarda yönetilenleri temsilen bu akdi ehlü’l-hal ve’l-akd gerçekleştirir. Bu akit her iki tarafa da bir kısım haklar, vazifeler ve sorumluluklar yükler. Devlet başkanının sorumluluğu, Kur’an ve Sünnet hükümlerine, kamu maslahatına, hak ve adalete uygun bir şekilde halkı yönetmektir. Halkın sorumluluğu ise devlet başkanı meşru sınırlarda kaldığı sürece ona itaat etmek ve yönetim işinde ona yardımcı olmaktır.
Meşru sınırların dışına çıktığında, zulüm ve haksızlıklara yöneldiğinde ise halk öğüt ve nasihatlarıyla, uyarı ve ikazlarıyla, eleştiri ve tenkitleriyle onu düzeltmeye çalışır. Devlet başkanına yönetme yetkisini halk verdiğine göre onu denetleme, murakabe etme ve hatta azletme yetkisi ve görevi de halka aittir. Halkın bu yetkisini kullanma şekli ve vasıtaları ise sosyo-politik şartlara göre değişebilir. Kur’an ve Sünnet naslarına bakıldığında İslâm’ın siyaset ve devletten ziyade asıl olarak fert ve toplum üzerinde durduğu, güçlü bir devlet üzerinde değil güçlü bir Müslüman toplum üzerinde yoğunlaştığı görülür.
Yapılan bu izahlardan da anlaşılacağı üzere biat ile kastedilen mana, halkın kayıtsız şartsız devlet başkanına itaat etmesi ve bağlı kalması değildir. İtaatten ne anlaşılması gerektiğini biraz daha açmaya çalışalım.
İtaatin çerçevesi
Anarşi ve kaosu ortadan kaldırarak adalet ve düzeni tesis etmeyi hedefleyen İslâm, bu hedefi gerçekleştirme adına yöneticilere itaat edilmesini emreder. Konuyla ilgili Kur’an’ın emri nettir: “Ey iman edenler! Allah’a itaat edin. Resulü’ne ve sizden olan ülü’l-emr’e de itaat edin.” (Nisâ sûresi, 4/59) Efendimiz (s.a.s) de şöyle buyurur: “Size idareci olarak tayin edilen insan saçları kıvırcık, üzüm gibi siyahî bir köle dahi olsa, dinleyin ve itaat edin.” (Buharî, Ahkâm 4)
Ne var ki İslâm’ın talep ettiği itaat, mutlak bir itaat değildir. İslâm, yönetici konumunda bulunan kimselere herhangi bir kutsiyet atfetmediği ve onlara sınırsız yetkiler vermediği gibi, onlar için mutlak ve sınırsız bir itaat yetkisi de tanımamıştır. Yöneticilere itaat, onların dinin belirlediği meşruiyet sınırlarına riayet etmeleri ile kayıtlıdır. Allah Resûlü (s.a.s), “Allah’a isyanın olduğu yerde mahlûka itaat edilmez.” (Buharî, Kitabu’l-âhâd 1); “İtaat, sadece maruf (makul ve meşru) işlerde söz konusudur.” (Buharî, Ahkâm 5); “Masiyet emredildiğinde itaat edilmez.” (Buharî, Ahkâm 43) şeklindeki hadisleriyle bu konuyu net olarak ortaya koymuştur.
Aynı şekilde Kur’ân-ı Kerim, bir taraftan yöneticilere itaat edilmesini emrederken, diğer yandan çok sayıda âyet-i kerimede kimlere itaat edilmemesi gerektiğini de açıklar. Bu ayetlerden bazıları şu şekildedir: “Sakın kâfirlere, münafıklara itaat etme!” (el-Ahzâb, 33/48); “Kalbini Bizi zikretmekten gafil bıraktığımız, heva ve hevesine uyan ve işi hep aşırılık olan kimselere itaat etme!” (el-Kehf, 18/28); “Yeryüzünde ıslaha çalışmayıp fesat çıkaran haddi aşmışların emrine itaat etmeyin.” (eş-Şuarâ, 26/151-152); “Sakın onlardan hiçbir günahkâra ve hiçbir nanköre itaat etme.” (el-İnsan, 76/24); “Ona (namazdan men eden kafir ve zalime) asla itaat etme!” (el-Alak, 96/19).
Kalem suresindeki şu ayet-i kerimelerde ise Cenab-ı Hak, itaat edilmeyecek kimselerin özelliklerini art arda şu şekilde sıralar: “Sakın şunların hiçbirine itaat etme: Servet ve hanedan sahibi diye, o bol bol yemin eden, değersiz adama! O gammaz, söz gezdiren, hayrın önünü kesene, o saldırgana, günaha dadanmışa! Şerefsiz, kaba, hem de soysuz olana! Kendisine âyetlerimiz okunduğunda “Bu eski insanların masalları!” diyene!” (el-Kalem, 68/10-16)
Ahzab sûresindeki ayetlerde ise şöyle buyrulur: “Eyvah bize! Keşke Allah’a itaat etseydik, Peygamber’e de itaat etseydik! Ey Rabbimiz! Biz önderlerimize ve büyüklerimize uyduk da onlar bizi yoldan saptırdılar! Rabbimiz! Onlara iki kat azap ver ve onları büyük bir lânetle rahmetinden kov.” (el-Ahzâb, 33/66-68)
Demek ki bir insanın yönetici olması tek başına ona itaat etmeyi gerektirmez. Önemli olan, sahip olunan vasıflardır. Halkın maslahatı için gayret eden, hak ve adalete çağıran bir yöneticiye itaat etmeyen bir mü’min asi ve günahkâr olacağı gibi, yukarıdaki âyetlerde zikredilen kötü vasıflara sahip yöneticilere itaat eden bir mü’min de aynı şekilde günaha girmiş olacaktır. Nitekim Nisa suresindeki ayet-i kerimede, “Ey iman edenler! Allah’a itaat edin. Resulü’ne ve sizden olan ülü’l-emr’e de itaat edin.” buyrulduktan hemen sonra ayetin devamında yer alan şu ifadeler de yöneticilere itaatin mutlak olmadığını gösterir: “Eğer Allah’a ve ahirete iman ediyorsanız, hakkında ihtilafa düştüğünüz meseleyi Allah’a ve Resulüne arz ediniz. Böyle yapmanız hem daha hayırlı, hem de netice bakımından daha güzeldir.” Buradan anlaşılmaktadır ki ulü’l-emrin itaat hakkı, dinin emirlerine bağlı kalmalarıyla kayıtlıdır. Yöneticiler ile yönetilenler arasında ihtilaf çıktığında asıl çözüm mercii siyasi irade değil, Kur’ân ve Sünnet hükümleridir.
Sahabe-i kiram da hiçbir zaman mutlak anlamda yöneticiye itaat edilmesi gerektiğini düşünmemiştir. İslâm’ın konuyla ilgili ahkâmını çok iyi anlayan Hz. Ebu Bekir, halife seçildikten sonra halka yaptığı ilk konuşmasında şöyle demiştir: “Allah’a ve Rasûlü’ne itaat ettiğim sürece bana itaat edin. Bu itaatten ayrılırsam sizin bana itaat göreviniz yoktur.” (İbn Hişâm, es-Siyretü’n-Nebeviyye, 2/661)
Öte yandan İslâm, bir taraftan yöneticilere itaati emrederken, diğer yandan da onların günah, zulüm ve haksızlıklarına karşı sessiz kalınmaması gerektiğini vurgular. Mesela Allah Resûlü bir hadislerinde şöyle buyurur: “Zalim sultanın yanında hakkı söylemek, en büyük cihad sayılır.” (Tirmizî, Fiten 13) “Haksızlık karşısında susan, dilsiz şeytandır.” sözü de ulema arasında meşhur olmuş ve hatta -hadis olmadığı halde- bazı eserlerde hadis olarak da rivayet edilmiştir.
Kur’an-ı Kerim’de yer alan, “Zulmedenlere küçük bir temayülle dahi olsa eğilim göstermeyin. Yoksa ateş size dokunur.” (Hûd, 11/113) ayeti ise kalben dahi olsa zulme taraftar olan mü’minleri şiddetle ikaz eder. Peki, söz ve fiilleriyle zulmün yanında yer alan mü’minlerin hâli nice olur! Aynı şekilde, “İyilik ve takva konusunda yardımlaşın, kötülük, zulüm ve taşkınlıkta yardımlaşmayın.” (el-Maide, 5/2) ayeti de hangi durumlarda yöneticilerin yanında, hangi durumlarda karşısında durulması gerektiğini ders verir. Bunların yanında emr-i bi’l-ma’ruf nehy-i ani’l-münkeri emreden ayet ve hadislerin de göz önünde bulundurulması gerektiğini hatırlatıp geçelim.
Hz. Ömer zamanında yaşanan şu hadise, bütün bu hükümlerin sahabe tarafından nasıl hazmedildiğini ve uygulandığını gösterir: Hz. Ömer, bir hutbesinde cemaate yaptığı yanlışlara nasıl tepki vereceklerini sorunca aldığı cevap şu olur: “Böyle bir şey yaparsan seni oku düzelttiğimiz gibi düzeltiriz.” Asıl önemli olan Hz. Ömer’in bu cevaba verdiği tepkidir. O, kızmak bir yana şu ifadeleriyle ashabın bu tavrını takdir etmiştir: “İşte o zaman siz, bu ümmetin gerçek temsilcileri olarak kalmaya devam edersiniz.” (Buharî, et-Tarihü’l-kebir, 2/98)
Modern devlette itaat nasıl anlaşılmalıdır?
Modernite, fikirleri, felsefeleri, ideolojileri, algıları derinden etkilediği ve insanlığa bambaşka bakış açıları, dünya görüşleri kazandırdığı gibi; buna bağlı olarak sanatı, kültürü, bilimi, medeniyeti, toplumu, siyaseti, kurumları, yapıları da radikal ve köklü bir değişime uğrattı. Siyaset ve yönetime dair yepyeni düşünce ve anlayışlar ortaya atıldı. Vatandaşlık anlayışı yeniden tanımlandı ve şekillendi. Teritoryal sınırlara hapsolmuş ulus devletler zuhur etti. Devlet mekanizmaları yeniden inşa edildi. Anayasalar yapıldı, kodifikasyon faaliyetleri hız kazandı, meclisler kuruldu, güçler ayrılığı esas alındı. Partiler ve seçim sistemleri ihdas edildi. Devlet, tarihte hiç olmadığı kadar merkezileşti ve kurumsallaştı.
Bütün bunlara bağlı olarak otoritenin kaynağı da şahıslardan kurumlara kaydı. Geçmişte kurulan devletlerde otorite daha ziyade şahıslarla temsil ediliyordu. Halifeler, çok büyük güç ve yetkilere, imtiyaz ve ayrıcalıklara sahipti. Fakat modern dönemde otorite büyük oranda şahısların elinden çıkarak devletin mülkiyeti haline geldi. Şahıslar, bu otoriteyi ancak devlet adına temsil edebiliyor, kullanabiliyor. Server Tanilli’nin ifadesiyle modern dönemde “bireyselleşmiş iktidarın” yerini “kurumsallaşmış iktidar” aldı. Bu sebeple o, modern devlette kişilere değil, kurumlara itaat edileceğini söyler. (Server Tanilli, Devlet ve Demokrasi, s. 17)
Esasında İslâm’ın itaat emriyle gerçekleştirmeyi hedeflediği maksatlar derinden tahkik edildiğinde, ulaşılmak istenilen nihai hedefin toplumsal birliğin ve güvenliğin sağlanması olduğu görülür. İslâm, fertlere itaati emretmek suretiyle toplumsal birlik açısından büyük birer tehdit olan fesat ve bozgunculuğu ortadan kaldırmayı, kaos ve anarşinin önüne geçmeyi hedefler. Özellikle cahiliyeden yeni çıkmış olan ve siyasi bir birlik kurma noktasında ciddi bir tecrübeleri olmayan ilk dönem Arap toplumu açısından bunun önemi çok büyüktür.
Modern devlette geçmişe nazaran vatandaş-yönetici veya vatandaş-devlet ilişkileri oldukça değişti. Vatandaşlar, şahıslardan ziyade kurumlarla ve kanunlarla muhatap oluyorlar. Bu sebepledir ki günümüzde itaatten anlaşılması gereken öncelikli mana da, devletin İslâm’a aykırı olmayan kanunlarına boyun eğmek, toplumun birlik ve beraberliğine zarar verecek tavırlardan uzak durmak, toplumun ahenk ve düzenine ayak uydurmak, toplumda fitne ve kargaşaya sebep olmamaktır.
Ne Kur’an ve Sünnet’in hükümlerinde, ne de Asr-ı Saadet ve Raşit Halifeler dönemi uygulamalarında, kayıtsız şartsız bir itaat düşüncesi veya yönetim işleriyle hiç ilgilenmeyen pasif ve edilgen Müslüman tipi görmek mümkün değildir. İslâm’ın emrettiği itaat düşüncesinden hiçbir şekilde; köşesine çekilmiş, etliye sütlüye karışmayan, her denileni yapan, aklını ve iradesini yöneticilerine ipotek etmiş bir Müslüman portresi çıkmaz. İslâm, isyan ve bozgunculuğun şiddetle karşısında durduğu gibi, sorumsuz ve vurdumduymaz Müslümanlığı da reddeder. Bilakis mü’min, bir taraftan toplumsal ve siyasi birliğin sağlanmasına katkı sunarken, diğer yandan da yöneticilerin istikamet içerisinde vazifelerini yerine getirmeleri adına elinden gelen gayreti göstermelidir.
Günümüz demokrasileri de ısrarla siyasi katılımın önemi üzerinde durur ve vatandaşlara seçtikleri yöneticilerin icraat ve faaliyetlerini denetlemeleri gerektiğini telkin eder. Sadece oy kullanmakla vatandaşlık görevinin yerine getirilmiş olmayacağını ifade eder, asıl görevin bundan sonra başlayacağı üzerinde durur. Bu görev de yöneticilerin denetlenmesi, murakabe edilmesi ve gerektiğinde sorgulanmasıdır. Siyasi iktidarın zulüm ve haksızlıkları, hata ve yanlışları karşısında susmayı değil, pasif direnişi ve sivil itaatsizliği öne çıkarır. Zira anayasanın dışına çıkan ve yasaları ihlâl eden yöneticiler için hukukî müeyyideler her zaman yeterli olmayabilir. İşte bu noktada tabandan gelecek eleştiriler ve sivil toplum tarafından yapılacak protestolar büyük önem arz eder.
AKP hükümeti ve yandaşları bazen dinî argümanları kullandıkları için biz de dinî argümanları kasten çarpıttıklarını delilleri ile yukarıda izah etmeye çalıştık. Ancak şunu da zikretmeliyiz ki hem T.C. Anayasası hem imza attığımız Avrupa İnsan Hakları Sözleşmeleri hem de diğer uluslarası bağlayıcı hukuk anlaşmaları da bugün Hizmet’e yapılanları “insanlık suçu” olarak kabul etmektedir. T.C. Anayasası’nın 137. maddesi açıkça amirin memure yasal olmayan bir emrinin yerine getirilmemesi gerektiğini amirdir. Bu çok açık bir şekilde üste itaatin yasallık şartına bağlı olduğunu gösterir.
Hizmet’in Tavrı
Buraya kadar yapılan açıklamalardan da anlaşılacağı üzere Hizmet hareketinin hükümetle ve devletle münasebetleri ne dinî hükümlere muhaliftir ne de demokratik-hukuk devletinin gereklerine aykırıdır. Yanlış anlaşılmasın. Burada hiçbir bireysel ve cüz’i hata yapılmadığını iddia etmiyoruz; bilakis Hizmet hareketinin genel duruşunu değerlendiriyoruz. Bu noktada bazıları, AKP’nin, Hizmet hareketini sorumlu tuttuğu 15 Temmuz darbe girişimini öne sürebilir. Bu konuyu daha sonraki yazımızda müstakil olarak ele alacağımız için şimdilik buna girmiyoruz. Zaten Hizmet hareketinin devlete karşı geldiği ve “ülü’l-emre” itaat etmediği yönündeki eleştiriler, söz konusu darbe girişiminden çok daha önce başladı.
Hizmet hareketinin pek çok dinî yapının yaptığı gibi Erdoğan’a kayıtsız şartsız itaat etmeyi doğru bulmaması, AKP’nin vesayeti altına girmemesi, dahası Hizmet’e ait televizyon ve gazetelerin hukuka aykırı gördükleri hükümet politikalarını eleştirmesi ve hatta 17-25 Aralık yolsuzluk ve rüşvet operasyonları, bir kısım dinî çevreler tarafından Hizmet mensuplarının “itaat yükümlülüğünü yerine getirmemeyle” veya “devlete karşı gelmekle” suçlanmasına sebep oldu.
Bu eleştirileri yönelten bazı şahıs ve grupların daha düne kadar devleti laik kimliğinden ötürü “tağut” olarak görmeleri, sürekli devletle kavga hâlinde olmaları ise izahı mümkün olmayan bir ikilemdir. Halbuki devlet, aynı devlettir; kanunlar da aynı kanunlar. Vatandaşların bindikleri gemide bir değişiklik yoktur. Sadece dümenindeki şahıslar değişmiştir.
Tekrar edecek olursak, İslâm hukukunun uygulamada olmadığı laik ve seküler bir sistemde yaşayan vatandaşların, yönetimle ilişkilerinin klasik İslâm siyaset doktrini tarafından oluşturulmuş kavram ve hükümlerle analiz edilmesi doğru değildir. Bu hususu bir kenara not ettikten sonra konuyla ilgili bir değerlendirme yapacak olursak, Hizmet hareketinin devleti yönetenlerin yolsuzluk, kanunsuzluk gibi hakka, hukuka ve adalete uymayan icraatlarını tasvip etmemesinin, dine aykırılık değil esas takınılması gereken tavır olduğunu çok rahatlıkla söyleyebiliriz. Hizmet hareketi, bunu yaparken de hiçbir şekilde şiddete başvurmadı, birlik ve beraberliği bozacak adımlar atmadı; bilakis ülkenin fayda ve maslahatı açısından zararlı gördüğü noktaları dile getirmek ve eleştirmekle yetindi.
Peki, ne yapacaktı? Pek çok insan gibi AKP’nin ayyuka çıkmış yolsuzlukları karşısında “Çalıyor ama çalışıyorlar!” mı diyecekti? “Bugüne kadarki yöneticiler içinde çalmayan mı var!” diyerek meselenin üzerini mi örtecekti? Son on yılda elde edilmiş demokratik kazanımların, hak ve özgürlüklerin bir bir heba edilmesi karşısında sessiz mi kalmalıydı! Yanlış yürütülen diplomasi neticesinde Türkiye’nin gün be gün Batı’dan uzaklaşmasına ve yalnızlaşmasına destek mi vermeliydi? Hükümetin, radikal terör örgütlerine verdiği desteği görmezden mi gelmeliydi? Tek adam rejimini inşa etme adına ortaya konulan politika ve uygulamaların arkasında mı durmalıydı? Soruları artırabiliriz.
Evet, Hizmet hareketinin, bunların hiçbirisini yapmadığı görülüyor. Ceberut devletin kendisine yönelteceği bütün tehditleri göze alarak, bedel ödemeye razı olarak yapılan yanlışlar karşısında kollarını makas gibi açtı ve “Burası çıkmaz sokak!” demeye çalıştı ki İslam’ın ilk dönemlerinde de bunun pek çok misalini görmek mümkündür. Mesela Abdullah b. Ömer, Ebu Zerr el-Gıfarî, Abdullah b. Zübeyr, Hasan-ı Basri, Ebu Hanife, Zeyd b. Ali gibi sahabe ve tabiinden pek çokları da Emevilerin zulüm ve despotluğa meyletmeleri ve Allah Resûlü’nün yolundan uzaklaşmaları karşısında susmamış, her fırsatta eleştiri ve tenkitlerini dile getirmişlerdir.
Netice itibarıyla şunu söyleyebiliriz ki, Hizmet hareketinin AKP hükümetine karşı yaptığı uyarı ve ikazların, eleştiri ve tenkitlerin, yürüttüğü muhalefet ve pasif direnişin hiçbir şekilde “itaatsizlikle”, “isyanla” ve “ihanetle” ilgisi yoktur. Eğer Hizmet’in bugüne kadar ki tavır ve davranışları illaki İslâmî literatürden bir kavramla isimlendirilecekse bunun adı “emr-i bi’l-ma’ruf nehy-i ani’l-münker” olmalıdır. Esasen Hizmet’in varoluş gayesi de, iyiliği emretmek ve yaymak, kötülüğü ise önlemek veya azaltmaktır. Dolayısıyla o, hükümetin de iyi ve meşru bulduğu icraatlarını desteklemiş, tasvip etmediği ve ülke açısından zararlı gördüğü faaliyetlerini ise elindeki imkânlar ölçüsünde engellemeye çalışmıştır. Haksızlık karşısında susarak “dilsiz şeytan” olmaktan kurtulmuştur. Bu duruş, hukuka saygı duyan devletler tarafından da takdir görmüştür.
Eger islamiyete gore konusacaksak. Riyazus salihin adlı hadislerin muamelata yonelik olanlarının derlenip acıklandıgı esere gore milletin devlet baskanına tabi olması degil devlet baskanının ( kamu memuru) millete tabi olup yaptıgı hatanın bedelini odemesi yani milletin onu yanlıslarından oturu yargılandırması cezalandırması esasdır ( sizden biriniz yonetime talip oldugunda yaptıgı hatanın bedelini odemek uzere talip olsun. Hadis ). Bunu yapacak olan millet adına hareket eden bagımsız hukukdur varsa… millet adına. Ama bunun tam tersi olmus ve millet adına yonetimde oldugunu iddia edenler milleti cezalandırıp hesap soruyor. Garip olan bu degilmidir. Adam bagıra cagıra hukuka mudahale ediyor hakimleri hallac pamugu gibi oradan oraya atıyor sonra devlet baskanına isyan ettiler diye sallandırmaktan bahsediyor. En acısıda bunu islamiyet adına yaptıgını soyluyor ve millet seyrediyor.
Meseleyi çok güzel ve açıklayıcı olarak ele alan hocamıza teşekkürlerimi sunarım.
Yazı çok uzundu okumadım.
Meseleyi ordan burdan şurdan almanıza gerek yok. Genelevler işleten, kumar oynatan, alkol satan, faiz alıp faiz veren ve buralardan elde ettiği vergiler ile işçisinin ücretini ödeyen adama devlet başkanı değil başka şeyler denir de terbiyem müsade etmiyo.