Hesaplaşma!

YORUM | CUMALİ ÖNAL

Yine bir 15 Temmuz… Üzerinden tam dört yıl geçmiş. Zulmün kimlik değiştirdiği, ‘insanlık‘ kelimesinin vicdanlardan silindiği gün 15 Temmuz. 

Hz Musa‘nın Exodus’u, Yahudilerin Holokost‘u, Filistinlilerin Nakba’sı, Ermenilerin Soykırımı, Hz. Muhammed ve sahabelerinin Hicret‘i gibi. 

Herkesin kıyameti kendine göredir. Benim kıyametim 15 Temmuz’du. Her yıldönümünde o lanetli günün sabahı kalbimin derinliklerinde tarifsiz bir acı hissederek uyanıyorum. Gerçi o acı hiçbir zaman kalbimden çıkmadı ki, hançer gibi saplanıp kaldı orada…

Tepemizde uçan savaş uçaklarından ürken oğlumun ağlayarak yorganın altına gizlenmesi, korku filmlerindeki bir sahneden fırlayan selalar, yobazı, kafatasçısı, cahili, şarlatanı, hırsızı tüm alt tabakanın sokaklarda bayrak sallayarak, İstiklal Marşı okuyarak yürüyüşü tekrar tekrar beynimde canlanıyor. 

Son üç yıldır çok az gördüğümüz güneş o günün ertesi sabahı tamamen guruba ermişti. Etraf kapkaranlıktı. Her yerde hayaletler, gulyabaniler, vampirler dolaşıyordu. 

Nefes almak dahi zordu, oksijeni tüketmişlerdi. 

Aslanlara saldıran sırtlanlar sürüsü vardı adım başı. Evimin duvarları dahi bana güvenilir gelmiyordu. Ülke bir cellada teslim olmuş, sokaklarda cellatcıklar dolaşıyordu. 

Kaçmak mı, kalmak mı? Mücadele mi, boyun eğmek mi? Zindan mı, özgürlük mü? 

İçimdeki savaş, dışarıdaki saldırılardan, tacizlerden daha çetindi.

Yıllar önce İran’dan kaçan bir kadının sözlerini okudum sosyal medyada bugün. “Olmaz, olamaz dediklerim, toplum buna müsaade etmez diye düşündüklerimin hepsi gerçekleşti“ diyor. Ben de öyle düşünüyordum, aklıma gelen kötü senaryoların en hafifinin bile gerçekleşmeyeceğini düşünüyordum. Bir el bizi kurtaracaktı.

Meğer aldanmışım. Bu toplumu yanlış tanımışım. Ermenilerin, Rumların, Alevilerin, Kürtlerin, solcuların, liberallerin yıllarca yaşadıklarını görmemişiz. Siyasal İslamcıların gıdalarının kan ve irin olduğunu, toplumun güce perestiş ettiğini unutmuşum. 

Zulmün gerçek rengini insan bizzat yaşayınca farkediyor. Hergün onlarca, yüzlerce kadın, çocuk, genç, yaşlının bir kin, bir ihanet uğruna gece yarısı, şafak vakti, çocuklarının gözü önünde, anne babalarının gözyaşları arasında evlerinden alındığını duyuyordum. Ama hala, “Yok ya, ben ne yaptım ki?“ diye düşünerek teselli oluyor, olan bitenden kendimi ber’i görüyordum. Gün geçtikçe o zulüm halkası bana doğru genişliyor, tanıdığım, pek çok arkadaşım, dostum, kardeşim derdest ediliyorken dahi kendimi ‘ama’larla avutuyordum. 

Ailem, çocuklarım, annem, kardeşlerim vardı. Onları bırakıp gidemezdim. 

Aslında anlık bir kararla, uzak bir ülkeye bilet dahi almıştım. Ama kader bu ya… Son anda o biletimi iptal etmiştim. Kaderin taşlarını döşemesi gerekiyordu. Hiçbir taş yerinde oynamamalıydı. 

O cehennem alevleri arasında bir cennet inşa etmeye çalışmıştım ailemle birlikte. Onlardan güç alarak direnmek istedim. Bir ayın sonunda zulüm benim de kapımı çaldı. 

Mümkün olsa o anı hayatımdan silebilsem! Çocuklarımı parkta eğlendirirken kenardan bizi izleyen o sakallı cellatcıkları hiç görmemiş olsam! 

Devran da onlarındı, düzen de… Bana doğru yaklaştıklarında içimden birşeylerin koptuğunu hissetmiştim. Daha adımı sormuşlardı ki, ben “Siz onlar mısınız?“ demiştim. 

Çocuklarımın faltaşı gibi büyüyen gözleri önünde hesaba çekiliyordum. Yahudi soykırımını anlatan “Hayat Güzeldir“ filmindeki gibi polyanacılık oynuyordum. Çocuklarım için bir Guido karakteri çiziyordum. Bir yere kadar gidip çay içip gelecektik. 

Tutuklanmak, alınıp götürülmek, çocuklarımın arkamdan bakışı kadar içimi acıtmadı. O acı hep içimde tap taze durdu… Aklıma geldikçe kokluyorum onları o acımı unutmak için. 

Sonrasında demir parmaklıklar… Kelimeler yetmez onları anlatmaya. 

Sabaha doğru küçücük bir hücreye doluşturulan insanların arasına itildiğimde tanıdık bir yüz görmüştüm. Birbirimizi tanımıyor gibi yaparak dakikalarca ağladık. Hal dili acımızı anlatmaya yetmişti. Diğerleri de yarı uyur gibiydi. Acı insanı uyutuyordu ki…

Her gün zindanın kapısı açılıp kapanıyordu. İnsanları yutan cehennem alevlerine atılıyordu insanlar. Ve her gelenin hikayesi daha da derinleştiriyordu acımızı. 

Günler, haftalar, aylar geçti… Acının tanımı artık yoktu. Nasır bağlamıştı yüreğim. Çocuklarımla cam parmaklık arkasından konuşurken içimde kezzap olup akan sorularına dahi kolay cevaplar veriyordum. Neden eve gelmiyordum? Onlara kızmış mıydım? İşim daha ne kadar sürecekti?

Kader dedik ya… Benim kaderimde kısa bir süre kalmak vardı. Tahliye edildiğime inanamamıştım. Sanırım bir yanlışlık vardı. Hücre arkadaşlarımla bazen birbirimize takılırken, genelde çıkması en zor kişi olarak ben görülüyordum. Öyle ya, elinde el bombası ile dolaşan bir gazeteciydim. Her yazdığım satır, en az bir el bombası kadar tesirli olmuştu demek ki. 

Neticede tüm iradelerin üstündeki sonsuz irade serbest bırakılmama hükmetmişti. 

Benim gibi düşünen, hiçbir zaman insani değerlere ihanet etmemiş, hak ve hukuk çerçevesinde yaşamış onbinlerce kişi zindanlarda çürürken, kat be kat fazlası ağaç kabuğu yemeye mahkum edildi. Fırsatını bulup cesaret edenler ise ölüm de dahil her türlü tehlikeyi göze alarak gurbet ellere yelken açtı. 

Tabiatta tesadüflere yer yok. Yaşanan her olayın bir sebebi ve bir karşılığı var. Herkes kendi kaderini yaşıyor. Belki toplu bir cezalandırma var ama, kimsenin başkasının kaderine hükmetme gücü ve kudreti yok. 

15 Temmuz tarihin en büyük kıtallerinden biri. Bunu kimse inkar edemez. Zulüm büyük olunca hesaplaşma da büyük olacak. Hesaplaşma bugün de olabilir, bir ay sonra da, on yıl sonra da… Allah katında zaman diye bir kavram yoktur, o zamanlar üstüdür. Ama o zalimden hesap sorulacağını va’d ediyor. 

Sanılmasın ki zalimler hesap vermeden bu dünyadan göçecek. Sıcak yatağında ölenler dahi kimbilir ne acılarla kıvrandılar. Zulme ortak olanlar, alkışlayanlar da aynen… 

Bir hesap gününün olması ne muhteşem bir adalet! 

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

1 YORUM

  1. Değerli abilerim ve ablalarım. Ben Yeni Zelandadan yazıyorum. Kendim Azerbaycanlıyım. Şöyle bir komment attım, Youtube-dakı aynı başlıklı videonuzun altına. Lütfen okuyun ve bundan sonra dikkatli olmanızı rica ediyorum.

    Lütfen Hizmetin içinde fitne çıkarma Cumali beyefendi. Noluyor kardeşim Cumali, ermenilerin uyduruk soykırımını “Muhammed ve sahabilerinin Hicret”i ile yan-yana koyuyorsun, sonra yine dönüp dolaşıp ermenilerin uyduruk soykırını en önde anıyorsun. Eğer milliyyetçe ermeniysen, bil ki Hizmet ermeniliye deyil İslama hizmet içindir. Unutma ki, bu Hizmete gönül vermiş, güzelim Abilerime kucak açmış binlerle Azerbaycanlı arkadaşlar var, Üstadın diliyle de Kavkazın bahadırları vardır. Sen unutma ki avrupadan gelip de Türkiyeden geçmiş tırlarla ermeni köpeyine taşınan silahlarla, seninle demeyim (belki ermenisin) ama türklerle aynı dili konuşan ve aynı dine sahip 100-lerle anneler, çocuklar Hocalı soykırımında insanlık dışı bir şekilde öldürüldüler, sen hiç onu anma, belki haberin bile yok. Bi de gazeteciyim de. Sen hiç yazılarında Hocalı soykırımından bahs ettin mi. Unutma bu Hizmette sadece anadolu insanı yoktur, adaletten konuşurken başka milletlerin adaletini de unutmamalısın. Bu gün ermeni belasını o Azerbaycanın İreven hanlığına ruslarla anlaşan bazı paşalarınız getirmiş. Bu arada ben Şerdoğanın trolü deyilim, 6 yıl Hizmet okulunda, sonra da diğer yerlerinde çalışmışım. Ben 7/24-ten hiç böyle saçma sapan yazı beklemiyordum. Lütfen kaldırın bu yazıyı, ben bu yazıyı kendime büyük hakaret olarak kabul ediyorum.

    Lütfen ya bu yazıyı kaldırın, yada oradan ermeni soykırımı kelimesini kaldırın. Bunu kardeşım bildiyim insanların yapmasını bekliyorum. Lütfen haberleri izleyin ve görün şu anda Azerbaycan sınırında şu pandemikin ortasında kaç kişi şehid oluyor, hiç haberiniz varmı abilerim, ablalarım? ermeni her zaman fitnekardır, bu hizmetin içinde varsa lütfen İslamla meşgul olsun, ermeniliyi ile deyil. Saygılarımla, desteyinizi bekliyorum bu kampanya için.

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin